26 Ocak 2008 Cumartesi

26 Ocak Notu

birden bire aklıma iki binlerin başında yazdığım anneyle sınanan isimli hikâyem geldi. eski yayıncı arkadaşlarımdan sinan'ın iki kitabıma da koymadığım bu hikâyeyi neden çok sevdiğini tam olarak bilemiyorum. yazdığımız her satırın öncesinde yaşanmış, görülmüş, hissedilmiş şeyler var. öyle bir cümle söylüyorsunuz ki okuyucuyu yaralıyorsunuz, gülümsetiyorsunuz, şaşırtıyorsunuz. yazanın bile o anda kestiremeyeceği bir şey bu. hesaplı kitaplı yazanlardan olmadım hiç. içimden geldiği gibi yazmayı alışkanlık edindim. zira doğal anlatımının yerini hiçbir ağdalı söz öbeği dolduramaz.

"Oyuncaklarını kırmakta da böyle hızlı mıydın sen çocukken? ". bu cümle çoğunuz için ilk anlamıyla anlaşılabilir muhtemelen. hızlı ve genç şair kardeşim ertan yılmaz'ın bu satırı yazmasının altında yatan gerçeği bilince başka türlü hissediyorum okurken. zaman zaman bende yazılarımda ilave bilgiler sıkıştırarak en azından nasıl bir ortamda yazdığımı, havanın durumunu, hissettiklerimi, bulunduğum şehir gibi ayrıntıları vererek yazı için klavuzluk yapıyorum. yazı da en çetrefilli yollar gibidir. doğru yoldan gitmezseniz sizi başka bir yerde bırakıverir, kaybolursunuz. az önceki cümleye geri dönecek olursak, kırılan bir kalbin basit bir barbi bebek gibi kenara bırakılması çocuksu bir davranış gibi gözükebilir.

benim hikâyeme gelince o bambaşka bir şeyi anlatıyordu. programımın sıkı takipçilerinden biriyle yaptığım telefon konuşmasının hemen ardından program esnasında yazılmış cümlelerdi. fotoğrafa baktığınızda gördüğün resim değildir gerçek olan. yanyana gülümseyen insanlar bir anda işlerini güçlerini bırakıp karşılarındaki kişiye bakmışlardır hepsi bu. flaş patlar ve herkes eski vaziyetini alır. yıllar sonra fotoğrafa bakan sadece o kısa anı değerlendirir. şimdi şu cümleleri okuduğunuzda hissedeceğiniz şey esas gerçekle örtüşebilir mi?

şöyle demişim o yaz günü öğlesinde.

"durgun bir su iken çamura karıştı yürek, hüzünle. asılı kalan umutlar değildi bu kez. ten, kardeşi olduğu bedene son kez acı bir tokat vurup çekip gitti. gözlerindeki kederi topraklara düşürdün. ellerinde sıcacık duyguların ifadesi bir demet kır çiçeği, dudaklarında sen kadar gerçek bir düş. "annem yok artık" diyen şair kadar içine küsmüş sesin. seni okşayan elleri yok, seni inciten kelimleri yok. "geri dön" diyen sesine aksi cevap yok."...

her yazar aynı şeyi başka türlü anlatır. benim yazdığım hikâyede intihar eden bir annenin çocuğun kalbinde oluşturduğu yıkım, kendine güvensizlik ve tek başınalık duygusunu anlatmaya çalışıyorum. belki intihar, ölüm temasını anlattığım ilk üç cümleden sonra başka bir şeyler yazmalıydım. şimdi bunun bir önemi yok. o anda hissettiğim yanlızca buydu yazdım. sevgili ertan'ın yazdığı o cümlede olduğu gibi. sevdiklerimiz ya kendilerini, ya bizi bir kolu kırık oyuncak bebek gibi bırakıp ortada gidince başka söylenecek bir şey kalmıyor. sevgili sinan'ın neden kitabına bu hikâyeyi koymadın sorusuna gelince şunu söyleyebilirim. kar yağıyor trabzon'a ve bir çocuk üşüyor doğurandan habersiz. bazen aynı şeyleri hatırlatmak hoş bir alışkanlık olmasa gerek.

25 Ocak 2008 Cuma

Farklı bir boyuttan bakışın adı: "Uzak Yaz"



Farklı bir boyuttan bakışın adı:
“Uzak Yaz”

Kış mevsimi geldi de geçiyor. Doğrusu, sadece üşüdüğümde anlıyorum bu güzel ve sakin mevsimin içinde olduğumuzu. Bir de içimde, adı belli bir sızının sesi yükseldiğinde.
Ne dersen de, neyi savunursan savun, zamana hakim değilsin işte, diyor. Zaman sana hakim. En küçük, en zahmetsiz isteğini bile gönlünce gerçekleştiremiyorsun…
Diyor da diyor... Kitaplarla, uzun boylu baş başa kalabilmek isteğinden bahsediyor boyuna. Kışın bu fırsatı bulamazsak, daha ne zaman buluruz? Hangi mevsimde?
***
Trabzonlu genç yazarlarımızdan Serkan Türk’ün “Uzak Yaz” adlı öykü kitabını, aylar öncesinden okumuştum. O günlerde, kitapla ilgili yazmaya da niyetlenmiştim. Fakat ardı gelmez sorumluluk ve zorunluluklar yüzünden, taa bugüne erteledim yazıyı.
Kendime ceza, yo aslında ödül, olsun diye, bu aralar bir kere daha okudum kitabı. İyi de oldu; kitap hakkındaki görüşlerimi tazelemiş oldum.
Bazı kitaplar, yazılar vardır. Söylenecekler yazar tarafından dile getirildiği için size fazla bir şey düşmez. Söylenenlere ekleyecekleriniz, bir şeylerin ahengini bozmak anlamına gelebilir. O tür bir kaygıdan dolayı da susarsınız.
Her şey, o kadarıyla da sınırlı değildir. Yazarın duyarlılıklarını keşfedip, işaret ettiği ayrıntılarda gezinerek de sizinkileri çoğaltabilmeniz mümkün. Kafanızda oluşan birtakım sorulara yanıt bulmanızı da sağlar uzayıp giden satırlar.
Hatta içinizde hapsolup kalmış sözcüklerinizi, dilinizin ucundakileri harekete geçirir. İçinizde nicedir adlandırılamamış duygu ve düşünce karmaşasına, sonunda bir ad koymanıza da katkıda bulunur. Kitap okumanızdaki asıl amacı unutturmayıp duyumsatır size.
Uzak Yaz, işte o incelikli kitaplardan biri. İçsel, şiirsel bir anlatım söz konusu her öyküde. Ele aldığı konulardan, ya da satır arkası cümlelerinden yola çıkarak, faklı bir boyutta yaşadığını sezinlediğiniz yazarın dünyasında gezinirken, sonsuz bir keyif duyuyorsunuz.
Sizi götürdüğü yerler, öyküleme yetisi mi ön planda? Tanıştırdığı yeni insanlar ya da onların ekonomik, sosyal ya da kültürel şartları mı? Hayır! Daha çok da anlatımdaki şiirsellik ve akıcılık çekiyor ilginizi. Şairlere taş çıkartırcasına sıralanan o çarpıcı imgeler.
Bir öykücü için iyiye mi, yoksa kötüye mi işarettir bütün bunlar, varın siz karar verin.
***
Kül Sanat yayınlarından çıkan Uzak Yaz’daki öykülerin salt adları bile ilginizi çekmeye yetiyor:
iki yüzlü arzuhalci, iyimser diyaliz merkezi, bendeki ömür ikimize yetse, yel değirmeni ve vişne ağacı, öldüğümde ağlamadım, ah biriktiren kumbaradır kalbim, çizgili ölüm, uzak yaz, mahallenin en mutlu ağacısın, ilkel ağrı…
Bu ilginç başlıkların ardındaki satırlarsa kesinlikle yanıltmıyor sizi. Başlığın gölgesinde kalmayıp, aynı güzellikte devam ediyor. Türü belirlenmiş bir kitabın adını, okuma esnasında yeniden koyuyorsunuz. Deneysel metin, öykü ya da şiir.
Serkan’ın kitabına sadece öykü demek, eksik bir adlandırma gibi geldi bana. Şu üç türden birine,“deneme”ye daha yakın buldum kitabı. Biliyorum, rast gele seçtiğim şu satırlardan –ki her satırı, her paragrafı buna benzer güzellikte- yola çıkarak, şiire daha yakın bulacaksınız.
“…göğsümde bir ağrı. unutmak istemiyorum seni. bir kez seslenseydin arkamdan, sokağa çıkarken, ‘bir kağıt helva da bana getir,’ deseydin. gözlerin hep ıslak bulut. yetseydi bendeki ömür ikimize. gün ağarırken yeniden, üzerimden geçmiş kaç mevsim?”
“…aynı coğrafyada yaşayan bir azınlık gibi duruyorduk yan yana.” ”…tek celsede yitirsen de incelikleri ayağa kalkmak ve yaşama tutunmak geçer içinden.”
***
Bu kez, siz kitapseverler için sevgili Serkan Türk’ün “Uzak Yaz” adlı kitabını ele almaya çalıştım. Keşke, herkes, hepimiz için ekmek kadar, su kadar önemli ihtiyaç olsa kitaplar. Peş peşe kitaplar bitiremediğimiz günleri, boşa geçmiş saysak. Ve o kaygıyla, kitaplara sarılsak.
Ömrümüzün sadece küçük bir bölümünü okumaya ayırabilsek. Kuşkusuz, kendimizden başlayarak, başka insanları da sevip önemsediğimizin en belirgin göstergesi olur bu.


