23 Kasım 2010 Salı

KUŞLAR, BÖCEKLER VE KARANLIKLAR

Aklımda bir kuyu var. Bir tarlanın orta yerinde seneler evvel kazılmış. Öyle çok derin olmayan bir kuyu. İçine zamanla toprak atılmış. Sonra toprağın içinden çayırlar bitmiş, uzanmışlar göğe doğru. Çocukken o kuyuya inip saklanırdım. Güneşten kaçardım çoğu kere. Oyun arkadaşımdı güneş. Kuyunun serinliğinde, çayırların arasına oturur, sırtımı taş duvara dayardım. Öylece uyumazdım, dinlerdim seslerini kuşların, ağaçların ve her zaman böcekleri... İnsanlar hep birbirleriyle ilgili olumsuz şeyler konuşurlardı. İyilik, güzellik sözcüğü yan yana olduklarında vardı aralarında. Bu yüzden belki içinde insan olmayana ilgi duydum.

Oldum olası böcekleri sevmişimdir. Görünce tiksinmek ne kelime, elimi uzatırdım onlara. Parmaklarımda yürüyen bir örümceği gördüklerinde yüzüme tuhaf tuhaf bakan insanlara gülümserdim. Ağıyla yere doğru sallandırırdım bir süre örümceği. Kuklaymış hissi verirdi bana parmaklarımdan aşağıya doğru sarkmış halde örümcek. Bazen örümceğin yerine konuşur güldürürdüm çevremdekileri. Ispanak yiyen bir örümcek hayal etmelerini sağlardım çocukların. Bu kadar çok ağ örebildiklerine göre mutlaka özel bir yiyecekle besleniyor olmalıydılar. Ağ parmaklarımın arasından kopup düşmezse bir süre sonra sıkılırdım bu oyundan. Çok erken sıkıldığımı, beklemekten usandığımı burada size açıklamakla bir şey kaybetmeyeceğim. Daha tırtılları, uğur böceklerini, peygamber böceğini nasıl sevdiğimi anlatmadım farkındaysanız. Ateş böcekleri bütün yazlarıma ışık tutardı. Karanlıktan korkmaz peşlerinden giderdik arkadaşımla.

Arılara karşı hep özel ilgim olmuştur mesela. Elimdeki kavanozla peşlerinden koşuştururdum. Hangi çiçeklere konacaklarını, nereden bal toplayacaklarını iyi bilirdim. Eskiden bu konuda uzmanlaşabilirim diye düşünürdüm. Kuyunun içinde çayırlara uzanmış yatarken, böceklerden oluşan bir bahçe kurmayı ve bunu tiksinti duyan büyüklere inat çocuklarla paylaşılacak bir zamanın parçası yapmayı hayal ederdim. Arılar diyordum onlara karşı hep özel bir ilgim olmuştur. Kraliçe arıyı, işçileri ve eşek arısını… Erkek arıların yalnız belli bir sıcaklıkta kovandan çıktıklarını öğrenmiştim. Dayımın kovanlarının arasından rahatlıkla geçerdim. Körüğün içinden duman püskürterek arıları sakinleştirip kovanları açardı. Hepsi yorgunluktan bir tarafa yığılmış halde dururlardı sanki. Hep çevresinde olurdum dayımın. O işini bitirip kovanın kapağını kapatıp gittikten sonra bile hep nasıl davrandıklarını anlamaya çalışırdım. Beni sokacaklarından endişe duymazdım.

İlla arıları çiçeklerin üzerindeyken yakalayacak ve kavanozdaki diğer arıların yanına gönderecektim. Bir süre sonra sayıları bence yeterli olduğunda, kırlardan topladığım hoşuma giden ve en çok bal yapabilecekleri çiçekleri toplar aralarına atardım. Hep o vızıldayan sesleri kulaklarımda. Yakından onları görme ve tanıma fırsatı verirdi bu kapatma işlemi. Diğer böceklerin sonları gibi bu arılarda sabah uyandığımda kavanozda uçamayacak kadar yorulmuş, kurumuş çiçeklerin arasında yatıyor olurlardı. Yapacak bir şey yok derdim öyle sabahlarda. Gidip onları en güzel çayırlara dökerdim. Saksının dibine olmaz derdim kardeşime, mutlaka çayırlara dökmeli böcek ölülerini. Zamanla arılardan da vazgeçtim.

