15 Ekim 2012 Pazartesi

Uzak Yaz Üzerine-Karin Karakaşlı'nın Kaleminden


Serkan Türk'ün yeni baskısını yapan öykü kitabı Uzak Yaz, lirik ve yoğun anlatımı ile dikkat çekiyor. Uzak Yaz'ı okuyunca, kendi acılarımızı sahiplenmeyi öğreniyoruz. Kim bilir bizim çocukluk bahçemizde neler saklı...
Bir kitap yıllar sonra yeni baskısı ile okurların karşısına çıktığında, insan eski bir dostu yeniden bulmuş gibi olur. İlk baskısını 2006'da Kül Sanat'tan yapan ve Serkan Türk'ün de ilk öykü kitabı olan Uzak Yaz, bu kez Yitik Ülke Yayınları'ndan karşımızda. Henüz keşfetmemiş olanlar ve yeniden görüşmek isteyenler için bir fırsat var artık. Serkan Türk doğduğu ve yaşadığı Trabzon'da, yıllardır hem radyo programları hem de editörlüğünü üstlendiği Ada dergisiyle iki ayrı koldan dünyalar kurmuş bir isim. Bağımsız kalıp kimsenin bahşetmediği yaşam alanlarını korumanın ne zor olduğunu hepimiz biliriz. Bu inançlı inat, Türk'ün edebiyatında da var. Serkan Türk, bir de kitap yazmış olmak için değil, o kitaplarla kendi kainatını kurmak, orada önce kendisi soluklanmak için yazıyor. Uzak Yaz neyi anlatıyor deseniz, öyle bir cümleyle kesinkes ve pat diye söyleyemem. Zaten Uzak Yaz, "konu özeti" kavramının iflas ettiği, insanı edebiyattan soğutan derslerin müfredat programı dışında kalan bir noktadan sesleniyor. Burası hayat ve edebiyatın kesiştiği o belirsiz ve büyüleyici ufuk çizgisi. Çağrışımlarla hareket eden bütün bu öyküler, yazarın meramı dışında okurun kendi öykülerine de açık. Ne de olsa hepimiz denizde sektirilen o taşın ortaya çıkardığı halkalar misali, birbirimizden yeni öyküler çıkarırız. 

