Örsan Gürkan: Yazma istencine
yazarlar tarafından verilen anlam değişiyor. Yazmak sizin için ne anlama
geliyor, yazma eyleminin yaşamınız içindeki anlamı nerede başlayıp nerede
bitiyor?
Serkan Türk: Kör bir çocuk tanımıştım. Aynı apartmanda oturuyorduk. O benden sürekli
olarak gördüklerimi ona anlatmamı istiyordu. Deniz nasıl bir şey, diye
soruyordu. Kuşlar da bizim gibi çeşit çeşit mi, diyordu. Ben çirkin miyim, neden
senin dışındaki çocuklar benimle konuşmak istemiyor, ben de senin gibi uzağa
düşmeden koşabilir miyim bir gün, diyordu. Her dediğine bir şeyler bulup yanıt
veriyordum. Kendi gönlümde de öyle sesler, öyle çatlaklar buluyordum ki
tanımlaması güç. O çatlağı, o sesi dışımdakilere göstermek olmadı en azından
işaret etmek istiyordum. Sözcükleri buldum başkaları gibi. Onları yan yana
getirmeye, bir dünya kurmaya yetecek gücü de zamanla keşfettim. Önümde
koşacağım geniş araziler yoktu. Çirkinliği, güzelliği tarif edecek, sesi soluğu
başkalarına taşıyacak hikâyeler buldum. Oradaydı, tam içimde, zihnimde. Yalnız
iki gözüm, iki kulağım, bir kalbim yoktu. Yazdıklarımın gördüklerimle,
duyduklarımla, hissettiklerimle bir bütün olabildiği nokta da başlayıp bitiyor
diyebilirim.
Semih Samyürek: Yazma pratiğinizi anlatır mısınız?
Serkan Türk: Bu zamanla değişen bir hal aldı. Yazmaya başladığım ilk dönemlerde günlük
tutuyordum. Her gün en azından bir sayfa bir şeyler yazıyordum. Sonraları
haftada birkaç gün, ayda birkaç güne dönüştü. Anlatmak istediğimde,
söyleyebilecek bir şeyim olduğuna karar verdiğimde geçtim defterin başına. Yazma
pratiğinin en önemli bölümünün okumak olduğunun altını çizmekte yarar var.
Çünkü ben her şeyden önce bir okurum. Okuduklarımı düşünmek ve orada kullanılan
teknikleri, anlatım biçimlerini, kurguyu kavramaya çalışmak benim için öğretici
ve yazma eylemi kadar zevkli bir deneyim.
Örsan Gürkan: Hayal etme
eylemi birçok öykünüzün temelini oluşturuyor. Okuyan bir zaman sonra öykülere
düşüyor ve okudukları sanki içinde konuşulanlarmış gibi hissedebiliyor. Hayal
kurmanın ve kurgulamanın gerçek bir yönü var mı, oluşturulabilir mi?
Serkan Türk: Bir öykümde hayal etmek bütün günümü alıyor, diyordum. Sanırım günlerimi
aldı bu eylem hep. Düşündüklerimden korkmadan onlarla karşılaşmaya çabaladım.
Zira çoğu hikâye anlatılmak yazılmak için bir yerlerde bekliyor. Beni
bulmalarına zemin hazırladım. İşaretlere inandım ve gördüğüm ışığa doğru
yürümekten çekinmedim. Bazen yazdığım bir şeye sonradan şahit oldum. Yazmak
bunun için belki büyülü bir şey.
Örsan Gürkan: “Bak Önümüzde
Yeni Bir Mevsim” kitabınızın ilk öyküsü olan Hitler ve Yoldaki Üç Kişi”yi
okurken bir alt metin yakaladım. Üç yolcunun ideolojisi Hitler’in ideolojisine
yakın konumlanmaktaydı. Odadaki diğer kişiye baskıcı bir şekilde davranıyorlar,
ona eziyet ediyorlardı. Öykü kurgularınızı bu öykü çerçevesi içinde nasıl
değerlendirirsiniz?
