Annemin Bahçesi. Elime aldığım incecik bir kitap geçmiş bütün yazları, ısırganları, su dolan misket çukurlarını, karayemiş ağaçlarında sallandığım ikindi saatlerini, her dalın yere doğru eğilip gökyüzüne doğru döndüğü anlarda savurduğum sözcükleri, savuramadıklarımı, sakladıklarımı ve sakınımsız döktüğüm gözyaşlarını hepsini yeniden hatırlattığını söyleyemem. Hatırladıklarım vardı elbette. Ellerimi bir poşete geçirip evin yanındaki ağaçların altında ısırganları kestiğimi… Bir süre sonra poşetin arasından ısırganın iğnelerinin ellerimi yaktığını da… Yazları benzer görüntülerle geçmiş birkaç mutlu zaman geçmişin sandığından çıkarılabilir şimdi. İçine beni çekecek bir kitabı okuyacağımı daha ilk sayfalardan biliyorum.
Bir roman kahramanı, ya da karakteri olarak bir yer arıyorum kendime bu sayfalarda. Giderek daha çok ses zihnimde onlarca sözcükle yer ediyor.
Nedense çok suçlu hissediyorum. Sürekli bir şeyleri erteliyor muyum yoksa diye düşünüyorum. O sırada Duru bir gün önce yarım kalan konuşmasını sürdürerek “merhaba” diyor bilgisayar ekranında. Son günlerde onunla paylaşmadığım ne varsa birbiri ardına sıralıyorum.
Yitirişin Öyküsünü okuyorum aynı anda. Tuhaf biçimde okuduğum metin bulunduğum ortamın dışında bir yere beni çekmeyi başarıyor. Mola vermiş olsam dahi hiçbir sözcüğü unutmuyorum. Telefon çalıyor hikâyede. Eski sevgilisinin öldüğü haberini alacak adamın az sonra önce kapıyı kilitleyerek masasına döneceğini ve ağlayacağını henüz bilmiyorum. İnsan ağlamak için kapıyı neden kilitler diye düşünüyorum. Duru, aynı kitabı kendisine alan ortak arkadaşımızdan bahsediyor. Konuşmanın bir yerinde bu kitabı okuduğumu söylüyorum. “Yeşil bir kitaptı, henüz okumadım, bulup bende okuyayım“diyor. O an kitabın renginin yeşil olduğunu fark ediyorum.
Kendi kişisel geçmişimizi de yeniden yazıyoruz geceyle birlikte.
İnsanlara inandım. Günlerin birbiri ardına geçtiğine… Bir an gelip bütün sözcüklerimi gizlediğimi ve sonra yerlerini unuttuğumu düşünüyorum. Karşınızda sizden birkaç cümle beklediklerinde söyleyeceğiniz hiçbir şeyin kalmadığı zamanlardan söz ediyorum. Susuyoruz aylarca. Sonra şunu hatırlıyorum. Eski bir şubat saçlarımı kestimdi. Akşamdı. Soğuk odalara doğru solgun bir ışık vuruyordu. Sana alınan çiçekler soluyor dolapta. Yine bir Cumartesi günü olmalı. Nedense o kış günü kokularını sevdiğim çiçekleri ulaştıramıyorum sana.
“Ne bileyim sen vereceksin sanıyordum çiçekleri” diyor Selçuk.
Ama o saatte burada olamam diye söze başlasam da bir şeyin değişmeyeceğini biliyorum. Dolabın kapağını açıyorum. Mutfak çiçek kokuyor bütün akşam. Mutsuz kokuyor çiçekler, solgunlar.
Bir sürü başka şey giriyor araya. Her sabah kaza haberleri okuyorum. Yeni kurulmuş bir parti lideri ülkenin selameti için ilk seçimde kendine oy verilmesi gerektiğini, terörün kökünü kazıyacaklarını sıralıyor. Trafik düzenlemesi konusunda birkaç şoförün görüşünü paylaşıyoruz daha sonra programda. Şimdi okuduğum bu kitabın içinde bunları bana hatırlatan ne var ki? Zihnimizi nerelere götürüyor her cümle. Kitabın kapağındaki salıncak fotoğrafı benim kitabımdakine benzemiyor. Rıza’nın kitap kapağı belirsiz şeyler anımsatıyor.
-Okura burada Rıza Kıraç’tan bahsetmelisin yazar!
Daha önce birkaç kitabını da okumuştum. Komşumun Uzun Kızıl Saçlı Sevgilisi adlı öykü kitabının üzerine sahilde oturup saatlerce düşünmüştüm mesela. Sonra Taksim’de bir öğle sonrası ara bir sokakta karşılaşmış çay içmiştik. Pek sevmiştim sohbetini. Kısa filmlerden, öykülerden, dergicilikten… Bir sürü yapmaya karar verilmiş ve sonra vazgeçilmiş şeylerden de…
-Çok kişisel şeylere giriyorsun yazar!