Fatma Babuşcu

Taka Gazetesinde 24 Ocak 2008 Tarihinde Yayımlanmıştır.

bir düşe dokunuş "Uzak Yaz"



bir düşe dokunuş ”Uzak Yaz”


ne kadar zaman olmuş içimizde hüzünlü, o sessiz çocuğu kaybetmemiz…


uzak yaz’ı elime aldığımda farklı bir yazın-tarzıyla karşı karşıya olduğumu fark etmem uzun sürmedi.. elimde böyle çok ender sayıda kitap vardı(r), kitaplığımda tutup, ama onları okumak için bir süre ertelediğim. dönüp dolaşıp, gelip bakıp elimde tuttuğum. ama daha iyi anlayabileceğim zamanı kendime tanıdığım. sonra bu gidip gelmelerden dönüp durmalardan ezberime aldığım adıyla, başlarım hep…
- başladım okumaya içini kitabın…

ve ilk sorduğum yazara “yazın” neden bu kadar “uzak” olduğuydu.

okudukça anlattı bana Serkan Türk, okudukça, yazın içimizde gelip geçer sıcaklığıyla yer ettiği ama bütün ihtişamıyla yaşansa bile, kapıya dayanan güzle rüzgârın savurduğu hazanlar gibi bittiğini de… bu hüzünle kalakalma ihtimalinin katı gerçekliğini..

Yazarın çok erken fark etmesi olabilir miydi bu gerçekliği, kitabına isim olarak kazıması?
İnsan ömrü bu kadar kısa ve bu kadar üşürken yalnızlığıyla ve kendi varlığıyla yanarken bunca…

Şimdi soruyorum; yaza ve sıcaklığa hep uzak durmayı ne kadar başarabilir insan? hele yaşanan onca iç “yazı”ndan sonra.

yazla yol alan, yazla terleyen, yazla serpilen ne romanlar ne öyküler ne şiirler edebiyat tarihine bırakılmış.

“Uzak Yaz” da başka bir yaz anlatısı, sımsıcak ve epeyce içerlerden.



“bu yazı bambaşka düşünüyorduk:
geniş bahçede biz iki çocuk
gibi dalacaktık geçen günlere
Hâmit Macit


Kitapta sondan ikinci öyküye ismini veren “zambula” nı giriş dizeleri bunlar.
Altta olanlarsa yazarın kendini satırbaşlarına vurduğu yerler

“başka kentlere düşmeyeli yolum, daha bir körüm. içimde anlamadığım ne çok kelime gizleniyor. kahroluyorum serin esen rüzgârların gözyaşlarımı savurmasına. kışı gerilerde bıraktım da ne değişti hayatımda? bahar geldiğinde her şeyin başka türlü olacağını hesap etmişim. salkım saçak çiçeklendi bahçe. derdimse çoğalarak yayıldı günüme. şimdi başımı kaldırıp kimseye bakmak istemiyorum.

Hayatı gayet iyi gördüğü iç gözleriyle üstelik, çok da yaz(ıy)a uzak olamamıştır aslında.

“eskimiş her şey göğsümde hayat bulur. bir fırtına, bir rüzgâr yakalasa beklenmedik bir anda; kaçıp saklanacağım yerim sendin. yağmurun yağdığı akşamüzerleri saçaklardan sızan damlalara aldırış etmeksizin yürürdüm. köşedeki manav yeniden açmaktadır kasaların üzerindeki örtüyü. sarı sarı ayvalar, yağmur sonrası kokusunu içime çektiğim toprak…puslu camından içerisini görmekte zorlandığım kahvehane yine tıklım tıklım.

Hayatın avuçlarına açtığı yaralarıyla, tuzunu koynunda tutup ve tek sığınağının yazı olduğunu bilerek, göz(lem)lerini sağaltır kağıda, acı suyunu da katarak. Yeni insan yüzlerine bakmak istemez… Sonrası da bütün iç kalabalığına rağmen yalnızlığı her şeyin üstüne çıkmış, ateşböcekleri gibi atmıştır kendini yazın ateşine doğru.


“susma”

Birikmiştir ve betimlemeleriyle görsel bir dünya yaratmıştır. evet abartısızdır ama çoğu insana sıradan gelebilecek haller onun için ayrıntılara dönüşmüş... Çiçekler, rüzgâr, sokak köpekleri, başını camdan sarkıtan herhangi bir kadın… her şeye rağmen, hayatın tekdüzeliğiyle işleyişidir. Artalanda kalsa da, bir gerçekliğe akıp gider önümüzden bu görüntüler.


“sustun ve yalnızlığımı arttırdın. ya yana iken ben senin yüzündeki çizgilere dalıp gitmişken sen uzak diyarlarda olmak ihtimaliyle meşgul ediyordun içini. sustun öyle gürültü biçimindeki kendi dinginliğimden korktum. nereye gidersem gideyim hep benimle geliyordu derin bir yaranın sızlaması.

dağlara bakma gönlümden düşüremediğim, susup da aratma küçük kentleri, kasabaları. köşeyi geçince bulursun dedikleri bir mağaza önünde bekliyor kimsesizliğin. ellerinin karasını kirini biriktirme düşünüp de döndürme kırmızı gülleri geriye boş bir zarf, boş bir kâğıt belki aradığın sorunun cevabı. günlerin öğrettiği yetişmek istenilene. su kıyısında kağıt gemiler yüzdürmek ve batırmak gözyaşıyla geçen günleri. eline geçmeyecek kocaman tuzdan uzak tutulan bir yaradan başkası. sen yüzümün gülümseyişini dondurma, asılı kalmasın yalnız bir tebessüm. üşüyen ellerini uzat yanındayım. aynı manzara aylarca karşısında duracak boy aynasına bakar gibi görüp hüzünleneceğin. ben ki yolu uzatanlara bilerek gönül verdim. türlü şiirler ezberledim. kiraz mevsiminde kavuşmayı umdum. bekledim. susma yalnızlığımı yanındayken çoğaltma.


Susar içerleri!.. düşleri akar, akar da demir raylarından süzülür, dolu dolu vagonlarıyla yeni iç kentlere düşürür yolunu ... Üstelik sever de bu yolları.



“öldüğümde ağlamadım”

ah bellek, acı bellek!
hem arısın sen
hem kim bilir hangi gülden
kalma diken?”
Hilmi yavuz.


öykü başlığının altında ki dizelerle öykülerinin çoğunun şiir damarından beslendiği anlaşılıyor. yazım dilinin şiirselliği belki de bu damardan geliyordur belki de.

“dünya bazen uzun cümlelerle anlatılmayacak basitlikte”

Derken, hayatın yaşa başa baktırmadığını, yarım kalan yaşanmışlıkların insanı derviş bile yapabildiğine şahit oluruz.
Diriyken bile insan, hiçi hiçine bir çürümedeyken zaman içinde… Kendi isteğiyle girmemiştir o bulanık suya ve taşmasından anlarız ki ölümün soğuk yüzünü, ölünün kendi sesinden vermek de yüreklicedir.



“kenardan bakanlar suyun dibini göremiyorlardı. sonsuza kadar burada kalacak, çürüyecektim. kurbağalar yumurtalarını bırakmış kenarda vıraklıyorlardı. birkaç gün sonra moraran ve sararan ellerimi böcekler didiklemeye başladı. oysa o akşam kremlerimi sürmüştüm üzerlerine özenle.

Öykünün başkahramanı bir kadındır ve çamurlu bir gölcüğün içinden olan biteni anlatıyordur. Ama ölü ama her tarafı şişmiş ve bedeni ters dönmüş biçimde.

Oraya gelirken gördüğü her şeyin ve bütün bir mahallenin krokisini çıkarır. Mahalle çocuklarını, boş arsanın yalnızlığını, kedilerin çöpü karıştırmasını, ana caddeden geçen arabaların karmaşasını hatta klakson sesine kadar gün içinde olabilecek her türlü sesi ve imgeyi sahneye yayar.

ana caddeden geçen otomobillerin o bildik sesi buluyor seni. ışıklı caddelerde dolaşmıştık. bir evin penceresini sonra perdenin çekilişini, ışığın yitişini de görmüştük. müziğin o duvarlaın ardından sokağa taşması da bildikti. kedilerin çöp kovalarında gezintileri, ıslık sesi, bebek ağlayışı, bir adamın karısına bağırması da geliyor sokaktan kulağımıza kadar. ya sen bunlar olurken susuyor musun? belki de beni sararken nasıl iteceğini düşünüyorsun.”