Serkan Türk: Her hikâyenin okunduğunda fark edilen yanları olduğu kadar tekrar
okumalarla belirginleşen yönleri var. Bazen o silik, belirsiz şeyi anlatmak için
bütün kurguyu özenle çalıştığım olur. Bu yüzden seçtiğim konuyu nasıl
anlatacağımı uzun uzun düşünürüm. Dil olanaklarını, üslubu, olayları ona göre
zihnimde oturturum. Bir resim, bir filmden bir parça görüntü gibi ona sahip
olabildiğimde yazdığım olur. Kahramanlarımın boyu posunu anlatmasam bile onları
bütün olarak tanıdıktan sonra cümle cümle yazmayı tercih ederim. Bazen bunun
tersi de olur. Hiç bilmediğim bir sokakta kaybolmuş gibi etrafa bakarken
karşılaştığım kahramanlarım da yok değil. O kompartımandaki gergin yüz
ifadesini, baskıyı önce ben hissettim. Ondan sonra kahramanımın sıkışmışlığını
anlattım.
Örsan Gürkan: “Bak Önümüzde
Yeni Bir Mevsim” Kitabınız üzerine yazılanlarda ve size yöneltilen sorularda
karakterlere vurgu yapılıyor. Ancak ben öykülerinizdeki karakterlerin hatta
olay örgülerinin bir arka plan işlevi görmekte olduğunu düşünüyorum. Bazı
öykücülerimiz olay örgüsünü ve karakterleri ile öykülerinin iskeletini çizerken
siz buna ihtiyaç duymuyorsunuz. Sizin öykülerinizde psikolojik durum, o an
neler düşünüldüğü, neler hissedildiği işleniyor. Ancak asla çerçeve yokmuş
algısı oluşmuyor. Bu konu üzerine, öykü bize ne anlatır, nasıl anlatır?
Serkan Türk: Kendi öykü evrenimin mihenk noktası belki de duygular ve hisler. Bütün
metni okuyup bitirdiğimizde içimizde oluşan şey kırıklık, yalnızlık hissi,
tedirginlik veya sevinç hali şeklinde olabilir.
Bir kitap neyi anlatmalı ya da neyi işaret etmeli diye soruyorsan
gövdesinde ruhunda oluşmuş boşluğu diyebilirim. Öykülerde de böyle. Bendeki
Ömür İkimize Yetse adlı bir öyküm vardı ilk kitabımda. Dilsiz bir kardeş ve
ondan büyük bir ağabeyin dünyasını anlatıyordu. Ağabey kardeşin mutsuzluğunu,
umutsuzluğu ve eksikliğini kavrayamadığından kıskançlık kıskacında dönüp
duruyordu evin içinde. Sonra kardeş dilini makasla kesmeye yeltenirken bir
ağacın arkasında durmuş kendi içinde bu durumu tartıyordu. Her öykü aslında
gönlümüzdeki terazinin neyle dolduğuyla ilgili.
Örsan Gürkan: Öykülerinizde
tam bir olay ve karakter çevresi çizmediğinizi ortaya atmıştım. Öykü kişisinin
neleri düşündüğü, neleri hissettiği üstüne odaklandığınızı söylemiştim. Duygu
ve düşünceler öyküyü yazmaya başladığınız anda ortaya çıkanlar mı yoksa önü
arkası olan tasarlanmış kalıpları var mı?
Serkan Türk: Elbette iki türlüsü de bir yazar olarak sizi buluyor. Yoğun şekilde
düşünülmüş, tasarlanmış bir metin gibi daha önce hiç üstünde durmadığınız- ya
da öyle olduğunu sandığınız- bir konu-his gelip kendini yazdırabiliyor. Her iki
durumda da ortaya çıkan şeyin yazar olarak sizi şaşırtmasını, istediğiniz
biçimde anlatabildiğinizden emin olmanızı gerektiriyor.
Örsan Gürkan: Kendinize ait
bir öykü dili oluşturmayı başardığınızı düşünüyorum. Anlatıyla öykü arasını tutan
bu üslup sizi farklı kılıyor. Bu anlatım tarzınız nasıl oluştu, üslup
seçiminizin nedenleri nelerdir?
Serkan Türk: İnsan dokunur. İz bırakır. Yazar olarak benim yaptığımın da bu olması
gerektiğini düşünüyorum. Kendi sesimle, hissettiklerimle belirginleşen bir dil.