Ama tam onun kitabını okurken evlenmek üzerine konuşuyoruz Duru’yla. Daha özelini size açarken bir romancı, öykücüden bahsetmenin ne sakıncası olacak? İnsan evlenmeye karar verdiğinde ne şekilde teklifini yapmalı? Reklam panolarında yapılan evlenme teklifleri son dönemde moda. Benden en çok bekleneni galiba radyo programım esnasında böyle bir teklifi yapabileceğim olmalı. Klasik diğer biçimlerini düşünmüyorum. İnsan böyle bir durumda bütün sözcüklerini yitirecek gibi mi oluyor dersiniz?
-Uzun uzun anlatıp kendini de okuyucuda yoracağına basitçe sorsana sorunu.
Bu teklifin ne şekilde olması gerektiğini düşündüğüm sabah uzaklara bakıyorum. Açılmayan kapılar bakıyorlar bana. Merdivenleri siliyor kapıcı ağzında o yarım şarkı. "Neyleyim köşkü..." Yanım öyle boş, önüm sıra balkonlara bakıyorum.
Serkan Türk
28 Şubat 2012 Salı
16 Şubat 2012 Perşembe
Güneşli Bayır’ı Hürriyetime Okudum
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, o meşhur ‘Hayri İrdal’ını anımsadım: ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ndeki Hayri
İrdal. Diyordu ki; “Benim çocukluğumun belli başlı imtiyazı, hürriyetti!” Hayri İrdal’ın bahsini geçtiği gibi, bu
kelimeyi ne yazık ki, ‘şimdi çağ’ımızda da, siyasi manasıyla kullanıyoruz. Zannediyorum ki, hürriyetimizi de en çok
çocukluğumuzda yaşıyoruz. Jorge Amado’nun söylediği bir söz vardır: “Çocukluğu insanın anayurdudur.” Belki de en
çok rahat ettiğimiz zaman dilimi de orasıdır, kim bilir… Her şeyi bugün yaşadığımızdan daha özgür, hürriyet
kelimesini tam manasıyla yaşıyoruzdur orada.
Serkan Türk’ün ‘Güneşli Bayır’ı bunları anımsattı bende.
Öte yandan, yayımcının notu; yazarın duyarlı kalemine gönderme yapmış. Katılmamak elde değil. Hemen her
satırı içtenlikle, edebiyat duyarlılığıyla yazmış Serkan Türk. Ben de hemen her satırı çizmişim okurken. Yayımcı,
kitabı tam manasıyla tanıtmış. Arka kapaktan alıntılayalım: “Bir kentin yolunu, tarihini, coğrafyasını, denizini,
toplumsal hayatını, geçirdiği değişimleri, unutulan değerlerini, yeme içme kültürünü, gecesini gündüzünü, yazını
kışını, folklorunu, eğlence hayatını, daha bin türlü özelliğini herkes kendince görür.”
Yayımcının notunu değiştirerek, kendimizce söyleyelim: Bir yazar-edebiyatçı da, kendince bir duyarlıkla
yaklaşır kentine, değil mi?
Evet, ‘bir semtten geçmiş bütün yüzyıla bakmak.’ Yazar böyle söylüyor…
Satır aralarında ‘Erdoğdu’ hakkında bazı bilgilere ulaşsak da, bence kitabın öne çıkan tarafı, anlatı’nın ‘şiirsel’
bir ‘öykü’leme yöntemiyle yazılmış olması. (Belki de, bu semte yabancı oluşumdan kaynaklanmış olabilir bu algım.)
Bazı kitapları sırf üslûbu içinde okuruz ya, onun gibi bir şey sanırım benimkisi. Şunu da düşünmeden edemedim
açıkçası. Bir Alman atasözünün dediği gibi, herkes kendi kapısının önünü süpürse, bütün dünya temiz kalır. Her
edebiyatçı, kendi semtine, bu çocuk duyarlılığıyla yaklaşıp yazsa keşke.
Sonra, hemen ilk sayfada, benim de çocukluğumda tırmandığım bir yokuş vardı, orayı anımsadım: Yıllar
sonra ben de gitmiştim çocukluğumun geçtiği o yokuşa. Herkesin bir yokuşu olmalı, dedim içimden. Sonra Serkan
Türk’ün yazdığı gibi; -değiştirerek yazıyorum- Çocukluğumuzda tırmandığımız yokuşları, yıllar sonra; çok uzakta bir
yaşamı eksiltiyor oluşumuz…
Böylece, kitabı okumaya içlenerek başladım. Yazar, ‘Erdoğdu’ için, “çocukluğumda benim babamdı” diyor.
