Yirmi beşimden sonra
yirmi beşimden sonra iki kez sarsıldım
iki kez gök başımda döndü
çıktığım yokuş ağrılı,
yeni bir ülke getirecek sandım gönlüme
her sarsıntı bir başlangıç,
dallarımı kıran rüzgâr
uykusuz geceleri kovamadığımdan
peri’ye kıyamadım
içimin bıçağıyla oydum durdum gövdemi
içime kaçmış ruh gördü uzak istasyonları
bütün raylar bana gelen olmaz yolcuyu taşıdı
kaçtığım mı diyeyim koştuğum mu
birden yakaladı bendeki yalnızı
suya eğilmiş ağaçlar,
kalbimden geçen okun dallarıymış
günler yerine ufkumda geceler,
büyüdü yirmi beşimden sonra
birincisi sonlandığında yaşayamam sandım
ikincisi gitmesin derken
dışıma taşırdım gözyaşlarını
çiçekler saksılar yer değiştirdi evlerde
o peri’yi de öldüresiye sevdim içimden
Serkan Türk
30 Haziran 2011 Perşembe
yer yüzünün kuğuları
yer yüzünün kuğuları
“Reddettim, bütün kesinlikleri, kalbim
bu hayale bir daha inansın diye”
Birhan Keskin
geceleri mezarlara benzetiyorum balkonları
uzaklararası bir yalnızdan kayıyor yıldızlar
otlarım kurumuştu sazlığımda
ağzındaydı yanan yazları anılarımın
yazın sırrıysa beklemek, aşk benim
sesime yakışır. sende büyür
ne kadar dağ varsa. durur orada
duvarda atlas, kıyımda deniz
geçerim her kenti ödünç bir sabırla
kuğular çarpar bana teninden uçuşan
ellerim tutar kokusunu yer yüzünün
gelirim yoklarım gövdendeki uçurumları
ırmak boylarımı suların tuttu
yalnız tanrı’nın günü cuma
kelebeği sen çiçeklerimin
veremli ağaçlar, göğe doğru uzanmış
sayıklıyor adını beyaz bir hayvanın,
atların boyunları uzuyor
geçen güzün gölgesi çocuklar
camlardan bakıyor havuza
yapraklar sokaklarını süpürür
omuzların kaybolur karanlıkta
hangi yeşil sana yakışmaz bilirim
benim gönlüm sende durur her küstüğünde
Serkan Türk
“Reddettim, bütün kesinlikleri, kalbim
bu hayale bir daha inansın diye”
Birhan Keskin
geceleri mezarlara benzetiyorum balkonları
uzaklararası bir yalnızdan kayıyor yıldızlar
otlarım kurumuştu sazlığımda
ağzındaydı yanan yazları anılarımın
yazın sırrıysa beklemek, aşk benim
sesime yakışır. sende büyür
ne kadar dağ varsa. durur orada
duvarda atlas, kıyımda deniz
geçerim her kenti ödünç bir sabırla
kuğular çarpar bana teninden uçuşan
ellerim tutar kokusunu yer yüzünün
gelirim yoklarım gövdendeki uçurumları
ırmak boylarımı suların tuttu
yalnız tanrı’nın günü cuma
kelebeği sen çiçeklerimin
veremli ağaçlar, göğe doğru uzanmış
sayıklıyor adını beyaz bir hayvanın,
atların boyunları uzuyor
geçen güzün gölgesi çocuklar
camlardan bakıyor havuza
yapraklar sokaklarını süpürür
omuzların kaybolur karanlıkta
hangi yeşil sana yakışmaz bilirim
benim gönlüm sende durur her küstüğünde
Serkan Türk
28 Haziran 2011 Salı
Mağusa'da Bir Sabah
Hâlâ bakamıyorum yüzüne. Gözlerim kamaşıyor gün ışığından. Önüm sıra küçük bir orman uzuyor. Çoğu çam ağacı… Deniz usulca kıyıya dil uzatırken kumsal şimdilik boş. Bir saat kadar önce üç dört kişi yürüyordu orada. Otelin balkonundan bakıyorum sana Mağusa. Karşıda yeni bir bina yapılmış. Sekiz kat tam, saydım. Demir ustası önündeki demirlere çekicini ya da benzeri bir aleti indiriyor. Sesini duyuyorum. Görmek için balkondan bakıyorum. İki kişiler. Biri ağacın arkasında kalıyor. Demirlere elindeki aleti indiren o. Diğeri ayakta demir çubuğu tutuyor. Ben bunları görüp yazarken duruşları değişiyor. Her şey baktığım manzaranın aksine hareketli. Beş yaz önce denize girdiğim kumsal orada. Sanıyorum küçük ormanın bir parçası askeriyenin içinde bitiyor.
Kumsal yakınlarında birkaç çakıl tepeciği. Her şey yeniden inşa ediliyor gibi. Oysa burada daha önce gördüğüm bir boşluktu. Yükselmeyen binaları, eskimiş evleriyle neredeyse uyuyan bir şehir.
Günlerden Çarşamba ve bu saat için hayli bir dış ses var. Az önce yatakta uzanmış balkon kapısının içeri soktuğu rüzgârı sırtımda hissederken aynı anda kuş seslerini, demir döven ustanın çekiç sesini de duyuyordum. Bu bana Pazar sabahları odamda yatarken duyduğum çocuk seslerini de hatırlatıyor. Yabancılık hissetmedim. Kuşlar kumru muydu? Emin değilim. Güvercin olsalar uğuldarlardı. Göğüsleri yükselip alçalırdı.
