27 Eylül 2013 Cuma
4 Eylül 2013 Çarşamba
Göçmüşler Bahçesinde Bir Yazlık Sevi
Bir ağaç gölgesinin altında başlayıp otobüs koltuğunda devam eden okumalar
arasında öyle cümlelerle karşılaşırsınız ki, yazar ve okuyucu arasında,
ikisinin dışında kimselerin anlayamayacağı bir köprü kurulur ve siz o köprüden
her geçişinizde başka tepeler, başka adacıklar, yalnız sahiller edinmek zorunda
kalırsınız. “Göçmüş Kediler Bahçesi”ni okurken benimde benzer halleri
yaşadığımı söylemeliyim. Çoğumuzun günlük yaşantımızda şahit olacağı olaylar başka bir ânın fotoğrafına
dönüşür. İç dünyanızda gizli kalmış, yaşarken bir yerlerden edinilmiş
izlenimler okuyucu dünyasında derin kırıkların belirginleşmesine sebep olur. Yitip
giden değerler soyunuk bir beden gibi dururken, aynada yansıyan yüzünüz kâh ara
sokakta geceleyin karşılaştığınız bir kirpiyi dillendirecek, kâh bir yengecin Donkişot
oluşuyla ürpereceksiniz. Değişimi benimsemeyen insanın mücadelesi körlüğe
dönüşecektir.
"Kıyılar, kıyıya çekilmiş
sandallar yavaş yavaş karla örtülecek."
Bilge Karasu ilk öyküsünde mevsimin değişimini
anlatmaktan öte anlamları irdeliyor; kış ve yalnızlık. Kim bir Orfinoz kadar
suyu yutacak ve denizin milyonlarca yıldır saklamaya çalıştığı gizleri
fısıldayacaktır balıkçının kulağına? "Oysa ölümle bir araya gelmeden,
acılar çekip parça parça olmadan, gönlün tazelenmez, yeniden
doğamazsın."derken bile zamanın ağır ağır geçip gittiği anları
düşünürsünüz.
Her yer
deniz gibi karanlık ve sessizdi bu akşam saatlerinde. Üç beş saat öncesini
düşlerken birkaç çocuğun çığlığı gelip geçti içimden. Kumların üzerinde küçücük
ayaklarıyla koşuyorlardı. Kovalara doldurdukları taş parçacıklarını kumdan
tepeciklerin üzerine dökerlerken yavaş yavaş üzerlerine doğru gelen dalganın
hışırtısı işitiliyordu. Eskiden kendi de kaleler yapardı. Kalp resmi çizdiği de
olurdu, sonra silinip giderlerdi suyun altında, su her şeyi karanlığına alınca.
İsimlerinin baş harflerinin yitip gittiği o günler içinin sızısını saklamaya
çalıştığı zamanlar-soru sormayın da demezdi kimselere- her yer daha
sessizleşirdi. Bir kır kahvesinin önüne atılmış sandalye. Sırtını dayadığın
ağaç bir kaç adım öteye çekilmiş olsa, Orfinoz’un kolunu yuttuğu bir adam yavaş
yavaş omzuna doğru...
Denizle insan ilişkisi bir alacak
verecek davasıyla mı başladı bilemiyorum ama kimi gün balıkçılar kimi gün deniz
kazanmış olacak ki kırgınlıkları uzun sürmüyor. Denize ilk gözyaşını
düşürdüğünü de unutmaz insan, ilk misinayı bağrından çekişini de. "Deniz,
analar gibi sevdiğini, dölyatağında tutup saklayacaktır, bir daha doğurmamak
üzere" cümlesi ile bitiyor ilk masal.