Bu da zamanla, yaşamın önüme serdikleriyle, yaşattıklarıyla oluştu diyebilirim.
Kör bir çocuktan bahsetmiştim başta. Sonraki yıllarda sağır insanlar tanıdım,
vurdumduymaz, ketum insanlar da. Zalimi de gördüm, zavallıyı da. Sürünmeyi
öğrenmeye çabaladığımda yürümek istediğiyle doluydum. Yürümeye başladığımda da
koşmak ve gitmek. Bitmez bir istek silsilesi hayat. Kimin kalbini dinlemeyi
istediğiniz, kimin kalbinden geçtiğiniz belirliyor yerinizi.
Örsan Gürkan: Anlatı tarzını
benimseyen bir öykücünün yazdıklarında kendi yaşamından izler kaçınılmaz olarak
belirir. Benim de öyküleri okurken size ait olabileceğini düşündüğüm bölümler
var. Okuduğum başka bir söyleşinizde sorulara “zihin” kavramı ile açıklık
getiriyorsunuz. Bu anlatı dilinin bende oluşturduğu bir algı yanılsaması mı
yoksa öykülerinizde sizin duygu ve düşünceleriniz zihninizden kâğıda mı
dökülüyor? Buna bağlı olarak Öykülerde karakterler mi konuşuyor yoksa sizin
sesinizin farklı boyutlarını mı dinliyoruz?
Serkan Türk: Bu çok sık karşılaştığım sorulardan biri. Bir yazar olarak kurguladığınız
metnin sahici olarak algılanması, o olay sizin başınızdan mı geçti diye
sorulmasını bir yere kadar normal karşıladığımı belirteyim. Bir yerden sonra
ise sinir bozucu olabiliyor. Benim başımdan geçti desem daha mı ilginç bulunacak
öykü? Hayır, benimle hiç ilgisi yok mu desem daha mı çarpıcı bulunacak metin? Yazarın
düş gücüne, anlatımına, hikâyenin büyüsüne kapılmak yerine yanlış yerlerde
oyalandığımızı düşünüyorum. Elbette benim süzgecimden geçiyor metin. Binlerce
defa hissettiğim farklı duygulardan damıttıklarımdan sızıyor. Sonra başkaca
şekillerde gün yüzü görüyor o deneyimler.
Esra
Sağlık: “sürün gövdem sürün
aşk
bir geçiştir alemlerden alemlere
saçlara
düşense beyaz bir leke”
“bir
deri bir kedi kaldım dünyada
karanlığı kurutan
kimsesiz ay”
dizelerinizden
yola çıkarak sormak istiyorum. Yalnızlık, aşk acısı, yenilgiler olmasaydı şiir
olur muydu? En büyük yenilgilerinizin yengisi şiir mi oldu sizin için?
Serkan Türk: Şiir bir devinim
ve döngü meselesi. Yaşamın getirdikleri ve götürdüklerine karşı sergilediğiniz
bir duruş. Üç şiir kitabımda da birbirinden farklı imgeler aracılığıyla ortaya
koymaya çalıştığım bir mesele. Son kitabımdan örnekleyecek olursak şöyle bir
dert bu:
‘sakallarımın altına sakladım
gençliğimi
hangi gökyüzü bakıyor geçmiş
diye yüzüme
insanın bulup yitirdiği
kendisi
yaşam dediğimiz biraz
incinmişliktir belki’
‘tahtası
değil çivisi çıkan dünyan çürüdü
bebeler
beşikte, gençliğin mezarda
kalbindeki
sevinçleriyle halkın çürüdü
bir zulüm kaldı
ayakta kökü soluğu uzun’
‘sanki
insan kökünden sökülmüş yeşil ot
kara lekeler gibi kuruyoruz gri gökyüzünün altında
karıncaların, böceklerin adımladığı bir evrende
bu yalnızlıklar, savaşlar hepimize fazla’
Esra Sağlık: Uzun Ruhlu Bir Cüce’de
etkileyici aşk şiirleri göze çarpıyor. Şiirler aşka dair birçok cepheden
beslenebildiği gibi cinsellikle de beslenebilir. Serkan Türk şiirlerinde
cinselliği ıskalıyor diyebilir miyiz?
