“Suda Ölen Yalı”, kendisini içinde bulunduğu şaşaalı hayattan soyutlayan öykü kişisinin iç dünyasını görmeye davet ediyor okuru. Çevresine, mekâna, zemine, atmosfere uyum sağlayamayan bir çocuk var o iç dünyada… Kimi yüzlerde görünen maskelerin dışında konumlanan çocuk, öykünün merkezinde bulunuyor. Varlığın çiğ görünümüyle oyalanmak yerine hayallerin ihtimaline dokunmak evladır bazen. Yapay gülümsemeler yerine yalnızlıktan uzak bakışımlardan geçiyor öykü kişisi.
“Utanç duyardım bu yarı sahte olduğunu düşündüğüm kahkahalardan. Böyle anlarda, o kalabalıktan kaçar ve odama, kendi dünyama sığınırdım. Yatağıma uzanıp tavana bakar; o eski kabartmalara, oyma şemselere dalıp giderdim.” Kendisiyle tanışmış olmakla birlikte çevresine yabancı kalmışlık bu bir bakıma… Çocuk yalnızlığı…
Hayali arkadaşı Celile’yle gelen şaşkınlık, onun fark edilmesini, çevresindekilerce görülmesini sağlayan bir ayna oluyor ve Celile’nin hayali arkadaşlığına sığındıkça ailesi onu fark etmeye başlıyor. En sonunda yapaylıkla, sahte yüzlerle, yalancı samimiyetlerle hesaplaşırcasına Celile’den aldığı kibritle yaşadıkları yalıyı yakıyor. Çocuk aklı bu sahteliğin yanıp kül olacağına, varlığını yok edince tümüyle kaybolacağına inanıyor belki… Zamanda asılı kalanları unutarak… Celile ile de bir tür gizli anlaşma yapmışçasına… İç hesaplaşma da denilebilir. “Yalıyı yaktığım günden sonra görmedim Celile’yi.” Hayatta var olmuş muydu? Yoksa hayatı bir tür nefes alma biçiminden öte değil miydi? Hiç kimsenin o güne dek yeterince fark etmediği varlığı, şimdi görülebilir aykırılıkta; Celile’nin hayata yansıması da evle birlikte yok oluyor. Cioran, Çürümenin Kitabı’nda ne demişti hatırlayalım mı?
‘İdeal’siz bir dünya, doktrinsiz bir can çekişme, yaşamsız bir ebediyet hasreti… Cennet… Fakat kendimizi oyalamaksızın bir saniye bile var olamazdık: İçimizdeki peygamber, bizi kendi boşluğumuzda ihya eden deli tarafımızdır.[1]
Çocuk yahut Celile de, ‘ne yaşar ne yaşamaz’ olarak zamanın bir anına çakılı kalmıştır. Kendini düşle oyalayarak var olma eğilimi gösterip aslında hiç yaşamamış bir siluet görünümünde…
Hayali varlıklara “Muhittin’in Cinleri”nde de rastlıyoruz. Değişip dönüşen yüzler, kimlikler öykü boyunca devinim halinde varlıklarını sürdürüyor. Kırılgan, yalnız, o kadar yalnız ki kendisine hayali varlıklar edinmiş öykü kişileri, biri diğerinden daha baskın olmaksızın varlıklarını koruyor. Bu öyküdeki başat unsur, karakterler değil, yalnızlık duygusu… Bir öykü karakteri olarak yalnızlık… Peşi sıra gelen yansımalar… Öyle sanmalarımız, hayatımızı ele geçirdikten sonra bize kalan hüzün… Değişip dönüşen yüzlerde asılı kalan: Yalnızlık!
Tanıdığımı sandığım birinin aslında başka birisine dönüştüğünü; özelliklerinin, hayattaki duruş biçiminin, inandıklarının bana yabancı olduğunu anlatmıştım. Yaşadığımız o ânın fotoğrafını çekecek olsaydık; onunkinde kırılganlıklar görünür, benim yüzümde ise merak.
Yalnızlığını köstebeğe dönüştüren öykü kişisi, Gregor Samsa’ya da selam gönderiyor benzer ruh iklimlerinden… Köstebek isimli öykü hem bireysel açmazlara hem de toplumdan bireye doğru evrilen çıkmazlara götürüyor okuru… Maden ocağında çalışmanın bir zorunluluk olduğu hayatlara ayna tutmayı ihmâl etmiyor. Bir babanın, yavrusunun yetişkinliğini göremeyecek olması, bir ihtimalken bile canı fazlasıyla acıtıyor; “Ama görüyorsun ya sevgili dostum, ölümle her gün burun buruna yaşamak korkusu daha da öldürüyor insanı. İlk geldiğim günlerde yaşanan grizu patlamasından sonra günlerce bu madene inmemeyi düşünmüştüm ama işte gördüğün gibi korkularıma rağmen ölüme meydan okuyabiliyorum.”