“hâlâ eskiden olduğu gibi çocuklar inşaat çukurlarına ilgi gösteriyordu. gazetelerde okunan üçüncü sayfa bir haber olacaktım hepsi bu. “


“içlerinden iri yarı olanı suya girdi üzerini çıkararak. bir süre sonra suyun içinden gövdem çıkarken açık gözlerimle gördüm yüzlerini. içlerinde o da vardı. iyice çürümüş yüzüme baktı başka biriymişim gibi tiksinti duyarak.”


Kısa metrajlı film kadar özgün görüntülerdir bize verdiği yazarın ve en baştan beri kulağa üflenen ninniden de başlayarak her tür histen nağmelere de bir sitemle bitirir ve kendi ışıklarını açtırır okuyucuya.. sessizce kalkılır sandalyelerden.

“beni itmeden önce kulağıma söylediğin şarkıyı hatırlamaya çalışıyorum.”

*


Kitaba ismini veren “uzak yaz” başlığının altında birikenlerse dip vurgunlarıdır


“yağmurun geleceğini bildirişi midir bulutların kararması?”

Bu kadar masumane bir cümlede derin kırgınlıkları hissetmemiz… ama bir o kadar da umudu görmemiz kaçınılmazdır. Çünkü yağmur hem hüzün, hem berekettir de iç dünyasında yazarın.
Ve yağması dinmeyen içinin!...

“karanlık o yolu geçip gitmiştir diğerlerinin peşinden. ayva çalılığında uyuyakaldığına mı kızmalısın, uzak yazlara mı?”
-hâla eskisi kadar yakın mıyım sana?
uzak bir şehir, uzak bir ülke, uzak bir kıta var seninle aramızda. ıslak bir gülüş; yağmurlu bir bakış, sıcak bir soba üzerindeyse yanan kestaneler… gitgide yakınım sana. kâğıttan bir mendil; para diye uzanan elinin ellerime değmişliği…tanımadık yüzlerin kederlerini saklıyorum, ışık sızmayan odalara. sardunyalar hızla sararıyor ve kuruyorlar incecik yapraklarından başlayarak. bir mevsim ancak bu kadar yalnızlık doğurur.

“yeniden çiçeklenecek dallar… koşmalısın şimdi başka evlere.”


Rahat yatağında ölüm ne kadar çekici gelir ki dirime, uzaklaşmışken kendinden…Belki de yazarın bizi götürmek istediği yer içidir. Şehirler, kırlar, yanan soba ve kavrulan kestaneler sadece birer simge olarak bilinçli seçilmiştir. Sürekli canlı duran yalnızlığına dokunan bir el istemediğini anlarız ama bir yandan da umut ağacı eker bahçelerinde… Üstelik ağaç simge olarak doğurganlığın ve köklü yaşamın en vurucu öğesiyken yanına yeni evler de inşa eder. yeni çiçekler…Yeni ölümlere rahat yatak hazırlayan yazı bekleyip durur… Yazarın hayata derin bağlılığıdır bu yine de.

“nefes nefese girerdim kapıdan içeri. her şey sessizdi evin içinde. masa, kanepe, ve örtüler. yaşanmışlık vardı hepsinde ama hepsi derin uykudaydı. hafif aralarsın kapıyı. yatakta uzanmıştır. sırtını görürsün yaklaşırsın biraz, yanına sokulmak akşamın karanlığını içinden söküp atsın istersin sıcaklığı ile ama rüzgâr onun saçlarından son kez geçerken, içindeki hayat kıpırtısını da alıp gitmiştir. birkaç saat önce, sen o ağaçların arasında saklanırken muhtemelen kapamıştır gözlerini. rahat ölüm dilemiştir hep. karanlık yolu o geçip gitmiştir diğerlerinin peşinden.”




“iki yüzlü arzuhalci”

Altı çizili ilk koyu başlığı ve kitabın içindeki diğer öykülerinde de olduğu gibi oldukça çok şiiri barındırıyor içinde.


“ah kalbim. yokluk, tenimi yalayıp geçen rüzgârın sesinde daha bir dokunaklı.”

“yokluk mudur? çoğu zaman içimize tüneyen?”
uğultularım artıyor.

“merdivenleri koşup üst kata çıksam, pencereyi aralasam. sana doğru kalbim.”

Böylesi bir çok satırı birbirine eklesek aslında hayatı şiirsel duyarlılıkla gözlemlemiş bir şair portresi de yakalamış oluruz. Kolay bir şey değildir her gözün göremediği ufak ayrıntıları uzun soluklu yazım diline çevirmek. Heyecanı hep yüksek tempoda tutmak ve yaşayan bir yazı duyurmak yaşanacak yeni mevsimlere.

Kitap içindeki diğer öykülerine gelince “serin bahçelerden geçerken” platonik sevdaların limon tadında biraz ekşi, biraz iştah açıcı tadını yaşatır okuyucuya. “kalmamış böyle aşklar” dedirtecek kadar..

“karyolanın soğuk demirleri”, “iyimser diyaliz merkezi”, “bendeki ömür ikimize yetse””yel değirmeni ve vişne ağacı”, “ah biriktiren kumbaradır kalbim”, “çizgili ölüm”, “rüzgârlı sokaklar”, mahallenin en mutlu ağacısın”, “senin gittiğin yöne doğru bakıyorum” “bebek”

kitaptaki diğer öykü başlıklarıdır ve hepsinde görsel ve içsel tadı buluruz çünkü iyi bakan bir gözün ve iyi bir duygu sarrafının derin kırıklarıyla dokunmuş örgüsel tarz ve o kırıkların içinde okuyucuyu saran birikmiş, biriktirilmiş sıcaklığı ve çocuksu titremeyi de vermiş. “uzak yaz” ve Serkan Türk’le tanışmak güzeldi.


2006 Aralık’ında Kül Sanat’tan çıkan ilk sıcak kışlı yazı(nı) olmuş Serkan Türk’ün ve okuyanları daha çok, pek çok mevsimlere çağıracağa benzer.

çoğu insanın unuttuğu, içindeki hüzünlü ve sessiz çocuğu ortaya çıkararak.





Ayşe Keskin

Eşik Cini Dergisinin 12. Sayısında Yayımlanmıştır.

24 Ocak 2008 Perşembe

Radyo Film Programı


Radyo Film / Serkan TÜRK
http://www.aktifradyo.com.tr/


Türkiye'nin en en uzun soluklu radyo programlarından Radyo Film Pazartesi- Perşembe akşamları 21:15 - 24:00 saatleri arasında yayımlanıyor. Edebiyat dünyamızdan şair ve yazarların seçkin eserlerinden örneklerinin yer aldığı programda; en çok satan kitaplar ve dergi tanıtımları yanı sıra, dinleyici mektupları ve elektronik postalara da yer veriliyor.

Her programda genç şairlerimizden birinin şiirleri okunuyor ve hakkında kısaca dinleyenler bilgilendiriliyor. En çok şiirinin duyduğunuz bazı isimler şöyle: Ayşe Keskin, Barış Ağır, Bilal Kolbüken, Birhan Keskin, Can Bahadır Yüce, Çiğdem Sezer, Derya Önder, Ertan Yılmaz, Ercan Yılmaz, Gonca Özmen, İbrahim Tenekeci, Kadir Aydemir, Onur Caymaz, Mehmet Şamil, Serkan Ozan Özağaç, Selahattin Yolgiden, Şeref Bilsel, Yılmaz Arslan, Zeynep Uzunbay...

Türk Edebiyatının en güzel öyküleri de bu programda dinleyenlerle paylaşılıyor.
A.Vahap Akbaş, Ayfer Tunç, Arzu Alkan, Ayşe Sarısayın, Bilge Karasu, Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, Ferid Edgü, Jaklin Çelik, Jale Sancak, Karin Karakaşlı, Murathan Mungan, Nalan Barbarosoğlu, Oktay Akbal, Orhan Pamuk, Refik Algan, Sadık Yalsızuçanlar, Selim İleri, Seyit Göktepe, Sevinç Çokum, Peride Celal, Tezer Özlü, Yavuz Ekinci, Yekta Kopan...