DEĞİRMENİN VE AĞACIN SESİ 

Serkan Türk'ün öykü dünyasında insanlar kadar mekanlara da yer var ve bu mekânlar, arka plan görüntüsü olmaktan çok, bir hayat damarı olarak yer alıyor. Kaç kuşağı eskitmiş, emektar bir yel değirmeni bütün bir hayat döngüsünü paylaşabiliyor, örneğin ve onca yıkımdan geriye en çok yakınındaki genç vişne ağacının kökünden sökülüşünde hissettiği sızı kalıyor. Derken başka ağaçlarla tanışıyoruz, incir, elma, mandalina... Her biri başka bir gerçeklikten sesleniyor da en çok incirin sesi kalıyor bizde: "Çabucak kuruyan bir ağaçtan gelir neslim. İçten içe kuruyan/ susan bir ağaçtan. İncirim. Kör olası bir incir. Dayanıklı incir. Hem ağacım, hem değil. Dinlensem bir ağacın gölgesinde." Dar sokaklardan, serin avlulardan, kuytu bahçelerden geçeriz. Ve o ses, koku, doku mutlaka bizimle kalır. Bunca ayrıntıya özen gösterilince, sinematografik yönü ağır basan bir öykü dünyası çıkıyor karşımıza elbet ve biz bir sahnenin tam içine düşüyoruz. Bu sahnede zaman ve mekân alışılageldik anlamlarından sıyrılıyor. Geniş zamanlardan ve belirsiz mekânlardan yazıyor Serkan Türk. Hakikatin peşindeyken, ölçülebilir olana takılmadan ruh uzamından hareket ediyor. Bu boyut aynı zamanda hatırlayışın ve unutuşun coğrafyası. Tam da kendisinin bir söyleşide dediği gibi: "Yer yer hatırladıklarımızı unutmaya çabaladıklarımız ile değiş tokuş ettiğimizin kanısındayım. O arada bir yerde Uzak Yaz duruyor." Öykü karamanları birbirilerine selam ederek ilerlerken, kitap da bir bütünlüğe kavuşuyor, daha da büyük, derin bir girdap duygusu yaratıyor. Hesaplaşılmamış ne varsa, bellek bir otobüsün, trenin camlarından akan görüntülerden kendi çağrışımlarını seçerek, filmi çekmeye başlıyor. Onca bastırılmışlığa inat nice pişmanlık ve özlem yeniden diriliyor. Kaçınılamayan gerçeklerden biri de ölüm. Işıl ışıl toplanıp da kavanoza konduğunda umuda yakın duran ateşböcekleri, ertesi gün nereye bırakılacakları düşünülen bir ölüye dönüşüyor. Bir çocuğun gözünden ölümün soğukluğunu görüyoruz. Derken karısını kaybetmiş, yaşlı bir adamın ölümle hasbıhaline tanık oluyoruz. Başımıza gelmeden dert etmediğimiz ne varsa, karşımızda. O yaşlı adam oluveriyor, beden pörsür, ruh dirilirken yaşanan tezatın yakıcılığında bir an birlikte kavruluyoruz. Ölüm kimi zaman, karşı dairenin bir anda boşalmış olduğu gerçeğiyle çıkıyor karşımıza. O ana kadar önemsenmemiş bir koordinat kayıverince, hayatımızın nasıl sarsıldığına şaşıyoruz. Öldüğümde ağlamadım başlıklı öyküde ise basbayağı bir ölü konuşuyor bize. Sevdiği adam tarafından suya itilip boğulmuş bu genç kadının sesi, o kirli suları tenimizde hissettirirken, güvenle sarıldığın anda ihanete uğramanın hoyratlığı ile üşütüyor: "Öldüğümde ağlamadım. Bir kuru ayaz çıkmış sanıyorsunuz. Üşüyorsunuz yalnızca. Beyninin içerisine binlerce ses üşüşüyor ve tek tek ayırıyor, hepsini atıyorsun. Ölü olduğunu anlıyorsun" diyor kadın ve hâlâ aklına, yüreğine takılan bir ayrıntıyla acıtıyor içimizi: "Beni itmeden önce kulağıma söylediğin şarkıyı hatırlamaya çalışıyorum." Hayatın en acı gerçeklerine dokunsa da Serkan Türk'ün öyküleri asla umutsuz değil. Bilakis, hüznü ve acıyı, umudu yeniden yeşertmenin biricik yolu olarak kutsar gibiler. Nitekim kendisi de "Acım benimdir. Atmaya kıyamadığım tüm eşyalar gibi bir çekmecede zaman zaman açılıp kurcalamaktan bir çeşit haz alıyor olmalıyım. Bak diyorum bunun üstesinden gelmişsin, bunu da aşınca iyi hissedeceğin zamanlar gelecek," diyor zaten. Uzak Yaz'ı okuyunca, kendi acılarımızı sahiplenmeyi öğreniyoruz. Kim bilir bizim çocukluk bahçemizde neler saklı... Bulmayı göze alıyoruz bu kez.