Soluduğumuz hava değişsin, yaşadığımız atmosfer başka bir hal alsın isteriz bazen. Mekânımızı değiştirdiğimizde; algımız, duygumuz, hislerimiz ve nihayet biz; tümden değişecek, evren birden bambaşka görünecek, biz bambaşka olacağız sanırız. Bu bir yanılsamadır. Nereye gidersek gidelim, içinde yaşadığımız “o şehir” bizimle birlikte gelir. Öykümüzün başladığı noktaya selâm göndeririz uzağına düştüğümüz yerlerden… Bazen bilinçdışında bazen bilinç düzeyinde “o şehir” hayatın içinde devinimlenen öykümüze öyle ya da böyle eşlik eder. “Sanki Yarın Issızlık” öyküsündeki Muhsin de aynı savaşımlardan geçiyor. Sokağını değiştirse dünyasının değişeceğini sanıyor. Bir yere ait hissedememenin o sancılı hissi Muhsin karakterinde yeniden can buluyor. Kaçsa kurtulsa olmuyor, kalsa boğulsa yine olmuyor. “Bazı yüzleri sonsuza kadar hafızamda tutmak istiyorum. Her şeyin giderek kirlendiği bir dünyada güzel şeylere ihtiyacım var.”
Çocukluğumuzda içimizden kuvvet alarak kulağımıza fısıldayan ses(ler), yıllar sonra bile ruhumuzdaki yankılarını bulmaya devam eder. Rüzgârlı Camlar’daki çocuk karakterler, neşesini yitirmiş, ihmal edilmiş, dışlanmış/bastırılmış özellikler taşıyor. Sessizlikleri için için öfkeyi büyütüyor; yansıması çoğu öyküde yıkım/kin/nefret oluyor. Ya bir evi yakıyor ya da yalnızlıklarını, ihmal edilmişliklerini yeşertiyorlar öykülerin zemininde… “Sesime Üşüşür Ölü Kuşlar”da babasını yitiren öykü kişisinin “pencerenin arkasından bakan, terkedilmiş bir çocuk gibi el salladım boynum bükük bahçedeki suya” diyerek öyküyü sonlandırması da yine aynı duyguyu okura hissettiriyor: Yalnızlık…
Zaman kavramı görecelidir. Bilinen bir şeydir: Sevdiğimiz şeylerle meşgulken zaman pek kısadır, hoşlanmadıklarımızla uğraşırkense epey uzun… “İki Kısa Gece”de kavuşmanın ve ayrılığın birlikte ve aynı anda olmasını, duygu bulanıklığını; bir kavuşmayı okurken aslında ayrılığı duyumsuyoruz. İki Kısa Gece, Serkan Türk’ün “çöl ve kir”inde yer alan dizeleri çağrıştırıyor bu bakımdan:
“hem ağrısısın içimin
hem istediği şenlik”[2]
hem istediği şenlik”[2]
Hiç bitmesin istenen zaman dışı zamanlar. Tüm evrenin işleyişinden münezzeh, belki de galakside yer bulamayacak kadar küçük bir evre, ruhun ritminde uzun süre döndürür çarkını. Yaşarken anlaşılmaz, geçip gidiveren zaman. Geriye baktıkça anısı tüm ömrümüze yayılır. Oysa… “Tanrı’nın en kısa iki günüydü”. Ağaçlarla kuşlarla rüzgârın yapraklara bıraktığı sesle hemhal olunur böyle zamanlarda. Geriye “İki Kısa Gece”de olduğu gibi derin bir kırgınlık bırakır giden.
İnsan insanın avcısı… Kanıyorum bir taşın dibinde. Ben kanadıkça akıyorum başka tozlara doğru. Her biri başka tarafa dağılan kum tanecikleri iki kısa gece için ömür biçiyorlar bana. Bahçedeki çayırlara doğru bakıyorum, ötesindeki köprüye…
Böylece öykü kişisi, yaşadığı duygulanımların ardından belleğini soluduğu zamana taşır. Geçmişin taşları ruhunu ağırlaştırsa da ertesi çayırlara bakma dinginliğindedir. Benzer görüntü “Golgotha”da da var. Yine bir kaybın/ölümün ardından hayatın devam eden akışını seyreder: Çayırlıklar, gökyüzü, bulutlar… Yaşamın ve ölümün biraradalığı, iç içe geçmişliği “Golgotha”nın alt metninde görülebilir. Buradaki öykü kişileri yaşamıyor adeta yaşama belirtileri gösteriyor. Onların hayatta olma yeterliliklerinden uzakta olduklarını görüyoruz. Sonlanan her soluktan habersiz, hayattan bir can yitmemiş gibi öte dünyalara; göğü yeniden izleriz …
Yiten her yaşanmışlığa aldırmadan devam eden bir akış var Rüzgârlı Camlar’da…
[1] E. M. Cioran, Çürümenin Kitabı, Metis Yayınları, Beşinci Basım, Sayfa:10, Çev. Haldun Bayrı
[2] Serkan Türk, Uzun Ruhlu Bir Cüce, Yitik Ülke Yayınları, Birinci Basım, Sayfa: 22
[2] Serkan Türk, Uzun Ruhlu Bir Cüce, Yitik Ülke Yayınları, Birinci Basım, Sayfa: 22
Mavi Ateş'in kaleminden Roman kahramanları dergisinde yer almıştır. 2017