23 Ocak 2008 Çarşamba

Seyit Göktepe'nin "Ben Ol da Gör" Kitabı



bahar sabahları bahçeden kesilmiş birkaç gül koyuyorsunuz mutfak masasında vazoya. hemencecik gül kokusu doluyor mutfağa. gül kokusu gibidir taze kitap kokusu. içinize sinmesine izin verirsiniz. her cümle size başkalıklar bağışlar. incecikten bir rüzgârda başakların mırıltısı nı duyarsınız. duymaktır insanın yaşayan yapan.




kendini yazmak. olanı, olduğu gibi defterlerine yazmak. çikolata kağıtlarını, yaz'ları, bir ömür boyu aslında hep çocuk kalacak olanı yazmak. onun yaptığı da bu, düpedüz kalbini kanatıyor kelimelerin. esases kelimeleri rahatta gibi görünse de, hep esas duruşta kahramanları. ceplerinde kuşüzümleri olan kahramanlar hayal ediyorum okurken. oysa kimi savrulan hayatları şiirsellikle anlatıyor bize. yanyana yaşadığımız bir komşumuz oluveriyor teninde gül izleri. diken kokusu teninde.




beklemek sessiz geceyi. uzak yerlerdeki ışıkları görmeye çalışmak. uzak yerlerdeki hayatın atışını duymaya zorlamak kendini. geçmiş yılların içinden çıkıp gelen kalp atışlarını düşürmek sayfalara. dokuz öyküsüyle genç bir yazar giriyor kapınızdan. ben ol da gör diyor okuyucusunu üçüncü kez selamlarken. daha önce ilkyazların anısıyla ve defter ve çikolota'da sergilediği iyi öykücülüğünü yepyeni kitabı ile birkez daha biz okurlara gösteriyor. yky'ndan çıkan ben ol da gör adlı kitabı seyit göktepe'nin uzun yıllar türk edebiyatında var olacağını gösteriyor. ilerleyen günlerde daha kapsamlı bir yazı yazarak sizinle paylaşacağım.

16 Ocak 2008 Çarşamba

Öykü Kitabımla İlgili Söyleşi


Rüzgârlı Camlar için çok kısa bir süre kaldığını öncelikle söylemeliyim. Geçen sene Uzak Yaz'ın çıktığı günlerde Ercan Yılmaz'ın benimle yaptığı bu söyleşiyi ekliyorum bloga.




Kül Öykü Gazetesi
Ercan YILMAZ
Serkan TÜRK’e soruyor.

· Sevgili Serkan, Necatigil’in tavsiyesine uymuşsun; -‘hüznün keyfini sür’üyor gibisin…

Hüzünlü olmanın, hüznü yaşıyor olmanın rahatlatıcı bir yanı var. Kendimi daha rahat hissediyorum. İçimdeki insanın ben’imi rahatsız etmesine dayanmayı deniyorum. Dayanmayı başardığım sürece içimdeki tüm yerlerimi görebileceğim.

· Uzak Yaz’da, Dünya’yı değiştirmek isteyen değil, sadece ‘temâşâ’ eyleyen bir yazar var. Bu ‘temâşâ’, seni yer yer metafizik-olan’a doğru da sürüklüyor sanki.. Ama Nâilî gibi ‘âlemin mest eden nakışlarını’ ‘bir özge temâşâ’ ile geçmiyor, sanki o ‘temâşâ’ esnasında eriyip gidiyorsun…

Birer pencere var önümüzde. Kimi otobüsün, kimi trenin, kimi bir lokantanın camından dışarıyı seyrederken, dokunulmak istenen sayısız görüntünün içinden bazılarına seyirci kalıyoruz. Bir bekleme zamanından geçiyoruz. Senin dediğin gibi belki zamanın ara odalarında soluklanıyoruz. Her bir öykü kendi zamanından çıkıveriyor. Kimi gün gökten, kimi gün geçmişten alacaklı olma durumu bu.


· Uzak Yaz’da dikkati çeken bir diğer nokta da, birçok öyküne epigraflarla başlaman. Alıntı yaptığın Haydar Ergülen, Hilmi Yavuz, Cemil Meriç, Can Yücel, Oruç Aruoba, Edip Cansever, Çiğdem Sezer, Behçet Aysan ve Hamit Macit gibi şair ve yazarlarla nasıl bir akrabalığın söz konusu? Ayrıca bu isimlerden Cemil Meriç hariç diğerlerinin şair oluşu genellikle şairlerden beslendiğin anlamına mı geliyor biraz da?

Yazarlardan çok şairlerden beslendiğim doğru. Bir dizenin sizi alıp götürdüğü yer bir öyküye sığamayacak kadar geniş olabiliyor. Şairlerim, sözcükleri paylaştığım akrabalarım hepsi. Ruh akrabalığımız yıllardır sürüyor. Büyükbabam sigarası için ‘tek arkadaşım’ derdi. Hiçbir şair yüzüstü bırakmadı beni.

· Hemen her öykünde birtakım kelimeler var ki, senin için özel bir anlamı olmalı bu kelimelerin. Bahçe gibi, ağaç gibi, bavul, hüzün, balkon, sardunyalar gibi.. Ne ifade ediyor bütün bunlar senin için?

Bahçe başlı başına benim için önemli bir hazine. Latife Tekin’in Unutma Bahçesi isimli romanı yayımlandığında bu adı kullanmasına ne çok kızgınlık duydum bilemezsin. Bana ait bir isimmiş gibi sahiplenmiştim bahçeyi. Diğer söylediğin kelimeler de sardunya, balkon, hüzün ben’imin toplamı gibi. Gökyüzüm hepsi.

· Yer yer Sait Faik’i andıran bir tarzın var.. Öykülerinin çoğunda olay, zaman ve mekân sanki silinip gitmiş ya da erimiş gibi..

Olayların zamanlarını bir öğle sonrası, akşamüzeri veya sabahın erken saatleri diye belirtmiş olsam da bunun bir önemi yok aslında. Neyin ne zaman olduğundan çok içimdeki yansısın istiyorum sözcüklerle. Söylemek istediğim, üzerinde durduğum şeyi anlatmak derdindeyim. Sait Faik gibi güçlü bir kalemin yolunda ilerlemek isterim. Ama yazdıklarımın şu ya da bu kişiye benzerliği üzerine kafa yormadım.

‘Hatırlama’ ile ‘unutuş’ arasında kurulmuş bir kitap Uzak Yaz; sanki Zaman’a geri kalıyor; Dil için hep ileri gidiyor…

İnsan, zaman geçerken kendi ile bir hesaplaşmak zorunda kalıyor. Eğer kendine bir yerden durup rahat bakamıyorsa, yaşamını hep bir organdan noksanmış gibi tamamlamak zorunda kalacaktır. Yer yer hatırladıklarımızı unutmaya çabaladıklarımız ile değiş tokuş ettiğimizin kanısındayım. O arada bir yerde Uzak Yaz duruyor.

· Ve şiir… Birçok öyküde dizelere rastlamamız bir tesadüf olmasa gerek…

Aslında şiiri ben’ime yazmaya başlayalı yirmi yıl oldu. İlk önce onlarca defter doldurup şiir yazıyorum sandım. Sonra şiir’in kıyısına kadar gelip öykü’de karar kıldım. Her bir öyküme düşmüş birkaç dal parçası varsa bundan olsa gerek.

· Sevgili Serkan, bu kadar ‘kırılgan’ olmak; -bu, öykülerin için bir tehlike oluşturmuyor mu? Zira kimi yerlerde Duygu Dil’in önüne geçiyor!

İkisi neden ayrı olsun? Dil kendi kurgusunda naif öyküler yazdırıyorsa önüne geçmek istemiyorum. Okuyucu kötü olmuş diyebilir. Ben onların değil kendimi yazmanın derdindeyim. Her okur kendi öyküsünü okumak için sayfaları çevirse bile benim öyküm onlara yenilerini hatırlatacak.

· Öykülerde hep bir ayrılık-veda, kıyıda durma-içe kapanıklık, gözyaşı-hüzün, sahip olamama-umut var.. Bilinçli bir kurgu mu bu, yoksa ‘her şey olayların normal akışına dahil’ mi?

Bir sabah uyandığınızda perdeyi çektiğinizde karşı dairenizin boş olduğunu görüyorsunuz. Hiç konuşmadığınız hatta selamlaşmadığınız insanlardan bahsediyorum. Orada olmaları size güven veriyordur aslında. Oturup kederleniyorsunuz okuduğunuz bir haberden sonra. Düğünlerdeki veda sahneleri de çok sarsıcı bir görüntüdür benim için. Mutlu bir şeyin içine gözyaşı sızabiliyor. Tam göğsünde büyütürken hayalleri o uzaklarda yaşamayı göze alıp gidebiliyor. Sonra siz bir eşyanın durduğu yerden içinize baktığını düşünürsünüz. Orada yaşayıp giderken sorunsuzluk ırmağının yanı başında kâğıt gemilerde yüzdürülür.


· Nereye ya da kime düşüyor Uzak Yaz’ın gölgesi?

Kitapta olmayan bir metinde şöyle diyor hikâye kişisi, biri gelip gölgesi ile huzursuz edecek beni diye çok korkuyorum. Bazen tetikte beklersiniz. Hayat ani olaylarla allak bullak ederken içinizi de karşısına dikilip hesap soramazsınız. Yeniden kurarsınız, dağılan parçaları bir araya getirmeyi denersiniz. Elbette uzak yaz’da gölgeler hayatlarımız üzerine düşüyor. Eski evlerde özellikle duvarlarda üzeri örtülü fotoğraflar vardır. Dönüp bakmayı içimizden geçirsek de tedirgin oluruz. Geçip giden ruhlar bize gözleri ile oradan bakıyor sanırız. O yüzden daha çok o fotoğraflarda kalanlara düşüyor benim öykü kahramanlarımın gölgeleri.