Bir özdeşlik kurmuş ‘Erdoğdu’ semti ile babası arasında. Yazarın yaşadığı bu özel durumu farklı şekillerde de olsa,
hangimiz yaşamı boyunca bir semt ile kurmamıştır ?!
Benim için de bir Çengelköy vardı, şimdi düşlerde kurduğum ‘okuma bahçesi’ydi orası. Babaannemin
anlatılarıyla büyüdüm. Çengelköy, deyince aklıma yazar ‘Rıfat Ilgaz’ düşer. Babaannemin kiracısıymış vakti
zamanında. Benim çocukluğum da, yıllar sonra, ‘Rıfat Ilgaz’ın yaşadığı evde geçti. Bunlar düştü zihnime…
Yazar, ‘Erdoğdu’yu babasıyla özdeştirmesi ağır bir hüzün katmış kitaba. Babası için yazdığı bir de şiirini
ekliyor yazar, içlenerek okudum: ‘Yaz Ölüleri’
Bu yüzden belki, bir yerden bir yere taşınmaya hiç sıcak bakmadım hayatımda. Bir şeyleri unutmak gibi gelir
bana. Unutmak, imgelemimde her zaman, ‘ihanet’ sözcüğünü hatırlatır. Yazar da unutmamış, yazmış semtini.
Serkan Türk, taşınma fikrine sıcak bakmasa da, başka yerlerde, onu bekleyen insanların olduğunu, bu yüzden
de il il dolaştığını da söylemekten geri kalmaz. Belki de bu yüzden seviyorumdur Serkan Türk yazımını, kim bilir?
Bir şehirden başka bir şehre gitmek ,hep bir hüzün verdi bana, cesaretsizliğimden mi?! Belki de bu cesareti
gördüğüm için okuyorum Serkan Türk’ün kitaplarını. Bana öyle geliyor ki; Serkan Türk, yazdıklarını, kendi semtinin
dışında, başka şehirlerde, tanımadığı insanlarla karşılaşmak için de yazıyor adeta… Öyle ya, yazarın dediği
gibi “Karşılaşmak buluşmaktan daha iyidir” Yazarın, ‘Erdoğdu’da geçen çocukluğu, her okuru kendi çocukluk
yıllarına bir yolculuğa taşıyacağını söylemeliyim. En azından benim için bu böyle oldu.
Bazı yaşantılarımız da ortak anılar oluveriyor. Bazı acı-tatlı anılar…
Örneğin, kitapta da geçtiği üzere, şimdiki gibi keneden korkmazdık eskiden, çimenliklerde gönlümüzce
oyunlar oynardık… Sonra, benim de kentimde değişen bir kültür vardı; şiddetin daha çok kol gezdiği bir kültür
oluşmaya başlamıştı İstanbul’da…
Şunu da söylemeden geçmek olmaz. Benim de çocukluğum da ‘cin hikâyeleri’ meşhurdu. Biraz da, Murathan
Mungan’ın çocukluk anılarını yazdığı ‘Paranın Cinleri’ni anımsattı. Sonra, Hüseyin Rahmi’nin eserleri.
Aynı şeyleri başka başka semtlerde yaşamış olmak, ‘zemin’ sözcüğünü de hatırlattı. Yaşama tektoniğimiz,
bizim üzerine bastığımız toprak. Her kesimimiz aynı topraklara bassa da, birbirlerimizi kırıp geçirdiğimiz yılları
anımsadım. İşte ‘Güneşli Bayır’da da, bahsi geçen dönemin sokak hareketleri, kahvehanelerde konuşulan, tartışılan
siyaset.
Bu kötü anıları geçelim.
Çikletlerden çıkan araba modelleri; futbolcu resimleri… Kartlar, gazoz kapakları. (Ne çok biriktirirdim
çocukken.) Ah, evet lakaplar. Yazmadan geçmek istemiyorum. Her okurun kendi semtine döneceği bir
bölüm: “Lakaplar ve Buzlu Dere Sokağının Sakinleri” Şişko Hala, Deli Fuat, Muşmul Temel, Hamsici Hemit,
Koyuncu Celal ve Kazuk Menşure…
Evet, her semt bir alfabedir. Serkan Türk, ‘Bir Alfabe Yaratmak’bölümünde okura, A’dan Z’ye bir harf seçin
diyor sanki… Ben harfimi seçtim: (e):
“Hafıza dipsiz bir kuyudur… Anılar varsa hâlâ, bir yerlerden çıkabilir şimdi de babam”
Yazım sonlanırken ‘Rıfat Ilgaz’ı hatırladım. Benim asıl harfim (r) olmalı.
Er-
Doğdu…
‘Erdoğdu’ okunmalı!