Dört ayımı geçirdiğim Güvercinlik buradan on beş kilometre uzakta olmalı. Gördüğüm o dağ ve vadi hepitopu aynı uzaklıkta. Oradaki herkes yerini başkalarına bırakmış başka kentlere, kasabalara, hayatlarına döndüler. Yalnız o köylüler yine zeytin ağaçlarının oradan geçerken belli belirsiz kollarını havaya kaldırıyor ve selam veriyorlar tanımadıkları çocuklara. –Rüzgârlı Camlar’ın bir öyküsünde bu sahneyi anlatmıştım hatırlarsan okur. -Orada olduklarını, görüldüklerini bilmek mutlu ediyor çocukları. Hafıza en çok bu anı çekip çıkarıyor kuyusundan. Traktörün arkasından bakan gencin özlemle yolun diğer yanına geçme isteğini. Zeytin ağaçlarının olduğu bahçe arkasına bir dağın manzarasını saklıyor. Vadi, en çok güneş batarken yakınlaşıyordu kalbime.
Tahsil Yücel’in Komşular kitabındaki karakterlerde benimle bakıyorlar sanki manzaraya. Nerede o karı koca şimdi? -Akşam yemeği için masa hazırlamışlar. Çocuklar pek sessiz. Anne babalarının her hareketini izliyor gibiler. Taze fasulye pişirilmiş, mevsim salatası yapılmış gibi. Yanında iki kadeh koca için. Sen beni sevmiyorsun diyecek gibi kadın orta yere. Kavga başlayacak ve ben yazarı gibi izleyen olacağım sanki.- İçeri geçmeli yeniden. Duymamalı hiçbir yabancı sesi.
Şimdi daha iyi bakıyorum sana Mağusa. Nefes almaya çalışır gibisin. Daha çok anı yaşatır gibi. Saklıyorsun insanları evlerin içinde. Sonsuzlukta kısa bir anın içinden geçiriyorsun beni, hepsi bu.
Kumsal yakınlarında birkaç çakıl tepeciği. Her şey yeniden inşa ediliyor gibi. Oysa burada daha önce gördüğüm bir boşluktu. Yükselmeyen binaları, eskimiş evleriyle neredeyse uyuyan bir şehir.
Günlerden Çarşamba ve bu saat için hayli bir dış ses var. Az önce yatakta uzanmış balkon kapısının içeri soktuğu rüzgârı sırtımda hissederken aynı anda kuş seslerini, demir döven ustanın çekiç sesini de duyuyordum. Bu bana Pazar sabahları odamda yatarken duyduğum çocuk seslerini de hatırlatıyor. Yabancılık hissetmedim. Kuşlar kumru muydu? Emin değilim. Güvercin olsalar uğuldarlardı. Göğüsleri yükselip alçalırdı.
Dört ayımı geçirdiğim Güvercinlik buradan on beş kilometre uzakta olmalı. Gördüğüm o dağ ve vadi hepitopu aynı uzaklıkta. Oradaki herkes yerini başkalarına bırakmış başka kentlere, kasabalara, hayatlarına döndüler. Yalnız o köylüler yine zeytin ağaçlarının oradan geçerken belli belirsiz kollarını havaya kaldırıyor ve selam veriyorlar tanımadıkları çocuklara. –Rüzgârlı Camlar’ın bir öyküsünde bu sahneyi anlatmıştım hatırlarsan okur. -Orada olduklarını, görüldüklerini bilmek mutlu ediyor çocukları. Hafıza en çok bu anı çekip çıkarıyor kuyusundan. Traktörün arkasından bakan gencin özlemle yolun diğer yanına geçme isteğini. Zeytin ağaçlarının olduğu bahçe arkasına bir dağın manzarasını saklıyor. Vadi, en çok güneş batarken yakınlaşıyordu kalbime.
Tahsil Yücel’in Komşular kitabındaki karakterlerde benimle bakıyorlar sanki manzaraya. Nerede o karı koca şimdi? -Akşam yemeği için masa hazırlamışlar. Çocuklar pek sessiz. Anne babalarının her hareketini izliyor gibiler. Taze fasulye pişirilmiş, mevsim salatası yapılmış gibi. Yanında iki kadeh koca için. Sen beni sevmiyorsun diyecek gibi kadın orta yere. Kavga başlayacak ve ben yazarı gibi izleyen olacağım sanki.- İçeri geçmeli yeniden. Duymamalı hiçbir yabancı sesi.
Şimdi daha iyi bakıyorum sana Mağusa. Nefes almaya çalışır gibisin. Daha çok anı yaşatır gibi. Saklıyorsun insanları evlerin içinde. Sonsuzlukta kısa bir anın içinden geçiriyorsun beni, hepsi bu.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Ömer Kaya yazdı: ÇIKIŞI ARAYANLAR İÇİN BİR ROMAN: AUSGANG
Romanın Konusu: Alışılmış düzende olaya yaslanan, kolay özetlenebilir pek çok metin okumuşuzdur. Bu minvalde çoğu metin, toplumsal bir mesel...
-
harun bildiğin tüm yeminleri yaz derler söyle derler güz geride kaldı şimdi kış odun gerek kürek gerek kol kanat bildiğin şeyler, i...
-
Öğretmenlik sıfatımı takındığımda en çok korktuğum şeylerden biri de edebiyattaki istisnalardır. Öyle ki bir anda öğrencinin gözünde yeter...