4 Eylül 2013 Çarşamba

Göçmüşler Bahçesinde Bir Yazlık Sevi


Bir ağaç gölgesinin altında başlayıp otobüs koltuğunda devam eden okumalar arasında öyle cümlelerle karşılaşırsınız ki, yazar ve okuyucu arasında, ikisinin dışında kimselerin anlayamayacağı bir köprü kurulur ve siz o köprüden her geçişinizde başka tepeler, başka adacıklar, yalnız sahiller edinmek zorunda kalırsınız. “Göçmüş Kediler Bahçesi”ni okurken benimde benzer halleri yaşadığımı söylemeliyim. Çoğumuzun günlük yaşantımızda şahit olacağı olaylar başka bir ânın fotoğrafına dönüşür. İç dünyanızda gizli kalmış, yaşarken bir yerlerden edinilmiş izlenimler okuyucu dünyasında derin kırıkların belirginleşmesine sebep olur. Yitip giden değerler soyunuk bir beden gibi dururken, aynada yansıyan yüzünüz kâh ara sokakta geceleyin karşılaştığınız bir kirpiyi dillendirecek, kâh bir yengecin Donkişot oluşuyla ürpereceksiniz. Değişimi benimsemeyen insanın mücadelesi körlüğe dönüşecektir.
            "Kıyılar, kıyıya çekilmiş sandallar yavaş yavaş karla örtülecek." 
 Bilge Karasu ilk öyküsünde mevsimin değişimini anlatmaktan öte anlamları irdeliyor; kış ve yalnızlık. Kim bir Orfinoz kadar suyu yutacak ve denizin milyonlarca yıldır saklamaya çalıştığı gizleri fısıldayacaktır balıkçının kulağına? "Oysa ölümle bir araya gelmeden, acılar çekip parça parça olmadan, gönlün tazelenmez, yeniden doğamazsın."derken bile zamanın ağır ağır geçip gittiği anları düşünürsünüz.
Her yer deniz gibi karanlık ve sessizdi bu akşam saatlerinde. Üç beş saat öncesini düşlerken birkaç çocuğun çığlığı gelip geçti içimden. Kumların üzerinde küçücük ayaklarıyla koşuyorlardı. Kovalara doldurdukları taş parçacıklarını kumdan tepeciklerin üzerine dökerlerken yavaş yavaş üzerlerine doğru gelen dalganın hışırtısı işitiliyordu. Eskiden kendi de kaleler yapardı. Kalp resmi çizdiği de olurdu, sonra silinip giderlerdi suyun altında, su her şeyi karanlığına alınca. İsimlerinin baş harflerinin yitip gittiği o günler içinin sızısını saklamaya çalıştığı zamanlar-soru sormayın da demezdi kimselere- her yer daha sessizleşirdi. Bir kır kahvesinin önüne atılmış sandalye. Sırtını dayadığın ağaç bir kaç adım öteye çekilmiş olsa, Orfinoz’un kolunu yuttuğu bir adam yavaş yavaş omzuna doğru...
            Denizle insan ilişkisi bir alacak verecek davasıyla mı başladı bilemiyorum ama kimi gün balıkçılar kimi gün deniz kazanmış olacak ki kırgınlıkları uzun sürmüyor. Denize ilk gözyaşını düşürdüğünü de unutmaz insan, ilk misinayı bağrından çekişini de. "Deniz, analar gibi sevdiğini, dölyatağında tutup saklayacaktır, bir daha doğurmamak üzere" cümlesi ile bitiyor ilk masal.
            Bir kumlukta oynamaktasın. Güneş yengeç burcunda mıdır? Taşın altında bir serinlikte gizliyse bir yengeç, neden güneşe göz kırpsın ki? Gücünü nereden alır; bu öykü ona bir övgü ise neden bir kutu içine konulup saklansındı yazarın ifadesiyle kısacı? Delikanlı, suya girdiğinde tutup çıkarmış yengeci koymuş bir taşın üzerine."Dalgırlı mavi-yeşil renkli, kocaman bir şey" diyor anlatıcı onun için. Bizim serinlik düşkünü, onu tutup havaya kaldıranlardan biri ile garip bir savaşın içine girmiş. Küçük çırpınışlarına sesi de karışmış. "Yengecin seçtiği düşmanı olmayı kabul