9 Nisan 2016 Cumartesi

Mehmet Özçataloğlu'nun kaleminden: ‘Bu öyküler tıpkı yaşamımız gibi!’

Herkesin bir yerden bir yere yetişmek için acele ile hareket ettiği bir dünyada ben sessizlik büyütüyordum. Kitaplara veriyordum kendimi.” Rüzgârlı Camlar adlı kitabında böyle söylemiş Serkan Türk. Evet, herkesin bir yerden bir yere yetişmek için acele ile hareket ettiği doğrudur. Fakat o acele ile yetişebildiği meçhuldür artık. Yanıtı verilemeyen bir sorudur. Sessizliğin de varlığından söz edemiyoruz artık. Bir sessizlik var fakat sözü edilen gibi değil. Her yanımız cankurtaran sireni artık. Ve tüm bu yıkıntıların içinde kitaplara veriyorum ben de kendimi. Yaralarımı sağaltacak başka bir çare bilmiyorum çünkü. Çaresizliğimin çaresini bulamıyorum artık. Küskünlük, yılgınlık, acı, keder ve kitaplar. Hep daha fazla kitap. Yaraya ilaç, derde derman…
bu-oykuler-tipki-yasamimiz-gibi-121408-1.
Yitik Ülke Yayınları arasından art arda yayımlanan iki öykü kitabı çalışma masamın üzerinde. Serkan Türk imzalı iki kitap. İlki “Rüzgârlı Camlar.” Adını Hilmi Yavuz’un bir dizesinden alsa da Cesare Pavese’nin bir şiiriyle açılıyor kitap. Yazarın öykülerinde de fazlasıyla hissediliyor Pavese’nin etkisi. Tıpkı onun öykülerinde olduğu gibi doğanın güzelliğini başarıyla yansıtıyor yazar. Ve öykülere geçmeden yazarın imzasını taşıyan bir şiir daha karşılıyor okuru Rüzgârlı Camlar’da. “Kumrular havalanıyor çam ağaçlarından” diyor yazar. Alıp çocukluğuma götürüyor bu dizeyle beni. Çocukluğumu anımsıyorum birden. Belki de o günlere dönmeyi en çok istediğim bir zamandan geçiyor oluşumuzdan… Kapımızın önündeki çam ağaçlarını anımsıyorum. Üzerine tüneyen kumruların o buğulu, boğuk seslerini saatlerce dinlerdim bıkmadan, sıkılmadan. Şimdi yok artık. Ne o çam ağacı ne o kumrular ne de çocukluğum. Kentlerimizin sessizliği de yok artık. Her yanımız acı, keder, gözyaşı ve cankurtaran sireni…
Şiirsel bir anlatımı var yazarın. Zaman zaman kendimi çam ormanlarının üzerinde hissettim anlatım sayesinde. ‘Ahşap bir yapının içerisinde oturmuşum. Dışarıda ritmik ve güzel bir yağmur yağıyor. Yeşili seyrediyorum arada kafamı önümdeki kitaptan kaldırıp.’ Tam olarak yaşadığım böylesi bir şey diyebilirim Rüzgârlı Camlar’ı okurken!
Kitap üç bölümden oluşuyor. Camlar, Rüzgârlar ve Bulutlar. Bölüm başlıkları bile yazarın doğaya ne denli yakın durduğunu anlatıyor. Yazarın lezzetli doğa anlatımından kısa bir alıntıyla kapatalım Rüzgârlı Camlar’ı: “Önümüzdeki bahçenin ilerisindeki zeytin ağaçlarına baktığımda aralarından hızla koşarak uzaklaştığımı düşünürüm. Nereye giderim nefes nefese koşarak? Dağların hemen üzerinde pembemsi bulut kümeleri bulunur. Birkaç ağaç ovanın orta yerinde kalmış gibi durur. Kemal Tahir romanlarına, Necati Cumalı kitaplarına dönerim. 
bu-oykuler-tipki-yasamimiz-gibi-121410-1.
Bir otelin akşamüzeri açılış ışığını… Perdeyi çeker çirkin bir kadın. Aralık kalan camdan oturma salonunda siyah beyaz televizyonda haber seyreden otel müşterilerine servis yapan çirkin garsonu görürdüm. Sonra zeytin ağaçlarının rüzgârda sallanan yaprakları arasından bir kadın yüzü çıkagelir. Bahçedeki masada porselen demlikte bekleyen çaydan fincana boşaltırım. Doldurduğum fincanlardan birini kadının gözlerine bakarak uzatırım. Sesi üşür teşekkür ederken.”