Bir kumlukta oynamaktasın. Güneş
yengeç burcunda mıdır? Taşın altında bir serinlikte gizliyse bir yengeç, neden
güneşe göz kırpsın ki? Gücünü nereden alır; bu öykü ona bir övgü ise neden bir
kutu içine konulup saklansındı yazarın ifadesiyle kısacı? Delikanlı, suya
girdiğinde tutup çıkarmış yengeci koymuş bir taşın üzerine."Dalgırlı
mavi-yeşil renkli, kocaman bir şey" diyor anlatıcı onun için. Bizim
serinlik düşkünü, onu tutup havaya kaldıranlardan biri ile garip bir savaşın
içine girmiş. Küçük çırpınışlarına sesi de karışmış. "Yengecin seçtiği
düşmanı olmayı kabul etmiştir." Hem gurur, hem öfke... Filmlerden
edindiğimiz savaş görüntüleri gibi karşı karşıya ikisi. Gözleri birbirinin
hareketinde. Biri, azıcık dalgınlığa düşecek olsa, diğerinin işini hemencecik
bitirecek. Yengeç kendine yukarıdan bakan adamın kıskaçları ile yürüse de
üzerine, bir başkası-onu sudan çıkaran- tepesine indirmiş sopayı. Çökmüştür
mavi-yeşil sırtı. Güneşten kaçıp sığındığı kayanın altında onu koruyan kabuğu
çatırtılar içinde dağılmıştır ama yengeç öfkesi içinde, düşmanın hüznü
gözlerindedir. Tutulup suya atılır dağılmıştır ve kan sızmaktadır kabukları
arasından. Taşın altındaki kovuğunda saklanmaktadır. Kan kokusunu alır
çıyanlar. Yaklaşanları son bir güçle savuşturmaya uzak tutmaya çalışır. Düşman
bellediği adam dayanamaz biraz önce üzerine yürüyen yengecin çıyanlara canlı
lokma olmasına. Suyun içinden kaptığı gibi parçalar ayağının topukları ile
yengeci ve incinmiş gururunu. Ve saklar bir kısacını bu öykü için.
Yaz, kendini iyice hissettirdiği son
günlerde iki yabancı gibiyiz. Bahçemdeki kavak ağaçları yavaş salınışları ile
içimde bir serinlik duygusu oluşturamazken, karşı sokakta bir yabancı yüzü gibi
gelip yerleşti içime masalın gölgeleri. Az önce pencerenin önündeki çiçekleri
suladı kadın ve gökyüzüne bakındı işitir gibi seslerini. Uzun sessizliklerin
ardından mı çıkıp gelmişti de, göz göze bakınmak hem heyecan hem de ürkünç
hissettiriyordu. Odaları karşılıklı olsa bile iki yabancı ancak başka masalarda
oturmalıdır.
Kocaman bir yağ kutusunda her yıl biraz daha azalan toprağa tutunmuş bir
dikenli çiçek dururdu köylük yerdeki bir bacada. Zaman zaman sarıçiçekler
verirdi dikenlerin arasında. Birilerinin çiçekleri koparmak ya da sulamak için
evin çatısına, bacasına çıktığı da olmazdı. Başka evlerde bacalarda balkon ve
bahçelerde ortancalar köpürürken, hercai, menekşe ve sardunya yetiştirildiğini
de görmüştüm. Kitabın sayfalarını karıştırdığımız sırada karşılaştığımız “Alsemender Hikâyesi “ başlı başına dünya
ile hesaplaşacağımız bir zemine çekiyor bizi. Alsemender yetiştirmek kimsenin
aklına gelmemiş miydi ya da bu çiçeğe benzer ismini kimsenin hatırlamayacağı
bulunmayan başka tür çiçek. Lâleye benzetiyor yazar çiçeği. Yapraklarını yiyen
kişiye tesir eden bir etkiden bahsediyor. Gizlice çiçek yetiştiren bir
araştırmacı ve etrafında yaşayan insanlar arasında geçen bir hikâye. Bir
yaprağını yiyen yalan söylemeyi istese de söyleyemiyor. İki yaprağı bir
çılgınlığın eşiğinden geçiriyor sizi. XIII. yüzyıldan kalma bir kitap veya daha
önceki yıllardan kalma bir yazma eserde karşınıza çıkması olasılığı olmayan,
hayali bir çiçek adı Alsemender, onuncu masal niyetine çıkıyor karşımıza.
Nasıl bir oyun içindeyiz, kim
farkında? Bazen kendinizi bir taş gibi hissettiğiniz, bir piyon gibi söyleneni
yaptığınız olmadı mı? Bir şehirde yabancı olmak; müzelerini, parklarını,
bahçelerini gezerken edinilecek gizli bir bakış gibi. Otel odasında
kartpostallar arkasına acele ile yazılmış dilekler. İnsan yaşarken yeni
keşifler yapar ve eski alışkanlıklarını yer yer bırakır, terk eder. Bir zaman
gelip aynı şeyle-bildiğinizi düşündüğünüz- karşılaştığında en sıska acemimizin
göstermeyeceği beceriksizliği gösterip sonunu hazırlar.