· Yıllardır radyoculuk yapan biri olarak, bir şekilde tinsel diyebileceğim bir bağ kurduğun insanlarla ya da dünyayla, kitabın oluşumu arasında ilginç ve gizemli bir bağ var sanırım.

Bazı öykülerin bu paylaşım dilimlerindeki izleklerden sonra veya o an yazılmaya başladığına şahit oldum çoğu kez. Birilerine bir şeyler anlatırken aslında kendimle yüksek sesle konuşurken yazdımdı çoğunu. Kelimelerin sihri onlarla birlikte olduğum zamanlarda anlattıklarımdan yola çıkarak yaşadıklarına yansıdığını gördüğümde bu bağın ne kadar güçlü olduğunu anlayabiliyorum.


· Son dönemdeki genç şair ve yazarların çoğunun eserlerin de varoluş çırpınmaları görüyoruz; hiçlik, hoşnutsuzluk, kaos, bunaltı, bulantı gibi… Uzak Yaz, bu durumun uzağında bir kitap. Acının ve hüznün dinginliği, deyiş yerindeyse huzurunun, güz güneşinin sırtımızı ısıttığı gibi içimizi ısıttığı bir kitap Uzak Yaz…

Acım benimdir. Atmaya kıyamadığım tüm eşyalar gibi bir çekmecede zaman zaman açılıp kurcalamaktan bir çeşit haz alıyor olmalıyım. Bak diyorum bunun üstesinden gelmişsin, bunu da aşınca iyi hissedeceğin zamanlar gelecek. Acı ve hüzünle kendimi terapi seanslarına sokuyorum. Bir dönem okuduğum kitaplardaki bu tür cümleleri daha huzurlu okuyabiliyorum. Hani bildik hikâyedir oğlunu kaybeden bir anne içindeki acıyı dindiremez ve kapı kapı dolaşır. Çarenin hardal tohumu olduğunu söyleyen bir bilgeyi dinler ve şehir şehir o hardal tohumunu aramak için insanlarla tanışır, acılarını dinler. Ve zamanla acısı azalır gider. Hoşnutsuzluğumu çok geride bırakmış olmalıyım ben de çok insan dinledim.

· Kitabın ilk öyküsü, ‘iki yüzlü arzuhalci’, ‘birkaç gün sonra bir boşluğa bakar buldular yüzümü’ cümlesiyle bitiyor. ‘iki yüzlü arzuhalci’, hep boşluğa mı bakıyor senin gözlerinle ya da senin gözlerinde? Belki de kahraman (iki yüzlü arzuhalci), yazar (Serkan Türk)ın gözlerinde var ediyor kendini.

O öyküyü yazdığım yağmurlu bir akşamdı. Ve boş gözlerle baktığımız hayatın aslında bir boşluğa bakar buldular yüzümü dedirtecek noktaya gelmesini kabul etmiyordum. Bir tür başkaldırıydı. ‘Oysa gidecek bir yer vardı ve sakladın benden’ der öykü kahramanı. Gidilen yer ölümün soğuk bahçesiydi. Oraya dikmiş gözlerini boşluğa bakarken, bir hayat akıyordur sokakta. Kaldırımda ellerine nefesini üfleyip ısınmaya çalışan insanların varlığını doldurmaya çalışıyordur gözlerine.

· Neden ‘bahçe’ metaforu Serkan? Mazi ile geleceği lehimliyor sanki senin öykülerinde ‘bahçe’. Ve Dıranas’ı dizesini biraz değiştirerek söylersem, ‘bir hüzün çığlığı içinde bahçeler’ bunlar.

Biz bahçelerde büyüdük. Bizi bir bahçe büyüttü demeliyim. Her kıyısında bir ağaç gölgesi düştü üzerimize. Kimi zaman o dallara uzandık küçük ellerimizle. Kimi zaman saklandık gölgesinde. Her çocuğun bir bahçesi ve ağacı olduğuna inanırdım eskiden. Şimdiki zamanda apartman dairelerinde yetişen çocukların balkonlarında iki saksı bile göremediğini düşündükçe o yıllardan çok söz açışım normal değil mi? İnsanlar özlediklerini anlatmaz mı hep?

· Küçük mahalleler, dar sokaklar, bahçeli evler… Mekân ve insan üzerine yoğunlaşıyor senin anlatın.. Bu kadar ‘hayat’ın içinde olmak neden?


O beyaz badanalı evlerde büyütünce insanlarımı, dar sokakları, bahçeli evleri, limon çiçeklerini göremeden yapamıyorsunuz. Bir yerlerde bekliyor o insanlar. Rüzgârın esip geçtiği avluları, su döküp dönecekleri bekleyen kadınları, çocukları anlatmak bir tercih meselesi olabilir.

· ‘işaretlere inanırdım eskiden beri’ diye bir cümle var ‘iyimser diyaliz merkezi’ başlıklı öykünde. Her şeye işaretmiş gibi bakan ve her şeye bilgece tahammül eden bir kalp ile yazılmış öyküler bunlar; -bir anlamda, çocukluk ile bilgelik’in kaynaşmasından doğan… Ne dersin?


Uzak Yaz’daki o çocuk eskiden beri işaretlere inanarak büyümüş. Gökyüzünü hesabından çıkarmadan bir bulut hareketine, bir kuş uçuşuna, bir yaprak kıpırtısına anlamlar yüklemiş ve öylece büyümüş zamanın beşiğinde. Belki yaşadığı koşulların etkisi ile yaşından büyük davranmak zorunda kalmış. Ve zamanın tüm önüne koyduğu acı tatları kabullenmesini bilmiş.


· ‘yel değirmeni ve vişne ağacı’ öykünü Çehov’un ‘Vişne Bahçesi’nin mütevekkil ve âsûde hüzün ırmağı besliyor mu dersin?

Çehov vişne bahçesini ölümüne yakın bir dönemde yazdı. Benim anlattığım öyküdeyse, ölümüne yakın bir dönemde bir yel değirmenini ve sahibinin birlikte yaşlanmasını konu ediyorum. Hüzünlü bir öyküdür. Bir yerde yıllarca dururken sizi etkileyen en önemli olayın ne olduğunu düşünün. Gencecik bir vişne ağacının köklerinden sökülmesi elbette çok hazindir. Ömrümüz gencecik fidanların köklerinden söküldüğüne ses çıkarmadan geçiyor belki. Birimiz o dalların kırılmasına kızıyoruz ve buduyoruz dallarını bir sabah. Hangisi vahşice olanı?

· ‘öldüğümde ağlamadım’ çok hazin, çok derin ve çok zarif bir ifade. Bütün kitabı özetliyor gibi…

Öldüğümde ağlamadım adlı öykümde bir kadının en güven duyduğu anda sevdiği adam tarafından boğularak öldürülmesi konu ediliyor. Bir ölünün dilinden yarım kalmış bir şarkının söylenmesi. Kulağın duyduğu, gözün gördüğü yerlerdeki boşlukları anlatmak derdindeyim. Bir an için huzur duydunuzsa gönlünüz rahat bütün sonlara hazırlanıyorsunuz. Kederlerimi bu yüzden severim.


· Ve Ölüm; o ‘herkesin ekmeği’ olan ve ‘meyvenin çekirdeğini taşıması gibi içimizde taşıdığımız’ ölüm! Uzak Yaz, biraz da ‘ölüm’ü mü imliyor ya da ‘ölüm’ün imlediği bir kitap mı ‘Uzak Yaz’?


Ölümün sokaktaki bir tabela gibi her an karşımıza çıkabileceğini şüphesiz biliyoruz. Her öyküde birden karşınıza çıkıyor ölüm. Çıplak ve tek hissediyorsunuz. Zamanın sararttığı tüm fotoğraflar eski yazlarda kaldı.

· Öykülerini yazıp bitirdikten sonra, onları mürekkepleri kurusun diye rüzgâra mı bıraktın sevgili Serkan?
Belirgin bir süreçte karaladıklarınız defter sayfalarında bir süre kalırken bazıları acele ile fatura dekontunun arkasına yazılmış oluyor. Bir kitabın içinde de duruyor bazı cümleler. Ve zamanı gelince yeniden kendini yaşanılır kılıyor.

· Uzak Yaz da Selim İleri tesiri var mı dersin?

Selim İleri en sevdiğim yazarlardan biridir. Onun Cumartesi Yalnızlığı’na benziyor benim Uzak Yaz’daki kalanlarım. Hep bir beklenti içinde olan insanlar. Bir tıkırtıya bir mektuba ölesiye ihtiyaç duyan insanlar. Hepimiz ortak kaderleri yaşıyoruz. Elbette tesiri vardır. Yaşasın kapı dürbünlerinden bakan yaşlı kadınlar.

· Ve çok özel bir soru: Neden incir ağaçları?