Her öykü başka dünya
Serkan Türk imzalı bir diğer kitap da “Tanrı’nın Yalnız Kırları.” Bin bir gece anlatılacak masalları yok artık insanlığın demiş ya yazar, tam da öyle işte bugünlerimiz. Doğuyoruz, büyüyoruz ve ansızın ölebiliyoruz. Hiç hesapta yokken. Otobüs durağında beklerken, sevgilimizi beklerken ya da bir akşamüzeri evimize dönerken. Büyüyoruz dediğime de bakmayın, kimimiz o denli şanslı da olamayabiliyor. “Tanrı’nın Yalnız Kırları”nda da ben diliyle anlatmış yazar öykülerini. Ve her defasında başka bir karakter/ kahraman yarattığı için öyküler arası bir devamlılıktan söz etmek olası değil. Her öykü başka bir dünya. Her iki kitapta da göze çarpan öykülerin bir sonunun olmaması. Ucu açık öyküler vermiş yazar okuruna. Dileyen öyküyü kaldığı yerden dilediği şekilde devam ettirebilir öyküyü. Dileyense sözü oradan alıp kendine göre sonlandırabilir. Öyküyle okurun bağ kurmasında, okurun öykünün içine daha kolay girmesine bir olanak tanımış yazar. Ve öykülerin başka bir belirgin özelliği de kahramanların/karakterlerin acı çekiyor, üzülüyor olmaları. Sahte de olsa tatlı, ballı bir dünya yok bu öykülerde. Her şey gerçeğe uygun tıpkı yaşadığımız gibi!
Kitap eklerine, kitabevi vitrinlerine baktığımızda Serkan Türk’ün öykücülüğümüzdeki yerini alamamış olduğunu görsem de bu dünyada kendisinin de ayrı bir yeri olduğunu/olması gerektiğini söylemeliyim.

MEHMET ÖZÇATALOĞLU-BİRGÜN GAZETESİNDE YER ALMIŞTIR.

3 Nisan 2016 Pazar

İNSANLIĞI KUŞATAN ÖYKÜLER-GAMZE GÜLLER

Serkan Türk iki kitabının yeni baskılarıyla son günlerde adından çokça söz ettiriyor. Rüzgârlı Camlar ve Tanrı’nın Yalnız Kırları, yeni baskıları Yitik Ülke tarafından yapılan öykü kitapları.
Rüzgârlı Camlar Serkan Türk’ün 2006-2007 arasında kaleme aldığı öykülerden oluşuyor. İlk baskısı 2008 yılında yapılmış. Şimdi yeniden raflarda yerini aldı. Tanrı’nın Yalnız Kırları ise ilk baskısından dört yıl sonra yeni yayınevinde yeniden can buldu. Yazarın üçüncü öykü kitabı olması önemli. Bu kitapları okumak Serkan Türk’ün yazı geçmişine dışarıdan bakabilmek ve o günlerden bugüne çizdiği yönü görebilmek açısından önemli. Bu kitaplardan sonra yayınlanmış olan diğer öykü kitabı Bak Önümüzde Yeni Bir Mevsim penceresinden bakıldığında, Türk’ün öyküye başladığı zamandan bugüne kaleminin istikrarlı çizgisi daha da iyi anlaşılıyor.