etmiştir." Hem gurur, hem öfke... Filmlerden edindiğimiz savaş görüntüleri gibi karşı karşıya ikisi. Gözleri birbirinin hareketinde. Biri, azıcık dalgınlığa düşecek olsa, diğerinin işini hemencecik bitirecek. Yengeç kendine yukarıdan bakan adamın kıskaçları ile yürüse de üzerine, bir başkası-onu sudan çıkaran- tepesine indirmiş sopayı. Çökmüştür mavi-yeşil sırtı. Güneşten kaçıp sığındığı kayanın altında onu koruyan kabuğu çatırtılar içinde dağılmıştır ama yengeç öfkesi içinde, düşmanın hüznü gözlerindedir. Tutulup suya atılır dağılmıştır ve kan sızmaktadır kabukları arasından. Taşın altındaki kovuğunda saklanmaktadır. Kan kokusunu alır çıyanlar. Yaklaşanları son bir güçle savuşturmaya uzak tutmaya çalışır. Düşman bellediği adam dayanamaz biraz önce üzerine yürüyen yengecin çıyanlara canlı lokma olmasına. Suyun içinden kaptığı gibi parçalar ayağının topukları ile yengeci ve incinmiş gururunu. Ve saklar bir kısacını bu öykü için.
            Yaz, kendini iyice hissettirdiği son günlerde iki yabancı gibiyiz. Bahçemdeki kavak ağaçları yavaş salınışları ile içimde bir serinlik duygusu oluşturamazken, karşı sokakta bir yabancı yüzü gibi gelip yerleşti içime masalın gölgeleri. Az önce pencerenin önündeki çiçekleri suladı kadın ve gökyüzüne bakındı işitir gibi seslerini. Uzun sessizliklerin ardından mı çıkıp gelmişti de, göz göze bakınmak hem heyecan hem de ürkünç hissettiriyordu. Odaları karşılıklı olsa bile iki yabancı ancak başka masalarda oturmalıdır.
Kocaman bir yağ kutusunda her yıl biraz daha azalan toprağa tutunmuş bir dikenli çiçek dururdu köylük yerdeki bir bacada. Zaman zaman sarıçiçekler verirdi dikenlerin arasında. Birilerinin çiçekleri koparmak ya da sulamak için evin çatısına, bacasına çıktığı da olmazdı. Başka evlerde bacalarda balkon ve bahçelerde ortancalar köpürürken, hercai, menekşe ve sardunya yetiştirildiğini de görmüştüm. Kitabın sayfalarını karıştırdığımız sırada karşılaştığımız “Alsemender Hikâyesi “ başlı başına dünya ile hesaplaşacağımız bir zemine çekiyor bizi. Alsemender yetiştirmek kimsenin aklına gelmemiş miydi ya da bu çiçeğe benzer ismini kimsenin hatırlamayacağı bulunmayan başka tür çiçek. Lâleye benzetiyor yazar çiçeği. Yapraklarını yiyen kişiye tesir eden bir etkiden bahsediyor. Gizlice çiçek yetiştiren bir araştırmacı ve etrafında yaşayan insanlar arasında geçen bir hikâye. Bir yaprağını yiyen yalan söylemeyi istese de söyleyemiyor. İki yaprağı bir çılgınlığın eşiğinden geçiriyor sizi. XIII. yüzyıldan kalma bir kitap veya daha önceki yıllardan kalma bir yazma eserde karşınıza çıkması olasılığı olmayan, hayali bir çiçek adı Alsemender, onuncu masal niyetine çıkıyor karşımıza.
            Nasıl bir oyun içindeyiz, kim farkında? Bazen kendinizi bir taş gibi hissettiğiniz, bir piyon gibi söyleneni yaptığınız olmadı mı? Bir şehirde yabancı olmak; müzelerini, parklarını, bahçelerini gezerken edinilecek gizli bir bakış gibi. Otel odasında kartpostallar arkasına acele ile yazılmış dilekler. İnsan yaşarken yeni keşifler yapar ve eski alışkanlıklarını yer yer bırakır, terk eder. Bir zaman gelip aynı şeyle-bildiğinizi düşündüğünüz- karşılaştığında en sıska acemimizin göstermeyeceği beceriksizliği gösterip sonunu hazırlar.