Serkan Türk: Hayır, diyemeyiz. Bütün toplumun
aynı dili kullanıp başkaca şeyler anladığını düşünecek olursak, bir kitabı da
okuyanlar arasında da başkaca fikirler, tespitlerin olmasını normal
karşılamalı. Aşağıda yine dört şiirden bölümlerle hissettirmeye çalışayım
yapmaya çalıştığımı.
‘gün uzak bir dağ gibi dikiliyor
aramızda
gölgeni de seviyorum gölgemle
bir olunca’
‘ellerin
vardı kimsesiz
bazı gecelerde aradığım
öyle soğuk ve yalnız
ellerin
kaburgamda bir kemik
olsaydılar derdim
yaşama sevincime dönüşen
tenin’
‘ben
kendimle nereye taşınsam
orası gecenin köründe sana gelir
geçmiyordum, geçemiyordum senden,
kararlı bir gül gibi batmıştım dikenlerine
sanki kocaman kulağıydım evrenin’
‘aşk gelsin yersiz yurtsuz etsin bizi
demiştim körün gözündeki ışık kalbinden gelir
bal dudağın, kırçıl sakalım hayatın dersin
aradığımız cennet yüzünde, bilen bulur
insan insana, bütün denizler birbirine dökülür’
Esra Sağlık: Son zamanlarda sosyal
medyanın da yaygınlaşmasıyla dilimizde bir yozlaşma göze çarpıyor. Birçok
televizyon programı bu olumsuz tutumu adeta destekliyor. Siz edebiyatçı
kimliğinizin yanı sıra radyocu kimliğinizde bu konuda bir sorumluluk hissediyor
musunuz?
Serkan Türk: Türkçenin
imkânlarıyla yazan ve konuşan bir birey olarak olabildiğince düzgün bir dille
derdimi karşı tarafa aktarmaya özen gösteriyorum. Yazdıklarımın gölgesinde
kılçıksız, duru bir dili ve Türkçeyi tercih ediyorum.
Esra Sağlık: Hem radyocu hem edebiyatçı
olmak yapıtlarınızı besliyor mu yoksa bu durumun çelişkilerini de yaşıyor
musunuz?
Serkan Türk: İkisinin de
dilden beslendiğini düşünürsek sadece besleyici bir yanı olduğunu fark ederiz.
Küçük bir stüdyodan sesinizin nereye gittiğini bilmeden konuştuklarınızla
dergilerde ve kitaplarda yazdıklarınızın benzer şekilde insanlara sözünüzü
ulaştırma hedefini yerine getirme çabası olduğunu…
Semih Samyürek: Uyurgezer Bir Gölge’de, dikkatimi çeken
öykülerden biri Lunapark oldu.
Güvencesiz işçiliğin ve gelir adaletsizliğinin yarattığı bir durumu ele
almışsınız. Öyküdeki hikayenin Şanlıurfa’da gerçekten yaşanmış olduğunu da
biliyoruz. Ancak öyküde, söz konusu toplumsal durumlara karşı son derece içe
kapanık, bireysel hatta saçma (absürt) tepkiler veren ve gelir durumu iyi olan
bir başkarakter görüyoruz. Böyle bir toplumsal soruna karşı öykü
karakterlerinden daha farklı tepkiler bekleriz. Ancak sizin seçiminiz çok
farklı. Bu farklılığı kurgulamanızın sebebi nedir? Okuyucularınızın bu farklı seçime nasıl
yaklaşması gerekir?
Serkan Türk: Lunapark adlı öyküde geçmişinde benzer bir yoksulluktan gelmiş ama
geldiği yeri unutmuş bir adamın sancıları üstünden biraz absürt biraz masalsı
bir yöntemle ele aldım meseleyi. Evsizliğini ve çaresizliğini masallarla aşmaya
çalışan bir baba, yalnızlığını yatağında bulduğu pire ile azaltmaya çalışan
masal kahramanı kral, dolabın içine saklandığında her şeyin uzağında kalacağını
düşünen zengin bir adam ve onu anlamaktan uzak bir sevgili... Değer yargıları
kişisel bilinçle şekillenir. Her okuyucunun başkaca bir yerinden tutmayı tercih
edeceği gelir dağılımı, adalet, ahlak kavramları bu öykünün temel izleği.