Hayatında bir kirpi ile söyleşmiş
kaç insan vardır evrende? Hikâyelerde her şeyle söyleşebilirsiniz. Kimi gün bir
masa, eskimiş bir daktilo veya bisikletin pedalı konuşmaya başlar aniden. Susturmak
istemezsiniz. Dikenlerini gösteren, sizi düşmanı belleyen bir kirpiyi geceleyin
bir duvar dibinde görüp sesini işittiğinizde buna şaşırmayacaksınızdır. İnsanların
kendisini yemek için paylaşamadığını düşündüğü gibi, iyi insanların da
yaşadığını düşünecektir belki. Doğup büyüdüğü eve giderken başına geleceklerse
sadece hayal dünyanızda canlandıracağınız bir şey değil. Eski oyunlar
oynadığınız arsalar kazılmış, anılarımız çalınmıştır. Yaşadığımız evlerin
yıkıkları arasından geçip gitmiş bir hayatımızı düşünmek ne kadar üzücü. Giderek
mekanikleşmiş yaşamların hepimizden aldıklarını bir kirpinin dilinden
dinlemekse ürpertici.
Bir ip cambazı ölümü görürse bir
ben'dir ölüm, ansızın yüzünüze gelir yerleşir."Ölüler içinden soğumağa
başlar galiba." Hayatınız boyunca bütün öğretilerin, bütün yaşanılanların
sizi gün gelip bir boş arsaya bırakacağını bugünden bilemezsiniz.
Göğsünüze gelip dolacak, yer edecek
hıçkırık benzeri bir an yüzünüze bakacak ne az insan varmış, hayıflanacaksınız.
Yazar hikâyesinde kahramanı gökyüzü ile karşı karşıya getiriyor ve "oysa
gökyüzünde görülecek bir şey yoktu." diyerek sizi boşluklara bırakıyor.
Şehrin kalabalık caddelerinden
geçerken mi görürsünüz kartpostal satıcılarını? Başka manzaralar, kent
görünümleri. Tatil beldeleri hep sizi kucaklamaya hazır gibi duran daracık
sokakları, merdivenli sokakları ile birkaç haftalık yorgunlukları saklar. Kıyı
kahveleri yalnız âşıkları, mutlu bir görüntü sergilemeye gelen aileleri ve daha
nicelerini çağırmıştır uzaklardan. Size de olmuş mudur uzaklar çağırdı mı,
sesini işittiniz mi gitmeseniz içinizdeki kuş ölecek sanırsınız. Onu kafesinden
salıverseniz konacak bir dal, çiçeğini yeni açmış bir kayısı veya çok
yapraklanan bir kavak hışırtısı, rahata ermesini sağlar mı dersiniz içinizin?
Gidip görmelisiniz, tarih
kitaplarında adını bildiğiniz, kimi zehirli bir içki ile ölüp gitmiş, kimi
kılıç darbesiyle son nefesini vermiş kahramanların yaşadığı sokakları. “Geceden geceye arabayı kaçıran” isimli
hikâyede yıllarca hayalini kurduğu Sazandere’ye gidemeyişini, gitme isteğini
her duyduğunda başka nedenlerle bu isteğini yerine getiremeyişini yazar
anlatılıyor. Çarpıcı bir son bekliyor okuyucuyu. Karanlık gece, alışıldık
sesler duyamamak ve 'buna da alışırım' diyebilmek. Üşümüşlüğünü yanan odun
ateşi ile giderme ve etrafında dişsiz ağızlar, çökmüş avurtlar, çukurlaşmış
gözler… Ve ölüm bir yol alma isteğidir.
Göçmüş
Kediler Bahçesi’nin sayfaları arasında sizi bekleyen şiirsel bir anlatım. Şu
koca evrende-bazen tersini de düşünürsünüz- yere sağlam basacak ne kadar az yer
var. Bilge Karasu, hikâyelerini sağlam bir zemine oturtuyor. Yıllara yayarak
tamamladığı hikâyeleri beklentilerinizi gün aydınlığından karanlığa doğru
yaklaşırken sorguluyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Ömer Kaya yazdı: ÇIKIŞI ARAYANLAR İÇİN BİR ROMAN: AUSGANG
Romanın Konusu: Alışılmış düzende olaya yaslanan, kolay özetlenebilir pek çok metin okumuşuzdur. Bu minvalde çoğu metin, toplumsal bir mesel...
-
harun bildiğin tüm yeminleri yaz derler söyle derler güz geride kaldı şimdi kış odun gerek kürek gerek kol kanat bildiğin şeyler, i...
-
Öğretmenlik sıfatımı takındığımda en çok korktuğum şeylerden biri de edebiyattaki istisnalardır. Öyle ki bir anda öğrencinin gözünde yeter...