İçten içe kuruyan bir ağaçtır incir. Biz erkekler olarak derdimizi kederimizi rahatlıkla ifade edemeyen insanlar olarak yetiştiriliyoruz Türk toplumunda. Daha çekingen, daha içe dönük. Ve durup dururken kuruyoruz genç yaşlarımızda. Elma ağacı olmayı başkalarına bırakıyorum. Diyorum ya: ‘hayat ağaç olma hakkını vermez bize, kimine düşen bir ağacın gölgesinde dinlenmek.’

· Okuyanın, kalbini rüzgârın ve bahçenin harfleriyle yeniden yazacağı bu kitap için çok teşekkürler Serkan Türk kardeşim…

Ben teşekkür ediyorum zarif soruların için.

Rüzgârlı Tırpan

Rüzgârlı Tırpan


Sürekli Tezer Özlü'yü düşünüyorum. Senin doğduğun yıl öldü o. Tutup en çılgınca gelen bir şeyi normalmiş gibi yapabilirdi. O yüzden yaşamak zor geldi ona. Zamana yayarak öldürdü kendini. Zaten her insan biraz böyle ölmez mi? Kızıl saçları omuzlarının üzerinden dökülüyor-hep öyle görmek istediğimden olabilir. Belki hep aynı fotoğrafa baktığımdan.- Ben yaşlanırken, o hep genç bakıyor zamanlar ötesinden. Oysa ölenlerin fotoğrafları sararırdı. Bir kitabın kapağında durduğundan mı nedir hep bir gülümseme var yüzünde.

Tahta evlerin olduğu tepelere doğru koşuyor ince bacakları ile küçük bir kız. Havuzun kenarında oturmamış mıydı? Kalkıp oradan, kasabayı çevreleyen yeşilliklerin göründüğü yolda duruyor kımıltısız. İçeri bakmak isteyip başını geri çekiyor pencereden.- Hep dışarıya bakılır pencerelerden.-köpek tam tersine hareketli daireler çizerek ilerliyor orada. O an söylüyor belki “elimin nereye değin uzanabileceğini bilmiyorum”. Belki kuruduğunu sandığı o nehre doğru uzatmalıydı elini. Gökyüzünde beyazlıklarını yitirmeye yüz tutmuş iki bulut kümesi.-Gündüz yağan yağmurları görmüyorsun sen. Bu kadar uyumamalısın.- Saatlerce yağdığı olur. Sokaklar değen her damlayı uzun parmakları ile tutup götürür ağzına. Yaz günleri, tren rayları ve sonsuzluk duygusu yitip gidiyor.



Berlin’de dolaşıyoruz onunla. Sokaklarında yaşlı insanların çok olduğu bir öğlen sonrası güneşe bakıyoruz. Bir gece önce günün ölmeye çalıştığı saatleri zor geçirdiğini fısıldıyor bana. İnsan bedeni eskidikçe başkaları ile uçurumumuz büyüyor. “eski aşk” meyhanesinde sokağı gören bir masada oturuyor, duvardaki resimlere bakıyor. Barın gerisinde gençken gördüğü adam yaşlanmış, pazıları atletinin kolundan dışarı fırlamış. Şimdi çocukları barın önünde hizmet ediyor. Elli yıllık bir meyhane masasında otururken, onun içindeki duvarların ne kadar dar olduğunu fısıldıyor. —Yaşamı bana bu kent hatırlatıyor, bu kent ölümü fısıldıyor her seferinde. Seninle dolaşabildiğimiz çok az yer var bu kentte. Denizin üzerinde yalpalayan kayıkların arasında oturmuştuk bir keresinde. Sonra daha önce hiç girmediğimiz dağ yolunda karanlığa karışmaktan çekinmeden ilerlemen. Az ilerideki kenti görmüştün. Bildiğin yerlerdeki kadar rahattın o yüzden.



İki küçük çocuğun bahçedeki üzüm sepetinin altındaki oyununu bozuyor biri. Hızla oradan mutfak kapısına kadar koşarak geliyor küçük kız. İçeri girdiği gibi gördüğü büyükanne karnına bir bıçak dayamış tezgâhın önünde hareketsiz duruyor.-Eski Bahçe-Eski Sevgi kitabındaki hikâyesinde- başka bir an beliriyor. Büyükanne çukur kazıyor o yaşlı cılız kolları ile. Derileri iyice kemiklerine yapışmış, tüyleri sararmış. Yanına uzanıyor çocuk hali ile Tezer. Elma ağacının arkasında durmuş onlara bakıyorum. Tülbendi rüzgârda uçuyor. O çukura büyükannenin yanına uzanmasını garipsemiyorum. O dağların ardında yitip gidemeyeceklerini, en azından düşüncelerimle onları o çukurdan çıkarabileceğimi sanıyorum.



Çok sonra o şokları yaşarken, kemerle yatağa bağlanmış bir kadının kendi kendini iyileştirebileceğini sananlar yanıldı. Her sarsıntı yeniden başka birine dönüştürürken bilincini, yitirip kazandığı tüm yaşam, onun ilaç şişelerinin dibinde bir aydınlığı aramadığını gösteriyordu.- Elindeki sigarayı hademenin sildiği yerde söndürmesine gösterdiği tepki sonra. Hiçbir yere konulmamış kül tablaları. Kolları ve bacakları kemerle bağlı. Hastanedeki herkesten yardım isteyen çığlığını, başka bir odadan gelen acıklı bir kadın sesi bastırıyor. Bir tür şarkı söylüyor kadın.



Orta Avrupa’da onun sevdiği kentte yeniden gün doğuyor. Balkona masa atmış mıydı? Gazeteden yıllar önce kestiği bir fotoğraftaki silikleşmiş insan yüzüne bakıp düşünüyor ilişkilerini. Hayalet Oğuz’un getirip bıraktığı valizdeki eşyalar sonra. Sanki ben açtım ve içindekileri ayırdım bir kenara. Hangi kitaplar çıkmıştı o kirli çorapların yanındaki valizden? Bir yerlere yazıp iliştirdiği notlara bakıyorum. Pavese, Hemingway’e 1948’de yazdığı gibi “Piedmontese tepelerini gördün mü? Onlar kahverengi, sarı ve puslu, zaman zaman da yeşil… Görsen severdin, Senin C.P.” Tezer Özlü, başka tepelere bakıyor, her birine başka bir renkte yalnızlık bulaştırıyor. Şunun gibi bir şey de yazmış olmasını isterdim belki. Her hangi bir tepeden bakarken, denizin maviliği gökyüzüne doğru kat kat başka türlüdür. Böyle olduğunu görsen sen de sonsuza kadar burada yalnız bir yatakta bir bedenin yanında uzanmasına razı gelirdin. Belki o zaman Vivaldi’nin müziğini yankıladığın duvarlar daha yaşanılabilir olduğunu fısıldayabilirdi. Hayat ölümlüyü doğururken biliyordu çığlık atması gerekir şaplaktan sonra. Attığın çığlığı duydum. Sen yaşamaya başlamıştın bile.







Senin doğduğu zamanlardan daha eskide kalan insanları düşündüğün oluyor mu? Ayhan Işık’ın ince bıyıklı hali… Yılmaz Güney’in elinde silah tuttuğu bir resmini kesmişsindir sen de çocukluğunda. Beyaz bir defterin içine gelişi güzel diğerlerinin yanına yapıştırmışsındır. Zaman, zamanın içinden fırlıyor şimdi. Tanımadık sesler, yalnız yazdıklarıyla, yalnız eski görüntüleriyle varlıklarını koruyorlar. Bu cümleleri yazdığım gün onun doğduğu şehre Kütahya’ya gitmeden bir arkadaşım beni ziyarete geldi, ellerinde papatyalar vardı. Vazoya koydum çiçekleri. Çocukluğundaki bahçede çiçekleri kesip pencere önündeki masadaki porselen vazoya koymuş muydu Tezer? Kokular çocukluğa çağırıyor ve hepsi naftalinli.



Otel odalarının o kimsesiz görüntüsü. Serin çarşafların üstüne uzanıp geçmişten bir yazarın peşine takılmakta neyin nesi? Onun dolaştığı caddeleri, gördüğü ağaçları, baktığı tepeleri, uzandığı çimenleri görmek. Yazdıklarında bir gerçeklik aramak, inanmak hepsindeki yalnızlığa… Üzüm bağlarının altında yeniden gerçek yalnızlığı keşfetmek- Sen de bir çatı katından bakıyorsun denize. Belli ki ilerideki ışıklara, evlere, balkonlara, sigaranın çıkardığı cılız ışığa, yüzlerce yıl önce ölmüş yıldızlara bakıyorsun. Uzaktaki yeşilliklere bakıyorsun. Nerede olursan ol yaşadığın şeyin kendine dokunmak olduğunu biliyorsun. Bu yüzden senin fotoğraflarına bakarken hiç gitmediğimiz yerlerde yaşadıklarını kendi hikâyem gibi görebiliyorum. – Sonra başka bir otel odası daha, yeniden gitme hissi veriyor.