Lunapark şenlikli ve pırıltılı hayatımızın öyle olmadığının göstergesi bir
bakıma.
Semih Samyürek: Kitaba da
adını vermiş olan Uyurgezer Bir Gölge
adlı öyküde, kendiyle ve hayatla kavga eden, aidiyet duygusu olmayan, varoluş
sancısı çeken ve manik depresif olan Sylvia Plath’in yaşamını görüyoruz. Size
Sylvia’yı yazdıran itici güç neydi? Sylvia’nın öyküsünü yazmayı neden
istediniz?
Serkan Türk: Aslına bakarsanız intihar eden insanlar konusu uzun
yıllardır düşündüğüm meselelerden biri. İnsanın yaşama inancını yitirmesi, onu
sürdürecek nedenler bulamaması veya başkaca unsurlarla vazgeçmek istediği,
geride kalan için nelere yol açmıyor ki.
Neslihan Önderoğlu bir gün bu konuyla ilgili bir dosya
hazırladığını ve benim bu çalışmada olmamın güzel olacağını söyledi. Bir yazar
düşünmemi rica etti benden. Bu isim bir şekilde yazdıklarıyla bende karşılığı
olan biri olmalıydı. Birkaç günlük süre sonunda karar verdim. Sylvia Plath’ın
yaşamı ve geride bıraktıkları edebiyat meraklıları gibi beni de düşündürüyordu.
Öyküyü ortaya çıkarmam dört ayımı aldı. Yazarın son yirmi dört saatini onun
ağzından kaleme aldım. Bütün yapıtlarını yeniden okuyarak, üzerine düşünerek ve
içselleştirerek ortaya çıkardım metni.
‘Frieda ve Nick
zar zor uyudu. Artık ölebilirsin Sylvia, diyor içimdeki ses. Onlar için hiçbir
şey yapamıyorum. Geçen gün banyoda dakikalarca kaldık. Nick’i yıkayamadım. Jillian geldiğinde yüzüme üzülerek baktı.
Çocuğu kucaklayıp kuruladı. Bazen benim için iyi bir şeyler yapmak istediğini
hissederken bazen bana dayanamadığını düşünüyor ve sıkılıyorum. Yine de
bugünlere dayanabilmemi sağlayan eşsiz bir dost. Pazar yemeği için güzel şeyler
hazırladı. Rosto, peynir, tatlı ve beyaz şarap. Jillian neşeli şeyler anlattı
yemek boyunca. Dans edip etmediğimi hatırlamıyorum. Müzik dinleyip
dinlemediğimizi de. Her zaman içki biraz gevşememi sağlar ve bulduğum ilk yere
uzanırım. Yine öyle oldu. Birkaç saat uyuduk. Uyandıktan bir süre sonra Gerry
beni ve çocukları eve bıraktı. Bir yandan istersen dönelim, dedi. Yollardaki
kar biraz erimişti. Sinirden ağladım. Bozulan arabaya, yaşama, kalbimin eskisi
gibi böbürlenecek şeyler bulamamasına. Israrcı olmayıp eve döndü. Çamaşırları
katlamam gerektiğini söyledim ağlarken bir yandan.’
Serkan Türk: Sevgili Semih, üzerinde çalıştığım üç farklı kitap
projesi var. Bunlardan ilki dünya sinemasıyla ilgili… 2014 yılında Türk
Sinemasının 100. yılına denk gelen dönemde Yüzyıllık Perde adlı bir çalışma
derlemiştim. Bu kitabın devamı niteliğinde hazırladığım Dünya Sinemasından
örnek filmlerle yazarların kişisel hikâyelerinin ortak birer metinde buluştuğu
bir proje. Yakın bir dönemde bitmiş olacak. Umuyorum 2019 yılı içinde
okuyabileceksiniz. Diğerleri de sürpriz
olsun.
İlk yayın: Koza Düşünce Dergisi 2018