“Güneşli Bayır” (Heyamola Yay./2011), hürriyetimize!
Okuyalım öyleyse…
KUBİLAY BÜRGAN
İrdal. Diyordu ki; “Benim çocukluğumun belli başlı imtiyazı, hürriyetti!” Hayri İrdal’ın bahsini geçtiği gibi, bu
kelimeyi ne yazık ki, ‘şimdi çağ’ımızda da, siyasi manasıyla kullanıyoruz. Zannediyorum ki, hürriyetimizi de en çok
çocukluğumuzda yaşıyoruz. Jorge Amado’nun söylediği bir söz vardır: “Çocukluğu insanın anayurdudur.” Belki de en
çok rahat ettiğimiz zaman dilimi de orasıdır, kim bilir… Her şeyi bugün yaşadığımızdan daha özgür, hürriyet
kelimesini tam manasıyla yaşıyoruzdur orada.
Serkan Türk’ün ‘Güneşli Bayır’ı bunları anımsattı bende.
Öte yandan, yayımcının notu; yazarın duyarlı kalemine gönderme yapmış. Katılmamak elde değil. Hemen her
satırı içtenlikle, edebiyat duyarlılığıyla yazmış Serkan Türk. Ben de hemen her satırı çizmişim okurken. Yayımcı,
kitabı tam manasıyla tanıtmış. Arka kapaktan alıntılayalım: “Bir kentin yolunu, tarihini, coğrafyasını, denizini,
toplumsal hayatını, geçirdiği değişimleri, unutulan değerlerini, yeme içme kültürünü, gecesini gündüzünü, yazını
kışını, folklorunu, eğlence hayatını, daha bin türlü özelliğini herkes kendince görür.”
Yayımcının notunu değiştirerek, kendimizce söyleyelim: Bir yazar-edebiyatçı da, kendince bir duyarlıkla
yaklaşır kentine, değil mi?
Evet, ‘bir semtten geçmiş bütün yüzyıla bakmak.’ Yazar böyle söylüyor…
Satır aralarında ‘Erdoğdu’ hakkında bazı bilgilere ulaşsak da, bence kitabın öne çıkan tarafı, anlatı’nın ‘şiirsel’
bir ‘öykü’leme yöntemiyle yazılmış olması. (Belki de, bu semte yabancı oluşumdan kaynaklanmış olabilir bu algım.)
Bazı kitapları sırf üslûbu içinde okuruz ya, onun gibi bir şey sanırım benimkisi. Şunu da düşünmeden edemedim
açıkçası. Bir Alman atasözünün dediği gibi, herkes kendi kapısının önünü süpürse, bütün dünya temiz kalır. Her
edebiyatçı, kendi semtine, bu çocuk duyarlılığıyla yaklaşıp yazsa keşke.
Sonra, hemen ilk sayfada, benim de çocukluğumda tırmandığım bir yokuş vardı, orayı anımsadım: Yıllar
sonra ben de gitmiştim çocukluğumun geçtiği o yokuşa. Herkesin bir yokuşu olmalı, dedim içimden. Sonra Serkan
Türk’ün yazdığı gibi; -değiştirerek yazıyorum- Çocukluğumuzda tırmandığımız yokuşları, yıllar sonra; çok uzakta bir
yaşamı eksiltiyor oluşumuz…
Böylece, kitabı okumaya içlenerek başladım. Yazar, ‘Erdoğdu’ için, “çocukluğumda benim babamdı” diyor.
Bir özdeşlik kurmuş ‘Erdoğdu’ semti ile babası arasında. Yazarın yaşadığı bu özel durumu farklı şekillerde de olsa,
hangimiz yaşamı boyunca bir semt ile kurmamıştır ?!
Benim için de bir Çengelköy vardı, şimdi düşlerde kurduğum ‘okuma bahçesi’ydi orası. Babaannemin
anlatılarıyla büyüdüm. Çengelköy, deyince aklıma yazar ‘Rıfat Ilgaz’ düşer. Babaannemin kiracısıymış vakti
zamanında. Benim çocukluğum da, yıllar sonra, ‘Rıfat Ilgaz’ın yaşadığı evde geçti. Bunlar düştü zihnime…
Yazar, ‘Erdoğdu’yu babasıyla özdeştirmesi ağır bir hüzün katmış kitaba. Babası için yazdığı bir de şiirini
ekliyor yazar, içlenerek okudum: ‘Yaz Ölüleri’
Bu yüzden belki, bir yerden bir yere taşınmaya hiç sıcak bakmadım hayatımda. Bir şeyleri unutmak gibi gelir
bana. Unutmak, imgelemimde her zaman, ‘ihanet’ sözcüğünü hatırlatır. Yazar da unutmamış, yazmış semtini.