Kuyunun dibinde uzanmış yatarken düşünürdüm. Kelebeklerin peşinde koştuğum yaz öğlelerinin sayısı giderek artıyordu. Boyum uzuyor, ellerimin üzerlerindeki sarı tüyler kararıyordu. Bir süre sonra taşlara basarak çıktığım kuyunun ağzına rahatlıkla boyum yetişecekti. Hiçbir böceği yanımda tutmayı başaramıyordum. Kuşlara baktım. Güvercinleri hiç düşünmek istemedim.- İlk ölüsünü elime aldığımda başı yana düşmüştü birinin. -Yalnızca serçeler avucumun içinde sıcacık atan yürekleriyle, belki de korkarak durabilirdi bir süre. Hayır, onları da düşünme dedim kendime. Kuşlar da giderler, onları da boş ver. Çiçekler öyle mi sahi. Suyunu verdiğin sürece, kurumadıkları sürece yanında dururlar. Saksıları dilediğin yere döndürebilir, yerini değiştirebilirsin rahatlıkla. Tenekenin içinde büyüyemem diye itiraz etmezler. Sarılırlar bir avuç toprağa kökleriyle. Nereye gidersen git onları götürebilirsin yanında. Kışın bir oda sıcaklığı, yazın bir pencere önü, balkon pervazı yeterlidir yapraklılarına.

Çiçekleri hep tercih ettim. Böcekleri ve kuşları yok saymadım elbette. Bildim. Yalnız insan kökleriyle var olabilir. Kanatların ve ayakların sayısı öğrenilebilir, kuyunun derinliği zamanla tersine çevrilirmiş. O eski taşlar ve kuruyan otlar yaşanmakta olanı işareti olarak orta yerinde duruyor tarlanın. Sular çekilir, ses değişir ve karanlık çöker anıların üzerine.

8 Kasım 2010 Pazartesi

Babamın Sesi

Babamın çekmecesinden çıkan kasette yıllar öncesine ait bir konuşma kayıtlı. Sesler; görüntüler değişse de yok olmuyorlar tümden. İçimizde bir yere çarpıp dönen anılar, seslerle var oluyor bunca zaman sonra bile. Pencerenin dışında yaşanan güneşli bir yaz gününü hatırlatıyor o ses. Elli metre uzaktaki yaşlı elma ağacı, kuruyan dallarına son kez can istemiş olacak ki yüzlerce elma sarkıyor yaprakların arasından. Toprağa bir fide olarak dikildiği zamanlarda da yeryüzünde insanlar doğuyor ve ölüyordu. Şimdi bir resme bakar gibi bu anı düşündüğüm anda da kim bilir kaç nefes daha kesildi aniden.

Pencereye kadar getiriliyor, yatağından iki kişinin yardımıyla kaldırılan yaşlı adam. Başını uzatıyor geçmişine. Her şey bu kadar tanıdıkken hafızanın dipsiz kuyusundan bildik hiçbir şey çıkmıyor. İlk kez görüyormuş gibi bakıyor ağaçlara, evlere, gökyüzüne, bulutlara, karşıda sıralanmış dağlara. Bir zamanlar o dağları adımladığını bilemeyecek kadar geçmiş kendinden. Dağın sırtından yukarı çıkan ormandaki ağaçları kendi elleriyle dikmiş üstelik. Kalabalık ağaçlar birbirlerine doğru sokulmaya başladığında daha çok gençmiş. Karısı beşinci çocuğunu doğurmak üzeredir o zamanlar. Sonra apansız bir hastalıkla pençeleşecek; gözünün önünde uzandığı yatağında doğrulamadan ölüp gidecektir genç yaşta.