Gökyüzü oturduğu terastan görünüyordur. Altında kalabildiği her an’ı bir tatil gibi yaşamak arzusunda konuşuyordur etrafındaki herkesle. Kim olduklarını, nereden gelip nerede yok olacaklarını umursamadan konuşuyordur onlarla.-Bir hikâyenin doğacağını anlar insan. O anlarda hikâyenin yönünü değiştirmek ister ve girer hayatların içine. Ben senin hayatına, günlüklerine sızmayı başardım mı? Ne diyeceğini biliyorken yine de soruyorum başkaca şeyler duymak için.-bir daha görmeyeceği o insanları dolduruyor hafızasına benim gibi. Tren yolculuklarını seviyor musun sen de? Çocukluğumda sadece filmlerde gördüğüm kompartımanların, yıllar sonra kaç defa beni bir yerden başka yerlere götürürken içindekilerle anlam kazandığını anımsıyorum. Orada tanımadığım yüzlere bakarken, geride kalan her şeye bakarken yeniden geri dönerim diye de düşünmüyordum. Onun yolculuklarından birinde babaları ile iki kız çocuğunun olduğunu, ellerinde hasır şapkalarını tuttuğunu ve onların denize gittiğini görür gibi oluyorum. O yolculuk bunun içindi. Kendi babasının onları götürdüğü yerleri yeniden anımsasın diye. Sevevo’nun kentinin rüzgârlarını hissetmek ve aynı zamanda diş ağrıları yaşamak.



Kafka, Sevevo, Pavése’nin ellerine uzanmak için geçip gittiği tüm yolları, tren istasyonlarını, seviştiği ve acı çektiği bütün günleri, çocukluğunu, ülkesinin tüm yokluklarını, devam eden savaşları, Leyla’ya yazdığı mektupları düşündüm uzun uzun. Yazılanlarda belli belirsiz bir geleceğe tutunma çabası. –Bir araya gelmekten, özlemekten bahsediyordu. Sen hiç kimseyi özlemediğini söylüyorsun her fırsatta. Belki de özlem duygusundan hiç ayrı düşmediğinden böyle değerlendiriyorsun içindeki durumu.- Deli gömleğini giydirir hademe, kollarını ve bacaklarını çekerek bağlar onu yatağa. Üç yatak var odada. –Bu kadarını bilmemizi istediğinden belki odanın içindeki üç yatağı, koridordan onu odaya sürükleyen hademeyi anlatır bize. Hastalardan, hemşirelerden, hatta gelen ziyaretçilerden yardım isteyen sesini işitmiş gibi oluruz. İşte o anlarda daha çok ölmek isteğini düşünüyorum. Bir süre sonra gözlerini sonsuza değin kapayacak. Issız kasabalardan geçen bir trenin içinde, belki ellilerden kalma bir otobüste yol alacak kendi sessizliği ile. Uzaklardan görünen ışıklar Anadolu’nun çok ötesinde. Seninle bir tren yolculuğu yapalım biz. Eylül her şeyin rengini ayrılığa benzetsin.



Benim görüntülerim de iç içe giriyor- S.Stefano Belbo istasyonunda inmiş, alanın ilerisin bulunan kahvenin önündeki sandalyelerden birinde oturup sallanmış. Tanımadığı insanlar arasında ne kadar rahat hissediyor kendini. –Trendeki Yunanlı delikanlının da omzuna yaslanmıştı dişi ağrıyorken. –Sevdiği yazarın hikâye karakteri Nuto, onun sandalyede salladığı sırada, başka bir yerde dükkânın önündeki ağacın altında oturup gazete okuduğunu düşünmüş müdür? Sonra 305 numaralı otel odasında kapıdan adımı atıp tahta yatağa baktığı o an, ölüm bütün binayı terk etmiş olmalı. Belki ileride bir yerdeki tepelerin ardında kaybolmuştu. Kendi bahçesini gece karanlığında bile çok iyi bilirken burada başkasının ülkesinde durup akşam rüzgârının fısıltısından anlamlar çıkarmaya çalışmıştır.



Mumlar odanın içinde yanıyor. Kadın haline, çocuk haline değiyor ışığı mumun. Sonsuz bir karanlık çökmüş avluya. Odadaki eşyaları, duvar saatini, bibloları, üzerinde el yazısı ile karalanmış mektupların üzerine boynu bükük gölgesi düşüyor ışığın. Sayısız cümlenin üzerinde ölgünleşiyor kara zaman. Kapatıp gözlerini bir teras düşünüyor sanırım. Camın önünde oturup bakıyor ötelere. Sayısız yer gezmiş, insanlarla konuşmuş, dünyanın tüm zevklerini tatmaya çalışmış olduğunu düşünmüş olabilir. O yüzden ölmek o kadar korkutucu gelmiyordur ona. Deniz’den sonrası ve öncesi arasında neler değişmiştir hayatında?- Bir çocuk büyür içinde. İrileşip dalından düşmeye hazır bir meyve gibiyken alırlar ellerine küçük bedeni. -Başını buz kütlesinin içinde saatlerce tutamayacağını söylüyor hemşireye.- Hepsini hayal meyâl mi hatırlıyor orada dururken? Deniz büyüyorken ya Tezer ne olmaktadır?



Tezer önündeki yaşamı dalgakıranlarla koruyamadı. O, kendi dünyasından kabuklarından dışarı çıkmak için sürekli gagalayarak hayatı yaşamayı/ölmeyi denedi. Sürekli şoklar gören bedeni yenilmek için hazırdı çoktan. Oysa antik bir tiyatronun basamaklarında oturmuş güneşin dağları bürüyeceği renkleri görmeliydi. Senin doğduğun yıl ölen bir kadını düşünüyorum. “Şimdi gözümün önündeki görüntüler renkli kırları andırıyor. Korkacak bir şey yok. Kırlarda koşuyorum. Sanki bir deniz kentinde yaşamıyorum. Hep kırlar. Esintiyle birlikte eğilen otlar arasında bir başımayım. Birazdan ölüm beni alacak”. Söylediği gibiydi o şubat. Tüm acılarını bir yana bırakıp yaşamaya tutunmaya karar verdiği anda rüzgârlı tırpan biçip gitti çayırlarını.




Kitap-lık Dergisi Kasım 2007 sayısını yer almıştır.

Soluyorsun

Soluyorsun

konuşmuyorum seninle tutup ölüyorsun
ellerin kuş tüyleri d/oluyor öldüğünde.
kumrular havalanıyor çam ağaçlarından
yağmur az önce yağmış
seslerini nereye kaldırıyorlar?
nereye düşüyor göğsündeki o çukur?

fotoğraflarda kalan silik gözlü çocuk s/oluyorsun
bir deniz günü ellerinde çakıl taşları ve kayabalıkları
uzun çizmeleriyle balıkçı gözden henüz kaybolmamış
ölü dalgalar, usulca değiyor çıplak ayaklarıma

arkamdaki kumluktan geçiyorsun
sonra tutup ölüyorsun bir kaç kuş için.


Göğebakma Durağı Dergisinde yayımlanmıştır.

Başka Bir Ülke'de, Katya'nın Yazı



Başka Bir Ülke’de, Katya’nın Yazı

Serkan TÜRK


Elinizin altında evirip çevirip bir kenara koyduğunuz sayısız kitap orada masanın üstünde, raftaki yerinde okunmayı bekliyordur. Bir gün başka bir nedenle-içine koyduğunuz bir fotoğraf, telefon numarasını kaydettiğiniz bir kâğıt, belki üç beş cümlelik bir not için- aralanır. Sonra o notlar içinden alınmışken araladığınız sayfaya göz atmak geçer içinizden. Rasgele okuduğunuz o ilk cümle sizi diğerlerini de okumaya zorlayacaktır. Öykü kişisi kitapta başka bilmediğiniz bir ülkenin soğuk kışlarını anlatırken, siz yaz günlerinin sıcağında kumların üzerinde serinlemeye çalıştığınızı düşünmezsiniz benim gibi. Katya’nın buzların altında yıllardır duran diri bedenini düşünmeden edemezsiniz. İlk gençliğin coşkusu içlerinde, dağ tepe aşarak bir kentte ömürlerinin geri kalanını geçirmeyi mi düşünerek yola çıkarlar? Okuduğum satırlardan anlayabildiğim o yolculuğun son gününde duyulan kahkaha sesini, bir çığlığın takip ettiği. Buz kesmiş yüz ifadesi ile arkasından bakan rehberin duyduğu korku.


Yıllar sonrasından başlıyor öykü. “Bayan Mercer içeri girdiğinde kocasını iyi görmedi”. İlk cümle ile başlar gerçek öyküler. Kendini yazdırdığı gibi okutuyor da olmalı. Dışarıdan gelen kadının, kocasını nasıl bir durumda gördüğü üzerine düşünmenizi sağlar ve türlü varsayımlarla sizi içine çekmeyi başarır. Ben ilk cümleden etkilenip mi okumaya devam ettim öyküyü? Hayır demeliyim. “onu bulmuşlar” dedi adam. Bu cümle uzun süredir aradığımız bir sorunun cevabını duymak istermiş gibi durdurdu beni. Bayan Mercer’in “kimi bulmuşlar” diye sorduğu o odanın içinde, birkaç eski koltuğu, duvarlarında sayıları hayli çok fotoğrafları, eski siyah beyaz bir televizyonu düşünmek bana kalıyordu. “Katya”yı yanıtını adamın yaşlı dudaklarından sevdiği bir sözcükmüş gibi çıkardığını duyumsayabiliyordum.