Serkan Türk, taşınma fikrine sıcak bakmasa da, başka yerlerde, onu bekleyen insanların olduğunu, bu yüzden
de il il dolaştığını da söylemekten geri kalmaz. Belki de bu yüzden seviyorumdur Serkan Türk yazımını, kim bilir?
Bir şehirden başka bir şehre gitmek ,hep bir hüzün verdi bana, cesaretsizliğimden mi?! Belki de bu cesareti
gördüğüm için okuyorum Serkan Türk’ün kitaplarını. Bana öyle geliyor ki; Serkan Türk, yazdıklarını, kendi semtinin
dışında, başka şehirlerde, tanımadığı insanlarla karşılaşmak için de yazıyor adeta… Öyle ya, yazarın dediği
gibi “Karşılaşmak buluşmaktan daha iyidir” Yazarın, ‘Erdoğdu’da geçen çocukluğu, her okuru kendi çocukluk
yıllarına bir yolculuğa taşıyacağını söylemeliyim. En azından benim için bu böyle oldu.
Bazı yaşantılarımız da ortak anılar oluveriyor. Bazı acı-tatlı anılar…
Örneğin, kitapta da geçtiği üzere, şimdiki gibi keneden korkmazdık eskiden, çimenliklerde gönlümüzce
oyunlar oynardık… Sonra, benim de kentimde değişen bir kültür vardı; şiddetin daha çok kol gezdiği bir kültür
oluşmaya başlamıştı İstanbul’da…
Şunu da söylemeden geçmek olmaz. Benim de çocukluğum da ‘cin hikâyeleri’ meşhurdu. Biraz da, Murathan
Mungan’ın çocukluk anılarını yazdığı ‘Paranın Cinleri’ni anımsattı. Sonra, Hüseyin Rahmi’nin eserleri.
Aynı şeyleri başka başka semtlerde yaşamış olmak, ‘zemin’ sözcüğünü de hatırlattı. Yaşama tektoniğimiz,
bizim üzerine bastığımız toprak. Her kesimimiz aynı topraklara bassa da, birbirlerimizi kırıp geçirdiğimiz yılları
anımsadım. İşte ‘Güneşli Bayır’da da, bahsi geçen dönemin sokak hareketleri, kahvehanelerde konuşulan, tartışılan
siyaset.
Bu kötü anıları geçelim.
Çikletlerden çıkan araba modelleri; futbolcu resimleri… Kartlar, gazoz kapakları. (Ne çok biriktirirdim
çocukken.) Ah, evet lakaplar. Yazmadan geçmek istemiyorum. Her okurun kendi semtine döneceği bir
bölüm: “Lakaplar ve Buzlu Dere Sokağının Sakinleri” Şişko Hala, Deli Fuat, Muşmul Temel, Hamsici Hemit,
Koyuncu Celal ve Kazuk Menşure…
Evet, her semt bir alfabedir. Serkan Türk, ‘Bir Alfabe Yaratmak’bölümünde okura, A’dan Z’ye bir harf seçin
diyor sanki… Ben harfimi seçtim: (e):
“Hafıza dipsiz bir kuyudur… Anılar varsa hâlâ, bir yerlerden çıkabilir şimdi de babam”
Yazım sonlanırken ‘Rıfat Ilgaz’ı hatırladım. Benim asıl harfim (r) olmalı.
Er-
Doğdu…
‘Erdoğdu’ okunmalı!
“Güneşli Bayır” (Heyamola Yay./2011), hürriyetimize!
Okuyalım öyleyse…
KUBİLAY BÜRGAN
9 Şubat 2012 Perşembe
ada'nın 15.sayısı
Günler günleri, aylar ayları devirip gidiyor. Günlük alışkanlıklarımız içinde bir edebiyat dergisinin kaderini merak eden insan sayısı bir elin parmakları kadar az nerdeyse. Geçtiğimiz yaz sonu çıkardığımız son sayımızın ardından bizlere gönderdiğiniz ürünleri okuduk, değerlendirdik. Bazılarına bu sayımızda yer verebilirken çoğunu ne yazık ki değerlendirme dışı tutmak zorunda kaldık.
Ada bu sayıda iki farklı dosyayı sizlere sunuyor.
İlk dosyamız Aylak Adam ve Anayurt Oteli adlı romanlarında yalnızlık ve psikolojik yabancılaşma temasını başarılı ile anlatan usta bir yazar olarak tanınan Yusuf Atılgan’ı içeriyor. Bu konuda Ahmet Çınar, Alper Sarı, Arzu Alkan, Burçak Kara, Erol Özyiğit, Hülya Soyşekerci ve Murat Ergin yazdı.
İkinci dosyamız: Göç ve Edebiyat başlığını taşıyor.
