4 Haziran 2022 Cumartesi

Ömer Kaya yazdı: ÇIKIŞI ARAYANLAR İÇİN BİR ROMAN: AUSGANG

Romanın Konusu: Alışılmış düzende olaya yaslanan, kolay özetlenebilir pek çok metin okumuşuzdur. Bu minvalde çoğu metin, toplumsal bir meseleyi ele alarak yüksek duyarlık örneği sergilemeyi amaçlayan kof ürünler topluluğuna katılmaktan başka çare bulamamıştır. Elbette toplumsal duyarlığı düstur edinen, bunu gösterişe kaçmadan başaran olaya dayalı metinlerle edebiyatımızda önemli yer edinen yazarları, onların metinlerini yok sayamayız. Buradaki asıl mesele, neye yaslanırsa yaslansın metnin herhangi bir zorlamaya girişmeden var olabilmesidir. Olaya dayalı metinlerin daha kolay yazılabildiği düşüncesinin hâkim olduğunu gözlemlediğim için örneğimi bu şekilde biçimlendirmek istedim.

Ausgang, “çıkış” anlamına gelen Almanca bir sözcük. Biri çareyi bir adaya kapanmakta, öteki günlüklerine sığınmakta bulan iki karakterin -zamanları farklı olsa da- paralel giden iç dünyalarına, hatıralarına konuk oluyoruz. Bu yönüyle özet yapmaktan hoşlanmayan hemen herkesin memnun kalacağı bir yapı sunuyor Ausgang.
Ausgang, her şeyden önce bir sezgiler toplamı. Bu sezgiler, kendini karakterlerin yaşamlarıyla sınırlandırmayıp okurun romana dahil olmasını ve kendi sezgilerini katmasını isteyen samimi bir davet. Çıkış arayan, çıkışa beraberce yürümek isteyen bunu yaparken zihinleri dinlendiren bir yapıya sahip. Pek çok klasik övgüden ve ilgiden fazlasını hak eden bir roman.
Bu çalışmada Serkan Türk’ün Ausgang romanını, yoğunlamasına işlenen iki roman kişisi ve romanın biçimi üzerinden incelemeye çalıştım. Öykü kitaplarını incelerken sergilediğim doğal tavrı burada da sürdürmeyi hedefledim. İncelememi, okuma anına sabitledim. Mümkün olduğunca az alıntı, terim kullanmaya ve bir sonuç kısmı eklemeye çalıştım.