Serkan Türk’ün öykülerinin en farklı yanı, okuduktan sonra konularının, anlatılan olayların değil, etkilerinin hatırlanması. Duygu yoğunlukları öylesine bir akışkanlıkla işliyor ki içimize, her öyküden sonra durup dinlemek gerekiyor hayatı. Kayıtsız kalamayacağımız bir doğallıkla hayattan sahneleri birbiri ardına fırlatıyor zihnimize. Bize düşen bu kolajın içindeki ana duygunun izini sürmek ve anlatılan karakterle birlikte yürümek. Büyük şeyler anlatmak peşinde değil yeni zaman anlatıcıları gibi. Öyküleri günlük, sıradan, öylesine yaşanmış şeylere dokunup geçiyor. Peşinde olduğu neler olup bittiği değil, o küçücük anların ruhta ve bedende nasıl izler bıraktığı. Kimsenin görmediği bu izler, kocaman öyküler doğuruyor Serkan Türk’ün kaleminden. Yara kabuklarını kaldırıp içine bakıyor ve bize gördüklerini anlatıyor aklından geçen sırayla.
Klasik anlatım kurallarının tamamından uzak, şiirsel bir söyleyiş ve ritim yakalıyor öyküleri. Öykü kişisinin zihnine konuk ediyor bizi ve onun bilinçaltı yolculuğunun derinliklerine sokuyor. Kâh Fazilet oluyoruz göletin başında, arkadaşının sudan cesedinin çıkarılmasını bekleyen, kâh o masum çocuk komşusunun pazardan dönüşünü izleyen. Olayların başı, sonu, sebebi gibi şeyleri anlatma derdi yok yazarın. Bizi anlatının ortasına, ipuçlarını verdiği bir zihin haritasıyla bırakıyor ve bu akışkan düzlemde geçirgen duygularla ilerlememiz için yalnızca küçücük bir ışık tutuyor.
Bu çok katmanlı, zengin öyküler her paragrafta yeni bir söylemin, yeni bir hissin kapısını aralıyor ve bizi çokça düşündüren, aklımıza nakşolan anlarla sarıp sarmalıyor. Kahramanlar arasında kadın-erkek-yaş-sınıf ayrımı yok Türk’ün öykülerinde. Bir kadının zihnini de bir erkeğinkini de aynı netlikle okuyabiliyor ve hissettiklerine inandırıyor bizi bu öyküler. Bu zenginlik pek çok anlatım olanağı sunuyor yazara. Aslolanın cinsiyet ya da yaş değil insanlık olduğuna inandırıyor bizi. Hayata karşı kırılganlığımızın, endişelerimizin, kuşkularımızın bir olduğunu görüyor, eşitleniyoruz satırlarında.
Yapısal bir kaygıyla yazmadığı belli olsa da, kurgudan çok dilin, olaydan çok duygunun peşinde yazar. Atmosferi dille oluşturuyor ve öykü kişileri büyük iç hesaplaşmalar, evrensel kaygılardan ziyade bu dilin içinde kimlik buluyor, nefes alıyor. Sıradan insanın, sıradan dertlerin içinde bu kahramanlar.
Rüzgârlı Camlar; Camlar, Rüzgârlar ve Bulutlar isimli üç bölümden ve on dört öyküden oluşuyor. Kitap ismini Hilmi Yavuz’un aynı adlı şiirinden alıyor. Şiire durduğu selam daha kapaktan belli. Üstelik kitap, Serkan Türk’e ait Soluyorsun isimli bir şiirle açılıyor. Bu da bize türler arası kesin sınırların kalktığını, kitabın içinde farklı lezzetler bulabileceğimiz müjdeliyor. Öykü girişlerinde kullanılan epigraflar da yazarın önemsediği edebiyatçılardan: Cesare Pavése, John Berger, Hilmi Yavuz. İthaflar ise bir yazarın, onu bu kitabı yazmaya götüren yolda kendisini besleyen, güç veren diğer yazarlara teşekkürü gibi okunabilir.
Kitapla ilgili enteresan bir anekdot da Selim İleri’yle ilgili.  Kitabın ilk öyküsü Suda Ölen Yalı, Selim İleri’nin yazmak isteyip de bir türlü kaleme alamadığını bir köşe yazısında belirttiği öykü. Serkan Türk bunu onun için yazmayı deniyor ve öyküyü de yine bu değerli ustaya armağan ediyor.
Tezer Özlü’nün kitap boyunca öykülerin arasında gezindiğini ve Türk’ün onu anlatmaktan, okumaktan vazgeçemediğini görüyoruz. Geçmişin izini süren, yaşanan ve yazılanların üzerine kendi sözünü ilave eden bir yazar karşımızdaki.
Ölüm, yaşam, yalnızlık, ayrılık gibi temaları incelikle işlediği öykülerinde, öykü kişileri bir yerinden hayata tutunuyorlar, her şeye rağmen umut ediyorlar. Rüzgârın yüzlerini yalayıp geçmesi, güneşin aniden bulutların arkasından çıkması ya da bir çocuğun gülümsemesi, gelip tam da hayat gibi kalbimize dokunuveriyor.