Bu konuda Almanya’nın Hannover kentinde 2003 senesinden Deniz Utlu ve Marianna Salzmann tarafından kurulan Freitext dergisi ile ortaklaşa çalıştık. Freitext Almanya'nın kendini "hibrid ve transkültürel bir açıdan toplumsal, kültürel gelişimlere bakan dergi" olarak tanımlıyor. Felsefi, bilimsel yazılara, denemelere ve yazınsal ürünlere yer veren, özellikle genç kuşak tarafından ilgiyle takip edilen bir dergi. Freitext’in editörlüğünü Marcela Knapp, Marianna Salman, Mutlu Ergün, Deniz Utlu üstlenirken derginin diğer emekçileri Sofia Hamaz, Michael Klesse ve Deniz Keskin.
Daniel Kahn, Deniz Utlu, Hakan Savaş Mican, Marianna Salzmann, Mutlu Ergün, Selim Özdoğan, Philipp Khabo Köpsell ve Von Olumide Popoola’nın “Göç ve Edebiyat” konusunda ada’da okuyacağınız ürünlerini Duygu Ergun, Menekşe Toprak ve Mehmet Akif Marabaoğlu dilimize çevirdi.
Göç ve Edebiyat dosyamız TANDEM – Kültür Yöneticileri Değişim Projesi”, Mercator Vakfı (Essen) ve Avrupa Kültür Vakfı (Amsterdam) desteğiyle MitOst (Berlin), İstanbul Bilgi Üniversitesi (İstanbul) ve Anadolu Kültür (İstanbul) ortaklığı tarafından destekleniyor.
Burcu Aker, genç hikâyecilerimizden Aykut Ertuğrul’un ilk kitabı üzerine söyleşti. Özgür Özmeral yeni kitabı ekseninde Mustafa Ergin Kılıç’ın sorularını yanıtladı.
Aydın Afacan, Ayhan Emir Yolcu, Derya Önder, Ercan Yılmaz, Ertan Yılmaz, Fatma Esti, Kenan Sarıalioğlu, Kıvanç Nalça, Lale Müldür, Murat Saldıray, Naime Erlaçin, Nurcan Çelik, Oya Uysal’ın şiirlerine bu sayımızda yer verdik.
Ayşe Keskin, Güray Süngü, Kaan Tanyeri ve Serkan Türk’ün deneme ve öykülerini ada’da okuyabilirsiniz. Bülent Sümer, Derya Başkan ve Şeydanur Yılmaz bu sayımıza çizim ve resimleriyle katkı veren diğer isimler.
“her zaman bir başka ada vardır” sloganıyla yoluna devam eden dergimiz daha iyi bir sayıda okuyucuları ile buluşmak üzere sayfalarını sonlandırıyor.
Ada bu sayıda iki farklı dosyayı sizlere sunuyor.
İlk dosyamız Aylak Adam ve Anayurt Oteli adlı romanlarında yalnızlık ve psikolojik yabancılaşma temasını başarılı ile anlatan usta bir yazar olarak tanınan Yusuf Atılgan’ı içeriyor. Bu konuda Ahmet Çınar, Alper Sarı, Arzu Alkan, Burçak Kara, Erol Özyiğit, Hülya Soyşekerci ve Murat Ergin yazdı.
İkinci dosyamız: Göç ve Edebiyat başlığını taşıyor.
Bu konuda Almanya’nın Hannover kentinde 2003 senesinden Deniz Utlu ve Marianna Salzmann tarafından kurulan Freitext dergisi ile ortaklaşa çalıştık. Freitext Almanya'nın kendini "hibrid ve transkültürel bir açıdan toplumsal, kültürel gelişimlere bakan dergi" olarak tanımlıyor. Felsefi, bilimsel yazılara, denemelere ve yazınsal ürünlere yer veren, özellikle genç kuşak tarafından ilgiyle takip edilen bir dergi. Freitext’in editörlüğünü Marcela Knapp, Marianna Salman, Mutlu Ergün, Deniz Utlu üstlenirken derginin diğer emekçileri Sofia Hamaz, Michael Klesse ve Deniz Keskin.
Daniel Kahn, Deniz Utlu, Hakan Savaş Mican, Marianna Salzmann, Mutlu Ergün, Selim Özdoğan, Philipp Khabo Köpsell ve Von Olumide Popoola’nın “Göç ve Edebiyat” konusunda ada’da okuyacağınız ürünlerini Duygu Ergun, Menekşe Toprak ve Mehmet Akif Marabaoğlu dilimize çevirdi.