            Hayatında bir kirpi ile söyleşmiş kaç insan vardır evrende? Hikâyelerde her şeyle söyleşebilirsiniz. Kimi gün bir masa, eskimiş bir daktilo veya bisikletin pedalı konuşmaya başlar aniden. Susturmak istemezsiniz. Dikenlerini gösteren, sizi düşmanı belleyen bir kirpiyi geceleyin bir duvar dibinde görüp sesini işittiğinizde buna şaşırmayacaksınızdır. İnsanların kendisini yemek için paylaşamadığını düşündüğü gibi, iyi insanların da yaşadığını düşünecektir belki. Doğup büyüdüğü eve giderken başına geleceklerse sadece hayal dünyanızda canlandıracağınız bir şey değil. Eski oyunlar oynadığınız arsalar kazılmış, anılarımız çalınmıştır. Yaşadığımız evlerin yıkıkları arasından geçip gitmiş bir hayatımızı düşünmek ne kadar üzücü. Giderek mekanikleşmiş yaşamların hepimizden aldıklarını bir kirpinin dilinden dinlemekse ürpertici.
            Bir ip cambazı ölümü görürse bir ben'dir ölüm, ansızın yüzünüze gelir yerleşir."Ölüler içinden soğumağa başlar galiba." Hayatınız boyunca bütün öğretilerin, bütün yaşanılanların sizi gün gelip bir boş arsaya bırakacağını bugünden bilemezsiniz.
            Göğsünüze gelip dolacak, yer edecek hıçkırık benzeri bir an yüzünüze bakacak ne az insan varmış, hayıflanacaksınız. Yazar hikâyesinde kahramanı gökyüzü ile karşı karşıya getiriyor ve "oysa gökyüzünde görülecek bir şey yoktu." diyerek sizi boşluklara bırakıyor.
            Şehrin kalabalık caddelerinden geçerken mi görürsünüz kartpostal satıcılarını? Başka manzaralar, kent görünümleri. Tatil beldeleri hep sizi kucaklamaya hazır gibi duran daracık sokakları, merdivenli sokakları ile birkaç haftalık yorgunlukları saklar. Kıyı kahveleri yalnız âşıkları, mutlu bir görüntü sergilemeye gelen aileleri ve daha nicelerini çağırmıştır uzaklardan. Size de olmuş mudur uzaklar çağırdı mı, sesini işittiniz mi gitmeseniz içinizdeki kuş ölecek sanırsınız. Onu kafesinden salıverseniz konacak bir dal, çiçeğini yeni açmış bir kayısı veya çok yapraklanan bir kavak hışırtısı, rahata ermesini sağlar mı dersiniz içinizin?
            Gidip görmelisiniz, tarih kitaplarında adını bildiğiniz, kimi zehirli bir içki ile ölüp gitmiş, kimi kılıç darbesiyle son nefesini vermiş kahramanların yaşadığı sokakları. “Geceden geceye arabayı kaçıran” isimli hikâyede yıllarca hayalini kurduğu Sazandere’ye gidemeyişini, gitme isteğini her duyduğunda başka nedenlerle bu isteğini yerine getiremeyişini yazar anlatılıyor. Çarpıcı bir son bekliyor okuyucuyu. Karanlık gece, alışıldık sesler duyamamak ve 'buna da alışırım' diyebilmek. Üşümüşlüğünü yanan odun ateşi ile giderme ve etrafında dişsiz ağızlar, çökmüş avurtlar, çukurlaşmış gözler… Ve ölüm bir yol alma isteğidir.

            Göçmüş Kediler Bahçesi’nin sayfaları arasında sizi bekleyen şiirsel bir anlatım. Şu koca evrende-bazen tersini de düşünürsünüz- yere sağlam basacak ne kadar az yer var. Bilge Karasu, hikâyelerini sağlam bir zemine oturtuyor. Yıllara yayarak tamamladığı hikâyeleri beklentilerinizi gün aydınlığından karanlığa doğru yaklaşırken sorguluyor.

Ömer Kaya yazdı: ÇIKIŞI ARAYANLAR İÇİN BİR ROMAN: AUSGANG

Romanın Konusu: Alışılmış düzende olaya yaslanan, kolay özetlenebilir pek çok metin okumuşuzdur. Bu minvalde çoğu metin, toplumsal bir mesel...