Serkan Türk'ün yeni baskısını yapan öykü kitabı Uzak Yaz, lirik ve yoğun anlatımı ile dikkat çekiyor. Uzak Yaz'ı okuyunca, kendi acılarımızı sahiplenmeyi öğreniyoruz. Kim bilir bizim çocukluk bahçemizde neler saklı...
Bir kitap yıllar sonra yeni baskısı ile okurların karşısına çıktığında, insan eski bir dostu yeniden bulmuş gibi olur. İlk baskısını 2006'da Kül Sanat'tan yapan ve Serkan Türk'ün de ilk öykü kitabı olan Uzak Yaz, bu kez Yitik Ülke Yayınları'ndan karşımızda. Henüz keşfetmemiş olanlar ve yeniden görüşmek isteyenler için bir fırsat var artık. Serkan Türk doğduğu ve yaşadığı Trabzon'da, yıllardır hem radyo programları hem de editörlüğünü üstlendiği Ada dergisiyle iki ayrı koldan dünyalar kurmuş bir isim. Bağımsız kalıp kimsenin bahşetmediği yaşam alanlarını korumanın ne zor olduğunu hepimiz biliriz. Bu inançlı inat, Türk'ün edebiyatında da var. Serkan Türk, bir de kitap yazmış olmak için değil, o kitaplarla kendi kainatını kurmak, orada önce kendisi soluklanmak için yazıyor. Uzak Yaz neyi anlatıyor deseniz, öyle bir cümleyle kesinkes ve pat diye söyleyemem. Zaten Uzak Yaz, "konu özeti" kavramının iflas ettiği, insanı edebiyattan soğutan derslerin müfredat programı dışında kalan bir noktadan sesleniyor. Burası hayat ve edebiyatın kesiştiği o belirsiz ve büyüleyici ufuk çizgisi. Çağrışımlarla hareket eden bütün bu öyküler, yazarın meramı dışında okurun kendi öykülerine de açık. Ne de olsa hepimiz denizde sektirilen o taşın ortaya çıkardığı halkalar misali, birbirimizden yeni öyküler çıkarırız. DEĞİRMENİN VE AĞACIN SESİ
Serkan Türk'ün öykü dünyasında insanlar kadar mekanlara da yer var ve bu mekânlar, arka plan görüntüsü olmaktan çok, bir hayat damarı olarak yer alıyor. Kaç kuşağı eskitmiş, emektar bir yel değirmeni bütün bir hayat döngüsünü paylaşabiliyor, örneğin ve onca yıkımdan geriye en çok yakınındaki genç vişne ağacının kökünden sökülüşünde hissettiği sızı kalıyor. Derken başka ağaçlarla tanışıyoruz, incir, elma, mandalina... Her biri başka bir gerçeklikten sesleniyor da en çok incirin sesi kalıyor bizde: "Çabucak kuruyan bir ağaçtan gelir neslim. İçten içe kuruyan/ susan bir ağaçtan. İncirim. Kör olası bir incir. Dayanıklı incir. Hem ağacım, hem değil. Dinlensem bir ağacın gölgesinde." Dar sokaklardan, serin avlulardan, kuytu bahçelerden geçeriz. Ve o ses, koku, doku mutlaka bizimle kalır. Bunca ayrıntıya özen gösterilince, sinematografik yönü ağır basan bir öykü dünyası çıkıyor karşımıza elbet ve biz bir sahnenin tam içine düşüyoruz. Bu sahnede zaman ve mekân alışılageldik anlamlarından sıyrılıyor. Geniş zamanlardan ve belirsiz mekânlardan yazıyor Serkan Türk. Hakikatin peşindeyken, ölçülebilir olana takılmadan ruh uzamından hareket ediyor. Bu boyut aynı zamanda hatırlayışın ve unutuşun coğrafyası. Tam da kendisinin bir söyleşide dediği gibi: "Yer yer hatırladıklarımızı unutmaya çabaladıklarımız ile değiş tokuş ettiğimizin kanısındayım. O arada bir yerde Uzak Yaz duruyor." Öykü karamanları birbirilerine selam ederek ilerlerken, kitap da bir bütünlüğe kavuşuyor, daha da büyük, derin bir girdap duygusu yaratıyor. Hesaplaşılmamış ne varsa, bellek bir otobüsün, trenin camlarından akan görüntülerden kendi çağrışımlarını seçerek, filmi çekmeye başlıyor. Onca bastırılmışlığa inat nice pişmanlık ve özlem yeniden diriliyor. Kaçınılamayan gerçeklerden biri de ölüm. Işıl ışıl toplanıp da kavanoza konduğunda umuda yakın duran ateşböcekleri, ertesi gün nereye bırakılacakları düşünülen bir ölüye dönüşüyor. Bir çocuğun gözünden ölümün soğukluğunu görüyoruz. Derken karısını kaybetmiş, yaşlı bir adamın ölümle hasbıhaline tanık oluyoruz. Başımıza gelmeden dert etmediğimiz ne varsa, karşımızda. O yaşlı adam oluveriyor, beden pörsür, ruh dirilirken yaşanan tezatın yakıcılığında bir an birlikte kavruluyoruz. Ölüm kimi zaman, karşı dairenin bir anda boşalmış olduğu gerçeğiyle çıkıyor karşımıza. O ana kadar önemsenmemiş bir koordinat kayıverince, hayatımızın nasıl sarsıldığına şaşıyoruz. Öldüğümde ağlamadım başlıklı öyküde ise basbayağı bir ölü konuşuyor bize. Sevdiği adam tarafından suya itilip boğulmuş bu genç kadının sesi, o kirli suları tenimizde hissettirirken, güvenle sarıldığın anda ihanete uğramanın hoyratlığı ile üşütüyor: "Öldüğümde ağlamadım. Bir kuru ayaz çıkmış sanıyorsunuz. Üşüyorsunuz yalnızca. Beyninin içerisine binlerce ses üşüşüyor ve tek tek ayırıyor, hepsini atıyorsun. Ölü olduğunu anlıyorsun" diyor kadın ve hâlâ aklına, yüreğine takılan bir ayrıntıyla acıtıyor içimizi: "Beni itmeden önce kulağıma söylediğin şarkıyı hatırlamaya çalışıyorum." Hayatın en acı gerçeklerine dokunsa da Serkan Türk'ün öyküleri asla umutsuz değil. Bilakis, hüznü ve acıyı, umudu yeniden yeşertmenin biricik yolu olarak kutsar gibiler. Nitekim kendisi de "Acım benimdir. Atmaya kıyamadığım tüm eşyalar gibi bir çekmecede zaman zaman açılıp kurcalamaktan bir çeşit haz alıyor olmalıyım. Bak diyorum bunun üstesinden gelmişsin, bunu da aşınca iyi hissedeceğin zamanlar gelecek," diyor zaten. Uzak Yaz'ı okuyunca, kendi acılarımızı sahiplenmeyi öğreniyoruz. Kim bilir bizim çocukluk bahçemizde neler saklı... Bulmayı göze alıyoruz bu kez.
KARİN KARAKAŞLI-SABAH KİTAP 14 NİSAN 2012