Göç ve Edebiyat dosyamız TANDEM – Kültür Yöneticileri Değişim Projesi”, Mercator Vakfı (Essen) ve Avrupa Kültür Vakfı (Amsterdam) desteğiyle MitOst (Berlin), İstanbul Bilgi Üniversitesi (İstanbul) ve Anadolu Kültür (İstanbul) ortaklığı tarafından destekleniyor.
Burcu Aker, genç hikâyecilerimizden Aykut Ertuğrul’un ilk kitabı üzerine söyleşti. Özgür Özmeral yeni kitabı ekseninde Mustafa Ergin Kılıç’ın sorularını yanıtladı.
Aydın Afacan, Ayhan Emir Yolcu, Derya Önder, Ercan Yılmaz, Ertan Yılmaz, Fatma Esti, Kenan Sarıalioğlu, Kıvanç Nalça, Lale Müldür, Murat Saldıray, Naime Erlaçin, Nurcan Çelik, Oya Uysal’ın şiirlerine bu sayımızda yer verdik.
Ayşe Keskin, Güray Süngü, Kaan Tanyeri ve Serkan Türk’ün deneme ve öykülerini ada’da okuyabilirsiniz. Bülent Sümer, Derya Başkan ve Şeydanur Yılmaz bu sayımıza çizim ve resimleriyle katkı veren diğer isimler.
“her zaman bir başka ada vardır” sloganıyla yoluna devam eden dergimiz daha iyi bir sayıda okuyucuları ile buluşmak üzere sayfalarını sonlandırıyor.
5 Şubat 2012 Pazar
İçimiz Çölse Biri Geçmiştir/Serkan Türk
Serkan Türk; Serander Yayınlarından çıkan ikinci şiir kitabı “İçimiz Çölse Biri Geçmiştir” le okurları kelimelerden kurduğu bir vahaya götürüyor. Kitapta üç bölümde ve 2008-2011 yılları arasında yazıldığı anlaşılan toplam yirmi yedi şiire yer verilmiş. Lirizmin egemen olduğu dizelerde; hüzün geçmişin imbiğinden süzülen bir defne ıtırı gibi belleğe yayılırken, ömre dair yaşanmış ne varsa bazen somuttan soyuta, bazen de soyuttan somuta doğru dalga dalga genişleyen söz dizimi zihinde estetik bir algıyı tetiklemeyi başarıyor.
Aynı zamanda öykü yazarı da olan Türk’ün sözcük dağarcığının da oldukça zengin olduğunu söylemek mümkün. Hayatın çemberinden erken yaşlarda geçmiş, her şeyi görmüş geçirmiş bir yetişkinin dili var şairde. Bu özelliğiyle şair, gözün gördüğü ve akla gelebilecek her nesneyi şiire dâhil edip, geniş çağrışımlı bir metafora dönüştürüyor. Türk, bir başka deyişle dilin insan belleğindeki görüntüsünü sadece bir söz sanatı olmaktan çıkarıp, kısa bir sinema filmi izletisini andıran yapıya da kavuşturuyor.
Örneğin kitabın ilk şiiri olan “çöl ve kir” deki “hem ağrısısın içimin, hem istediği şenlik” dizesindeki dilde zıt anlamlı, soyut ve somut iki kavram olan “ağrı ve şenlik” dilsel bir biçimlendirmeyle tek bir imgesel bileşimi çağrıştırıyor ki buna “aşkence” bağımlılığındaki bir insanın izdüşümlerinin şiire yansıyan görüntüleri diyebiliriz.
“ben iyiye doğru gidiyorum kendi içimde”
“kimi rüzgâr fitilini yakar ağrıların/pimi çekilmiş bir bomba/patlayacak şimdi söküklerimden”
“eğilmişsen içime yaz’dır/senin avlunda özgürleşsin bu dil”
“biz ne anılar yaptık kendimize/kış günleri içimize sindiren/periler yıldız tozu/ayşe’ler melek olmayı diler”
“çitiyim şu bahçenin, bir adımı yağmura verdim/yağmur dindirendir bir adım”
“bana kendi dilinde sus yaşlı dünya/sana bütün dillerde yanayım”
“kocaman bir yara hepsi/yırtık tren biletleri gibi iç cebimde kanar”
Akılda kalacak, ahengiyle kolayca ezberlenecek nitelikte dizelere imza atan Serkan Türk’ün hem düzyazı hem de şiir yazması Nerval’in ‘şiirden geçmeyen bir kimsenin iyi bir düzyazar olması mümkün değildir, aynı yazarın her iki ustalığa birden sahip olması ender görülür” sözleriyle açıklanabilir.
Fakat bu belki de yazar için bir risk. Ya da şairin asıl kulvarını belirlemeye yardımcı olacak geçiş fazları da olabilir. Nihayetinde okurun şairin şiirlerini benimsemesi, şiirlerinin bestelenmesi ve hem dinlenir, hem de okunur hale gelmesi Serkan Türk’ün gelecekte hangi yazın türünde devam edeceği hususunda kendisine bir ipucu verebilir.