Geçen yaz Mağosa’da, o kumsalda ayaklarımı kumların içine sokmaya çabalarken elimde bulunan kitabın karakteri Katya’nın fırfırlığı eteği ile-şimdi öyleydi diye düşünüyorum.- bisikletin üzerinde genç doktorla ağacın altında karşılaştıkları öğleye doğru gidiyorum. O genç ve güzel, en önemlisi diri bir kızken bu kitabın Katya’sı ile karşılaşmamız kayıp biri ile yeniden buluşmaya benziyor.


Adamın elinde bir mektup, mutfak masasının önünde durmuş anlatıyor Bayan Mercer’e. Kadın “bu adı unutmam imkânsız daha önce bahsetmedin” diyor. Adamsa her şeylerinin paylaştıkları hususunda arka arkaya birkaç cümle daha kuruyor. Bir mektup aldığını anlıyoruz sonra, elinde gözlükleri ve o zarfı tutuyor. Burada kapamalı mı kitabı, yoksa o mektubun sonunda mahrem bir yaranın kanadığını mı okumalı? Oysa ilk paragrafta genç kadının buzların altında kalmış bedeninden bahsetmiştim. O yolculuğa başladıklarında heyecanlıydılar. Her geçtikleri kasabada biraz daha hedefe doğru ulaşmış olacaklardı. Ellerindeki harita bir süre sonra işe yaramaz olmuş, sora sora yollarını bulmaya çalışıyorlardı. Bazen bir rehber onlara eşlik ediyordu. Olayın olduğu günde rehber onlarla birlikteydi. Genç kadınla aynı dili konuşuyordu rehber. Adamsa yeni öğrenmeye başladığı o dili tam anlayamıyordu. Arkalarında kalmayı tercih ettiğini söylüyor.-herkesin çok eğlendiği fakat sizin daha çok içinize kapandığınız o anlar en çok sesinizin çıktığı zamanlardır aslında. Garip bir kıskançlık çöreklenir mi içinize?- adam kıskanmadığını ama geride kalmayı tercih ettiğini söylerken gerçekten böyle mi düşünür bilemiyorum. Gece yarısı Bayan Mercer’in yanından kalkıp onun kitabını, fotoğraflarını bulmak için karanlık odasından bir hayalet gibi çıktığında öyle olduğunu düşündürüyor. Buzul çağların içine yuvarlanmadan hemen önce küçük sırtındaki çantasında taşıyormuş eşyalarını. Sayfa aralarında yassılaşmış yılanotları vardı. -bende severdim çocukken kitapların aralarına böyle çiçekler, yapraklar koymayı. Bazı kokuları şimdi bile içimde hissedebiliyorum.- İtalya’ya doğru gidiyorlardı. Son yapacakları tırmanışla hedeflerine ulaşmayı düşünüyorlardı ama o gün öyle olmadı.


Bay Mercer’in elinde tuttuğu fotoğrafta Katya aynı olduğu gibi çıkmıştı. “Uzun bir etek giymiş, ince, gülümsüyor.” Ya benim o kumsaldaki kitabımdaki Katya? Genç doktor kasabanın uzağındaki evlerine gitmeye başladığında o özel bahçesine onu götürürdü. Evin arka tarafındaki patikayı biraz geçince, orada özel bir köşesi vardı. Birbirlerine dokunmadan saatlerce konuşarak zamanı tüketiyorlardı. Sürekli odasında kitaplarına gömülmüş yaşlı babasını da anımsıyorum. Tıpatıp kendisine benzeyen erkek kardeşini de.- Oysa Başka Bir Ülke’nin Katya’sı yapayalnız.

Bugünle arasındaki tek bilinen bağ Bay Mercer’den başkası değil. Belki o yüzden onunla ilgili mektubu aldığı gün çok huzursuz olmuş ve tüm anıları yerlerinden çıkarma vaktinin geldiğini de düşünmüştür. “Katya’m hamileydi” dediğinde karısının gözlerini görmeye çalışıyordu. Sanırım mutfak masasından kalkıp yediği tabağı yerine koyup oradan çıktı kadın. Sonra ki günler daha az konuştular. Aynı evde yaşıyor, birlikte yatağa giriyorlar, yemek hazırladığında kocasına sesleniyordu ama bir sessizlik tüm evi kaplıyordu. Yaşları iyice ilerlemiş iki insan geçmişlerinin tüm hayal kırıklıklarından muhtemelen arınmak istiyorlardı. Altı haftalık olan bebeği düşünüyordu adam. Hatta bunun için tavan arasına çıkıp orada bir şeylerin arkasında kalan bir ansiklopediyi bulacak ve cenin fotoğraflarına bakacaktı, gerçek bir bebeğe bakar gibi. Tavan arasında günlerce kaldığı o dönemde birlikte yaptıkları o yolculuğun her bir parçasını yeniden anımsıyordu. O son uyandıkları güne dönmek mümkün olsaydı… Oteldeki yataklarından her zamankinden erken mi kalkıp yola çıkmışlardı. Bazen çok erkenden yola çıkarlardı. Önce Bay Mercer’ mi uyanıp bakmıştı Katya’nın yirmi yaşındaki güzel yüzüne? Belki siyah saçlarına da parmakları dokunmuştur. O yaşam dolu gözler aralandığında ışımış da olmalı.


Katya’nın Yazı*’ndaki doktor patika yoldan her geçişinde başka bir şeyler karşılaşıyordur. Yağmur yağsa orada misafir edilebilir, ertesi sabah birlikte kasabaya dönebilirlerdi. Kimsenin ne dediğine aldırmayan bir kızdı Katya. Bisikleti ile kasabaya gelir, alışveriş yapar, sonra geri dönerdi. Bazen birlikte çay içtikleri cafedeki oturmalarını saymazsak hiç kimse ile konuşmak zorunda değildi. Ona göre daha kapalı erkek kardeşi, sürekli üst kattaki çalışma odasında olan akli dengesi tam olarak yerinde olmayan babası dışında bir dünya keşfetmesine neden olan genç bir doktor.-bitmesin diye sıkça ara veriyordum kitaba. Tuzlu denizin içinde çok kalmamaya özen gösteriyor, yakıcı güneşin altında şemsiyenin gölgesine doğru uzanıyordum. Ötede bir yerlerde başka bir dünya vardı görüyor ama içine karışamıyordum.- Belki Katya gibi sürekli yer değiştirmek zorunda kalarak yaşayacaktım. Yanımdaki yüzler sürekli değişse de içimdeki yalnızlık aynıydı.


O sabah Bayan Mercer’in dış kapıdan çıkmasından hemen sonra, eski harita elinde göründü Bay Mercer. Kısa bir not yazıp gitmek zorunda olduğunu, geri döndüğünde her şeyin düzeleceğini karaladı bir kâğıda. Yeniden onunla karşılaşmaya hazır mıydı acaba? Küresel ısınma sonucu buzlar çözülmüştü ve çağlar ötesi kadar uzak bir zamanda kalmıştı genç kız. Hâlâ yirmi yaşındaki bedeni ile orada çürümeden duruyordu. Adam yaşamının son demlerinde bedenine sayısız kere sokulduğu kadına son kez bakacaktı. Elinde mektuplar ve fotoğraflarla aksi bir duruma karşı dünyadaki tek yakını benim demeye getiriyordu.


Kitabın arasındaki telefon numarasını almıştım. Okumaya başladığım o ilk cümlelerden sonra buraya kadar geldiğime göre Bay Mercer’in o uzun yolculuğa çıkıp çıkmadığını, Katya’ya son bir kez bakıp ağlayıp ağlamadığını da anlatmamı beklersiniz. Elbette bunu yapmamak için nedenlerim yok değil. David Constantine’nin “Başka Bir Ülkede” adlı öykü kitabının dilimize İnci Ötügen çevirmiş. On dört öyküden oluşan bu kitap, metis yayınlarından Aralık 2006’da basılmış. “Başka Bir Ülkede”, okumanızı salık verebileceğim türden bir kitap.




*Kaytanın Yazı: “Trevanian” takma adlı ünlü Amerikalı romancı Rodney Whitaker’ın kitabı



Kül Öykü Gazetesinde Yayımlanmıştır.

Ömer Kaya yazdı: ÇIKIŞI ARAYANLAR İÇİN BİR ROMAN: AUSGANG

Romanın Konusu: Alışılmış düzende olaya yaslanan, kolay özetlenebilir pek çok metin okumuşuzdur. Bu minvalde çoğu metin, toplumsal bir mesel...