Geçtiğimiz sabahlardan birinde
çevresi ağaçlarla çevrili bir pastanede bugün küskün olduğum bir arkadaşımla
oturuyordum. Masamızın hemen yakınlarında duvara monte edilmiş büyük ekran
televizyonda eski bir şarkıcının klibi oynuyordu. İkimiz bir şeyler konuşmak
yerine doğru sözcüğü arıyormuş gibi susuyorduk. Aramızdaki gerginliği azaltacak
o sözcüğü ve başlangıcı yapamadık. Çevremizde oturmakta olan yüzlere, kahvaltı
tabaklarına, çeşit çeşit tuzluklara, peçetelere, küllüklere, sandalyelerin arkalarına asılmış
yağmurluklara, kazaklara bakıyorduk. Bir yandan düşünüyorduk geçirdiğimiz
süreci. Bizden birkaç masa ötede iki yazar oturmuş bir konu hakkında hararetli
konuşuyordu. Yazarlardan birinin sıkı okuru sayılabilirdim. Diğerini son on
yıldır dergilerden okuyordum. Hatta bir etkinlikte yan yana gelme fırsatını da
yakalamıştım. Tanıdık bir yüz görmüş olmanın sevinci doldu içime. Sanırım benim
sürekli yaşadığım kentte değildi bu pastane. Daha önce de gelmemiştim.
İkimiz de o sessiz geçen
dakikalardan sonra karşılıklı oturmaktan sıkıldık ve kalktık masadan. Nasıl
vedalaştık? Birbirimize neler söyledik, sarılıp mı ayrıldık hatırlamıyorum.
Bazı şeylerin hafızanızda neden yer etmediğini bilemezsiniz ya bunun nedenini bunca
gün sonra bile bulamadığımı fark ediyorum.
Bir süre pastanenin etrafındaki
ağaçların altında yürüdüm. Baharın kendini yeni yeni hissettirdiği bir dönemden
geçiyorduk. Ağaçlar çiçeklenmiş, çimler daha bir yeşildi. Gökyüzü olabildiğine
mavilik içinde.
Sonra pastaneye geri döndüm. Bu kez
az önceki masanın etrafı daha kalabalıktı. Daha önce ikisi dışında yan yana
görmediğim insanlar bir konu üzerine konuşuyordu. Masaya doğru yürürken Karin
Karakaşlı ile göz göze geldik. Hemen ardından Müge İplikçi ve Ercan Yılmaz’la…
Tomris Uyar’ın sırtı bana dönüktü. Omuzlarından
dökülen mor bir şalı vardı. Yanlarına yaklaşıp selamlaştım. Göz göze geldiğimiz
an bana göz kırptı.
Cemal Süreya, Edip Cansever ve
Turgut Uyar’ın hakkında şiirler yazdığı özel bir kadındı Tomris Uyar. Neşeli
görünüyordu. Onunla karşılaşmaktan mutluluk duydum. Birkaç sene önce öldüğü bir
an için bile gelmedi aklıma. Nedense Otuzların
Kadını kitabındaki yağmurlu günü anımsadım. Tepedeki eve ulaşmaya
çalışırken yardım istediği genç çocuğu. Yolun bir yerinden sonra tedirgin
oluşunu ve çocuktan kurtulmak için etrafına yardım isteyen gözlerle bakışını ve
düşüncelerini. Hikâye bana kalırsa Çengelköy sırtlarında geçiyordu.
Ben bunları düşünürken Tomris Uyar
masadan kalkıp birkaç metre uzaklaştı.
Elindeki fotoğraf makinesini daha sonra fark ettim. Ercan yanımdaki
sandalyeye geçti. Müge ve Karin birbirine yaklaştı. Masaya ben oturduktan sonra Karin’in yeni
çıkan kitabından bahsettik.
“Kitabın çıktığı günün anısına
gülümseyin” dedi Tomris Uyar.
Küskün olduğum arkadaşımla az önce
oturduğum masaya sarmaş dolaş mutlu bir çift oturdu o an. Bir an gözlerimi
onların üzerinde buldum. Kız, bahar çiçekleri gibi güzeldi.
“Genç adam, makine bu tarafta bu
yöne bakacaksın” dedikten sonra Tomris Uyar flaşı patlattı. Flaşın etkisiyle
gözlerim kamaştı, başım döndü bir an. Karanlık bir koridordan koşarak geçtim sanki.
Gözlerimi kapatıp açtığımda odamda
buldum kendimi. Duvardaki poster yerindeydi. Başımın üstündeki ağaçların
dalları tavana doğru uzanıyordu. Tuhaf bir duygu içinde yatakta sola döndüm. Hepsi
rüya olamayacak kadar gerçekti. Masanın üzerinde yarım bardak su ve sıkı bir
okuru olduğum Ayfer Tunç’un son romanı Yeşil Peri Gecesi duruyordu.