Görmediğim bir olayı görmüş gibi mi anlatıyorum ben? Odasını yüzlerce kere adımlamıştım. Gölgesi kalmış olsa, onu da görecek kadar çok biliyordum her taşını. Her şey silinip gitmişti yaşlı adamın belleği gibi odadan. Elinin değdi her şey yabancıya dönüşmüştü çoktan.

Toprak bir başkasınınmış. Kapısının önünde uzun bir sırığa tutunmuş uzayan fasulyeler de bilmediği kimseler tarafından oraya ekilmiş gibi öyle yabancı gözlerle bakıyor gördüklerine. Kollarından tutan torunlarını tanıyamayan yaşlı adam ilk oğlunun adını mırıldanıyor. “Buralar kimin?” diye soruyor. Aldığı yanıtta kendi adını unuttuğunun farkında değil. Üzerinde haftalardır giydiği mavi soluk bir pijama takımı. Hep nefret ettiğim o iri düğmelerden birkaçı açık. Büyük oğlunun da böyle bir yer sahibi olmasını diliyor. Son kez o pencereden gördüğü bulutlar teni kadar beyaz; gökyüzü, gözleri kadar mavi. Rüzgârın yüzünü yokladığı o birkaç dakika yaşıyor kılıyor yaşlı adamı. Sonra yatağına götürülüyor. Yastığı başının altına yerleştiriliyor. Sırtının teri siliniyor. Yatağın karşısındaki kanepede oturmakta olan komşular güzel şeylerden bahsediyorlar. Gelecek senelerin düğünlerinden. İki torunu üzerine anlatılanları dinliyor. Gülümsüyor bazen tavana bakarak. Orada bir kapı var ve aniden açılacak onu içeri çekeceklermiş gibi korkuyorum. Benim gördüğümü bunları düşündüğümü kimse hissetmiyor. Dışarıdan içeriye dolan kuş sesleri arasında babam küçük bir teybi o anda çıkarıyor kutusundan. İçine önceden yerleştirilmiş kaset kırmızı tuşa bastığı anda dönmeye başlıyor. Dönüyor dünya gibi aynı hızla.

Yaşlı adam hırıltılı sesiyle sorulanlara karşılık vermeye çalışıyor. Yatağının kenarında oturan kadınlardan biri elindeki bezi alnına yerleştiriyor. Şimdi benim gözüme her şey o kadar başka görünüyor. “Kemal nerede?” diye soruyor yanındaki kadına. “Erdoğdu’da,” diyor kadın. “Nalbur dükkânı açtılar Hüseyin’le,” diye devam ediyor.

Gözlerinde bir yokuşu nefes nefese tırmanırken görüyorum yaşlı adamı. Durup soluklandığını… Anasız kalan Kemal’i için yeni bir analık aldığını… Kilerin yanındaki küçük odada yere serilmiş minderlerin üzerinde küçük oğlunun uyuyakaldığını düşündüğünü sonra. Alnında biriken terler gibi gözlerinin de terlediğini görüyorum. Ölüp gittiği o sabahı unutuyorum. Yalnız kendi elleriyle yaptığı pencereden, baktığı o anı tutup çıkarıyorum geçmişten. Kırmızı tuşa basılıp kaydedilmiş sesini dinlediğimi hatırlamıyorum. Çekmecede duruyor diğer öteberi gibi senelerdir. Babamı yitirdiğimde açtığım komodinin çekmesinde öylece duruyor kaset. Üzerine el yazısıyla “Babamın sesi” yazıyor.


Serkan Türk
ada dergisi 11.sayıdan..

Ömer Kaya yazdı: ÇIKIŞI ARAYANLAR İÇİN BİR ROMAN: AUSGANG

Romanın Konusu: Alışılmış düzende olaya yaslanan, kolay özetlenebilir pek çok metin okumuşuzdur. Bu minvalde çoğu metin, toplumsal bir mesel...