Tanrı’nın Yalnız Kırları 16 öykülük bir kitap. Kısa cümlelerle, kısa sayfalar boyunca anlatıyor derdini yazar. Uzun ve tumturaklı cümlelerden, süslü, karmaşık bir anlatımdan uzak duruyor bu kitabında da. Kısa, anlaşılır, imge yoğun ama çarpıcı bir dil kullanıyor. Şiir bu kitapta da alttan alta yürüyor ve kitabın bütününe yayılıyor. Serkan Türk aynı zamanda bir şair. Ama öyküleri kendine has bir şiire evriliyor kaleminde. Öyküden öyküye bir rüzgârın gücüyle savruluyoruz. Öyle bir rüzgâr ki her öykü bittiğinde bizi yeniden kavrıyor koltuk altlarımızdan ve bir sonraki öykünün eşiğine bırakıveriyor. Yazarın algısının ne denli açık olduğu, hayata dair incecik ayrıntıları nasıl da yakaladığı ve şiir gözünün ne denli yetkin olduğu bu öykülerde de açık ediyor kendini.
“Rüyaların insafsız yanları vardır. Olmayacakları olmuş gibi yaşarsın. Uyandığında gördüklerinin, yaşadıklarınla örtüşmediğini anlayıp, içindeki uçurumu derinleştirirsin,” diyor Ayaklarımı Saklayamıyorum öyküsünde. Belki tam da kendi öykülerinden ve hayattaki duruşundan söz ediyor burada. Öykülerin de böyle insafsız bir yanı var işte. İçimizdeki uçurumu sürekli derinleştiren ve bizi, acımızı yalnızca kitapların içinde dindirmeye götüren. Bu uçuruma bakmamız için bizi zorluyor Serkan Türk. Öykü kişileri de kendi uçurumlarıyla karşılaşıyorlar bu öykülerde. Bazısı yalnızca bakıyor, bazısı ona düşmekten kurtulamıyor.
Son kitabı Bak Önümüzde Yeni Bir Mevsim bu şiir dünyasını başka bir evreye taşıyor. Şiir biraz daha derinden, durumlar/olaylar daha görünür bir kanaldan ilerliyor bu kitapta. Ama Türk’ün yazı diline aşina okur, bu şiiri zevkle arayıp izleyebiliyor öykülerin içinde.

Serkan Türk dört öykü kitabıyla, kendi öykü evrenini yaratmış, kendi dilini oluşturmuş ve edebiyat dünyasındaki yolunu belirlemiş bir yazar. Bundan sonra yazacağı öykülerde de onun ayrıntılı öykü dünyasının, karmaşasının içindeki dinginliğin ve bu çoğul anlatım olanaklarının nice örnekleriyle karşılaşacağımızdan eminim.

Varlık Dergisi Şubat 2016 sayısında yer almıştır.

Ömer Kaya yazdı: ÇIKIŞI ARAYANLAR İÇİN BİR ROMAN: AUSGANG

Romanın Konusu: Alışılmış düzende olaya yaslanan, kolay özetlenebilir pek çok metin okumuşuzdur. Bu minvalde çoğu metin, toplumsal bir mesel...