KARİN KARAKAŞLI-SABAH KİTAP 14 NİSAN 2012

Yaz’a Uzak hayata yakın öyküler


Yaz’ın edebiyatımızda oldukça geniş bir kullanım alanı var. Öykü ve romanlarda mekânın rengine denk düşen bir dokunuş sunar yaz; zamanın başarılı bir tasviri yine çoğu zaman onun üzerinden yapılır. Yazın sıcaklığı bizi edebiyatın o samimi havasına taşır. Kumsallarda esen meltem, papatyalardan serili yeryüzü halıları, denize düşen karpuz kabuğu, çocuklar için gerçeğe dönüşen dondurma rüyası, ailece çıkılan piknikler ve uzun, pürüzsüz bir tatil hayali; yaz’ın ‘biz’den olma halinin sahici delilleridir. Bunlar gerçek hayatın canlı ses ve görüntüleri olduğu gibi edebiyatımızda da bir mekân ve olay örgüsü, bir zaman algısı veya bir imgenin içini dolduran taze bir nefes olarak çıkar karşımıza.
Yaz’ın yazı ile olan bu derin bağlantısı genç öykücülerimizden Serkan Türk’ün de ilgisini çekmiş olmalı ki; ilk kitabının adını, araya belli bir ‘mesafe’ de koyarak üstelik yine bu mevsimden devşirmiştir. Uzak Yaz, ilk göz ağrısı, bir ilk kitap olarak 2006 yılında buluşmuştu ilk defa okuyucuyla. O tarihten bu zamana birçok dile misafir olmuş, birçok okur gönlüyle sıcak, samimi temaslar kurmuştu. Aradan geçen altı yılın ardından ikinci baskısını Dedalus Yayınları’ndan yapan Uzak Yaz, adı gibi uzak bir akraba, bir dostun yeniden karşımıza çıkıp bize eski güzel günlerden, yer yer hüzünlü ama hep umutlu an(ı)lardan bahsetmesi gibi hoş bir heyecana dönüştü yazın hiç de uzak olmadığı şu günlerde.
Uzak Yaz, bir özlem türküsü gibi ses veriyor geçmişten. ‘Hüzün’ tele dokunur bir nakarat gibi tekrar ediyor kendini her öyküde. Belli ki yazarın başat duygularından ‘hüzün’. Hani kitapta bir öyküsüne kapı yaptığı bir alıntı vardı Hilmi Yavuz’dan; şöyle diyordu şair: “ah bellek, acı bellek! hem arısın sen hem kim bilir hangi gülden kalma diken?” Mademki yazarın ruh akrabalarıydı şairler, bir dizenin kapsamı bir öyküye sığamayacak kadar geniş olabiliyordu; Hilmi Yavuz’un hüznü yücelten şu dizeleri Serkan Türk’ü haklı çıkarmaya yetiyor bu bilinçli tercihinde: “hüzün ki en çok yakışandır bize, belki de en çok anladığımız.
Bir öykücünün şair yönünün de olması ve şiirden bolca beslenmesi muhakkak ki öykülerine yeni imkânlar katacaktır. Serkan Türk’ün öykülerinde de bu fazlasıyla hissediliyor. Cümlelerin kurulumundaki devriklik, anlatımda kendini yer yer gösteren kapalılık, epigraflardaki şair egemenliği, dar kalıpları sırtlanan derin anlamlar, her biri ayrı birer imge olarak kabul edilebilecek duygu ve düşünce saçakları bu verimli bahçenin mahsulleri olarak değerlendirilebilir sanıyorum. ‘Bahçe’ demişken bunun öykücümüzün kullandığı en önemli imgelerinden olduğunu hatırlatmakta yarar var.
Zamanın bir kum saatinde olduğu gibi akıp gittiği, mekânın da bir yel gibi savrulduğu öykülerin toplamı Uzak Yaz. Güneşin varlığı ya da kaybıyla ilintilenen zaman aralıklarından gösteriyor renklerini. Öyküye fon oluşturacak ortamın ya da onu vakitli bir seyre bırakacak görselin değil içindekilerin ne dediğinin derdinde olan bir anlatım yeğleniyor. İnsanın kadim hallerinden olan iç hesaplaşmalar başköşede duruyor. ‘Hüzün’ kadar ‘acı’ da itibar sahibi Serkan Türk’ün nazarında. Hayatta olanın hakkını vermek demek, mutluluğun yanında kederden de alacağını almayı gerektiriyor. Başta ‘öldüğümde ağlamadım’ olmak üzere öykülerinde bu unsurlara olan sadakatini gözlemlemek hiç de zor değil.
‘Özlem’ bir gölge gibi takip ediyor öykülerde kahramanları. Geçmişin sarsıntısı şimdinin sancısına dönüşüyor. Hatıralar hak ettiğini buluyor; sokak aralarında, mahalle içlerinde, bahçelerde… Bir çocuk kaçan topun peşinden gidiyor, bir arazi bomboş duruyor öylece, uzakta bir köpeğin havlama sesi duyuluyor, kediler çöpü alaşağı etmiş aranıyorlar, yağmur sonrası içe çekilen toprak kokusunun ve kentlere, kasabalara ulaşmak arzusuyla yollara düşmenin cazibesi kendine yetiyor… Balkonda saksılarını sulayan kadın nereye bakıyor öyle? Serkan Türk, bunlar gibi birçok aşina manzarayı bir emanetçi gibi gelip bırakıyor zihnimizin kuytularına.
Yaklaşık üç yıl önce okumuştum Uzak Yaz’ı ilk kez. Bu yıl bir hatırlatmayla çıktı okurunun karşısına Serkan Türk. Yeni bir öykü kitabı, belki bir roman beklerken kendisinden, ilk kitabın yeni basımının haberini vermesi sevindirici aslında… Bu durum kitabının on yedi öyküsünün ayrı kollardan edebiyat denen o büyük denize usulca döküldüğünün ispatıdır. Yazarın, bu denizin rengine ve kokusuna kendinden kalıcı bir şeyler bulaştırdığının göstergesidir aynı zamanda.

ALPER SARI'NIN KALEMİNDEN..

Ömer Kaya yazdı: ÇIKIŞI ARAYANLAR İÇİN BİR ROMAN: AUSGANG

Romanın Konusu: Alışılmış düzende olaya yaslanan, kolay özetlenebilir pek çok metin okumuşuzdur. Bu minvalde çoğu metin, toplumsal bir mesel...