Şiir mi? Öykü mü? Ya da yola her ikisiyle birlikte devam etmek mi?
Biz; kitabın “kaburgalar ülkesi” başlıklı bölümün girişinde yer alan dizeleri paylaşarak, son sözü yine okurun düş gücüne bırakalım.
“yüzüne baktım yıldızları dinledim
göğsünün alçalıp yükselmesi bir deniz
ikimiz aynı okula gitmişiz çocukken
o yüzden benziyoruz birbirimize
yolunu uzatıyoruz evlerin”
Fatih Yavuz Çiçek
hece dergisi şubat-mart 2012
Aynı zamanda öykü yazarı da olan Türk’ün sözcük dağarcığının da oldukça zengin olduğunu söylemek mümkün. Hayatın çemberinden erken yaşlarda geçmiş, her şeyi görmüş geçirmiş bir yetişkinin dili var şairde. Bu özelliğiyle şair, gözün gördüğü ve akla gelebilecek her nesneyi şiire dâhil edip, geniş çağrışımlı bir metafora dönüştürüyor. Türk, bir başka deyişle dilin insan belleğindeki görüntüsünü sadece bir söz sanatı olmaktan çıkarıp, kısa bir sinema filmi izletisini andıran yapıya da kavuşturuyor.
Örneğin kitabın ilk şiiri olan “çöl ve kir” deki “hem ağrısısın içimin, hem istediği şenlik” dizesindeki dilde zıt anlamlı, soyut ve somut iki kavram olan “ağrı ve şenlik” dilsel bir biçimlendirmeyle tek bir imgesel bileşimi çağrıştırıyor ki buna “aşkence” bağımlılığındaki bir insanın izdüşümlerinin şiire yansıyan görüntüleri diyebiliriz.
“ben iyiye doğru gidiyorum kendi içimde”
“kimi rüzgâr fitilini yakar ağrıların/pimi çekilmiş bir bomba/patlayacak şimdi söküklerimden”
“eğilmişsen içime yaz’dır/senin avlunda özgürleşsin bu dil”
“biz ne anılar yaptık kendimize/kış günleri içimize sindiren/periler yıldız tozu/ayşe’ler melek olmayı diler”
“çitiyim şu bahçenin, bir adımı yağmura verdim/yağmur dindirendir bir adım”
“bana kendi dilinde sus yaşlı dünya/sana bütün dillerde yanayım”
“kocaman bir yara hepsi/yırtık tren biletleri gibi iç cebimde kanar”
Akılda kalacak, ahengiyle kolayca ezberlenecek nitelikte dizelere imza atan Serkan Türk’ün hem düzyazı hem de şiir yazması Nerval’in ‘şiirden geçmeyen bir kimsenin iyi bir düzyazar olması mümkün değildir, aynı yazarın her iki ustalığa birden sahip olması ender görülür” sözleriyle açıklanabilir.
Fakat bu belki de yazar için bir risk. Ya da şairin asıl kulvarını belirlemeye yardımcı olacak geçiş fazları da olabilir. Nihayetinde okurun şairin şiirlerini benimsemesi, şiirlerinin bestelenmesi ve hem dinlenir, hem de okunur hale gelmesi Serkan Türk’ün gelecekte hangi yazın türünde devam edeceği hususunda kendisine bir ipucu verebilir.
Şiir mi? Öykü mü? Ya da yola her ikisiyle birlikte devam etmek mi?
Biz; kitabın “kaburgalar ülkesi” başlıklı bölümün girişinde yer alan dizeleri paylaşarak, son sözü yine okurun düş gücüne bırakalım.
“yüzüne baktım yıldızları dinledim
göğsünün alçalıp yükselmesi bir deniz
ikimiz aynı okula gitmişiz çocukken
o yüzden benziyoruz birbirimize
yolunu uzatıyoruz evlerin”
Fatih Yavuz Çiçek
hece dergisi şubat-mart 2012
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Ömer Kaya yazdı: ÇIKIŞI ARAYANLAR İÇİN BİR ROMAN: AUSGANG
Romanın Konusu: Alışılmış düzende olaya yaslanan, kolay özetlenebilir pek çok metin okumuşuzdur. Bu minvalde çoğu metin, toplumsal bir mesel...
-
harun bildiğin tüm yeminleri yaz derler söyle derler güz geride kaldı şimdi kış odun gerek kürek gerek kol kanat bildiğin şeyler, i...
-
Öğretmenlik sıfatımı takındığımda en çok korktuğum şeylerden biri de edebiyattaki istisnalardır. Öyle ki bir anda öğrencinin gözünde yeter...