Hami Pazarlı: Romanın yoğunlamasına işlenen iki kişisinden biriyiz. Başlangıçta parlak bir fikir ve cesur bir tercih olarak değerlendirdiğim bu algım yerini bulamasa da uzunca bir süre böyle hissettirdiği için bundan hoşnut kaldığımı saklamayayım. Bir taraftan romanın anlatım tercihine de sadık kalarak bu algımı değiştirmek istemedim. Zira her ne kadar, bir okur olarak romanın dışına itilmiş gibi görünsek de bizi romana dahil eden pek çok kapı var. Bunları mümkün olduğunca açmaya çalışacağım.
Romanın başlangıcında Hami Pazarlı karşılıyor okuru ancak bu karşılamanın, onun tarafından yapıldığının anlaşılabilmesi için biraz sabretmek gerekecek. Yazının başında belirttiğim üzere çalışmanın doğal akışını bozmamak adına, okunma anına sabitlediğim yorumlarımı sıralayacağım.
Romanın başkişisini okurun oluşturduğunu düşünerek değerlendirdiğimizde, Serkan Türk öncelikle bize bir hatıra yüklemeye koyuluyor. Romanın pek çok yerinde hatıranın, hatırlamanın, geçmişin insanı insan yapan temel özelliklerden biri olduğuyla karşılaşıyoruz:
“Durup dururken anısı olacağız birbirimizin.” (s. 11)
Bu, durup dururken birbirimizin hatırası olmak bir yazgı. Aynı zamanda henüz yaşanmamış pek çok şeyin yaşanacağına dair derin bir mesaj. Ardından bir hatıralar hücumu… Öyle ki yavaş yavaş karakteristik özelliklerimizin ve geçmişimizin belirginleşmeye başladığını hissederiz:
“Uçağa atlayıp gökyüzüne çıktığında ruhunda bir ferahlık oluşuyor. Binaların, insanların arasında huzur yok.
Nereye aitsin, bilmiyorsun. Su canlısı olmak istediğini hatırlıyorsun çocukken. Okyanusun derinliklerinde, kimsenin bilmediği dehlizde yaşayıp giden bir deniz bitkisi belki de.” (s. 25)
Romanın yüklemeye çalıştığı ilk ve temel duygu yalnızlık. Yukarıdaki alıntıyı dikkatle incelediğimizde sıklıkla özgürlüğü- özellikle şiirde- çağrıştırabilmek için kullandığımız iki maviyi, gökyüzünü ve denizi görüyoruz. Buradaki çağrışıma özgürlüğün yanı sıra yalnızlık da eşlik ediyor. Romanın sayfaları ilerledikçe de entelektüel kimliğin, insanın yaradılışından edebi türlere uzanan geniş birikimle süslendiğini ve bir tercih sonucu büyük kenti terk edip küçük bir adaya sığınma davranışına sıkı sıkıya sarıldığını öğrenir, duygu durumumuzu bu yöne çeviririz. Bu sayede yoğun olarak hissettiğimiz, farkına varmamız gereken ilk şeyin ne olduğunu da buluruz: çaresizlik.
Küçük bir şehrin ve insanlarının yarattığı acılardan kaçmakla başlayan bir hikayemiz var. Bir arkeolog olarak metropolde pek çok emelimizi gerçekleştirmişsek de nihayetinde insanoğlunun acıları ve tatmin ölçüsü her geçen gün değişkenlik gösteriyor. Bu değişkenlerden en mühim olanını öğrenebilmek içinse yine biraz sabretmemiz gerekiyor.
Sığınma alanı olarak belirlenen mekânın bir adadan oluşması, ruhsal durumumuzu anlamamız açısından özel bir işleve sahip. Pek çok yazarın metinlerini kaleme almak için, daha eski dönemler için de dini duyguları yoğunlukta yaşamak isteyenlerin aradığı türden bir adadır bu. Mümkün olduğunca sakin, doğanın bütün canlılığıyla var olduğu ve özellikle zeytin ağaçlarıyla süslü bir ada. Bir yönüyle oradaymış gibi hissettiğimiz Gökçeada’ya bir gün sığınma planları yaparken bulabiliriz kendimizi.
Ada’ya sığınma girişimimiz bir benzetmeyle açığa çıkıyor. Geçmişimizde bir örümcek beslediğimiz ve örümceğin, kafeste beslenen diğer pek çok hayvana göre farklı olarak yuvasını (sarayını) kendisinin inşa etmesi söz konusu ediliyor. Denilebilir ki Ada’ya sığınma girişimimiz biraz da bu örümceğin davranışını taklit etmeye benziyor. Dört tarafı mavilikle çevrelenmiş bir alana sığınma düşüncemiz de geçmişten bir ayrıntıya bağlanıyor:
“Bir adam tanımıştın. Hastane bahçesinde oturuyordu. Ona adres sormuştun. O da sana, mavi, demişti. “ (s. 12)
Geçmişle ilgili buna benzer pek çok detayla belli belirsiz bir hatıra oluşturuyoruz. Ada’ya sığınmak için sebepler biriktiriyoruz. Bunun olumlu bir sonuç verip vermeyeceği ile ilgili merakımız baş gösteriyor. Hastane bahçesinde karşılaştığımız adam bizi biraz tedirgin ediyor:
“Lanet olasıca o ablukadan sağ çıkmayı başardım ama ruhumdaki gediği kapatmayı beceremedim.” (s. 13)
Geçmişe ve bugüne dair bilgimiz artıyor ancak hala pek çok şey net değil. Belli ki başka bir şey öğrenmemiz gerekiyor:

“Öğrendiğin, daha çok o beklemek dedikleri.” (s. 16)

Belki burada şöyle bir duraksıyoruz. İnsanoğlu belirsizlikten hoşlanmaz. Bir cümle, romanın kendi derdini dillendirirken aynı zamanda imdadımıza yetişiyor:

“Kaç yaşında olursa olsun insan anlaşılmak istiyor. Bir anlayan bulamasa da hafızasını diri tutmak istiyor.” (s. 22)
Anlama çabası bizim için Onnik Efendi’nin günlüklerini okumakla kuvvetleniyor. Onun günlüklerini okudukça aramızda türlü benzerliklerin olduğunu fark ediyoruz:
“Yaşlı adamın can sıkıntısı, meraklı yanı, yalnızlığı benziyor senin içinde olan bir şeylere.”( s. 23)
Onnik Efendi’nin yaşamına davet eden günlükler; bize biçilen anılar, şimdiki an ve ruhla örtüşebilecek başka bir yaşamın varlığı anlamına geliyor. Aynı zamanda ilginç bir deneyimin de sinyallerini veriyor. Zira daha önce değindiğim üzere hem bir süreliğine okur olarak kendimizi romanın başkişilerinden biri zannedebilir hem de bu zannın ortadan kalkmasına rağmen figür olmayan anlatıcının 2. tekil anlatım tercihinden ötürü istesek de romanın dışına çıkamayabiliriz:

“Kim bilir belki de yazıya dökülmüş bir yaşamda bulurdun kaderinin panzehirini.” (s. 30)
Bir çıkış aradığımızı anlamaya başlıyoruz. Bir olaylar silsilesini takip etmekten ziyade sezgilerimizi kullanarak hastane bahçesindeki adamın kapatmayı başaramayacağımızı ima ettiği gediklerimize odaklanıyoruz. Günlüğün sayfalarını karıştırıyor, zaman zaman Ada’da şöyle bir dolaşıyor, mümkün olduğunca az diyalog kuruyor ve bazı televizyon programlarına kulak kesiliyoruz. Bu programlardan birinde Hacer Hanım’ın Almanya’ya gittikten sonra haber alamadığı babasını aramasına tanık oluyoruz:
“Babam belki de çıkış yolunu bulamadı da ondan gelmedi, dedim anneme.
Almancasını buldum Sevgi’nin sözlüğünde. Ausgang.
Babama bir mektup yazdım. Baba, bizi bıraktığın yerden çıkar, dedim.” (s. 32)

Romanın ismine de rastladığımız bu bölümde bireysel ölçüde işlenen yalnızlık duygumuzun televizyonda rast geldiğimiz programlar vasıtasıyla küçük küçük değinilen toplumsal bazı sorunlarla da birleştiğini gözlemliyoruz. İnsanların kayıplarını aradığı, aile fertlerinden birilerinin katili olduğu ve günümüzde sunulmaya, izlenmeye devam edilen hemen herkesin ucundan kıyısından da olsa varlığından haberdar olduğu programlar bunlar. Çıkışı arayan çabaların yanı sıra ekonomik sorunlar, ötekileşme/ötekileştirme gibi pek çok başlık listemizde. Bir anlamda “Türkiye gerçeği”yle yüzleşiyoruz. Bu -zannederim- çoğunlukla yazarın toplumdan kopuk olmaması gerektiği kanaatine uyan bir duyarlık oluşturur. Buradan hareketle romanın bireysel olduğu kadar toplumsal ölçüde de görevini yerine getirmeye çalıştığını söyleyebiliriz.
Romanın dikkate değer özelliklerinden birini keşfetmemiz uzun sürmüyor. Yavaş yavaş “özel yabancılaşma” özelliğini sergilemeye çalıştığımız “modernist” bir romanın başkişisi olduğumuzu anlamaya başlıyoruz. Kaçış yolumuzu oluşturan “Ada’ya sığınma” tercihi bizi aynı zamanda doğanın iyileştirici ellerine teslim ediyor. Pek çok sayfada doğayla gerçekleştirdiğimiz temas, bazı klasik değerlendirmeleri ellerimize tutuştursa da temasımızı daha özel biçimde şekillendirecek bir epigrafla karşılaşıyoruz:


“Parka gittiğim vakit sorardım
Ağaçların hatırını.”
Muzaffer Tayyip Uslu (s. 33)


Muzaffer Tayyip Uslu gibi ömrünün baharını hastalıkla, ölüm korkusuyla, yalnızlıkla geçirmiş değerli bir şairin dizelerinden ilham alarak doğayı bütün kıymetiyle idrak etme çabamız; kendi açmazlarımız içinde yine de ciddi bir şansa sahip olduğumuzu gösteriyor. Zira Ada’ya kaçıp ruhsal travmalarımızı atlatabilmenin mümkün olduğunu düşünmüştük. Doğanın şefkatinden, iyileştirici gücünden faydalanabilmenin en iyi yolu neydi? Çareyi bir ağaçla bütünleşmekte buluyoruz. Doğanın da bizim gibi hatıralarla dolu olduğunu keşfediyor ve hatıranın nimetleriyle süsleniyoruz. Mutluluktan ölüm korkusuna pek çok anıyı bir film şeridine dönüştürüyoruz.
Doğayla, özellikle zeytin ağaçlarıyla kurduğumuz bağ güçlendikçe hatıraya, hatırlamaya ilişkin vurguların da bağlantılarını yakalamayı başarıyoruz:
“Eskiden beri zihninde zeytin ağaçlarını salt ağaç olarak görmüyorsun. Bir çeşit büyüyle olduğu yere çakılı kalmış bir canlı türü olduğunu düşünüyorsun. Acaba insanlığın doğuşunda bir tür suç işlemiş ve tanrının gazabıyla mı karşılaşmışlardı. Bu ağaçlar, zamanla yolunu şaşırmış insanlığın kurtuluşuna mı dönüşecekti?” (s. 40)

Düşüncelerimiz, kurduğumuz bağlar; zaman zaman yaradılışımıza uzanan kısa, özel, vurucu imgelerle doluyor. Kusurlu bir varlık oluşumuzun kişisel düşüncelerle olduğu kadar metafizik unsurlarla da birleşmesi, bizi çok cepheli değerlendirmelerde bulunabilen entelektüel bir kişiliğe yaklaştırıyor. Dolayısıyla temel duygumuzu, sıradan bir yalnızlığın ötesine taşıyoruz. İnsanlığın ortak hafızasına doğru -dışarıya pek az yansıttığımız- derin bir yolculuğa çıkıyoruz.
Geçmişimiz, bugüne dair düşüncelerimiz, Onnik Efendi’nin günlüklerinde değindikleriyle paralellik gösterdikçe onu okumak bizi iyi hissettiriyor:
“Binaları yıkıyor, arsaları açıyorlar. Ağaçları yerinden söküyorlar. Bunca mazi, harabelerin altında kalıyor, yazık.” (s. 42)
Onnik Efendi de bizim gibi kent soylu değil. Doğayı tanıyor ve kıymetini de biliyor. Bu yüksek duyarlık onu yalnızlaştırdığı gibi bizi de yalnızlaştırıyor. Özellikle bizimle aynı fikirde olan üstelik bizden daha önce yaşamış ve bu duyarlığı yakalamış biriyle rastlaşmak tahammül gücü veriyor. Bununla birlikte Ada’da geçirdiğimiz günler de bu duyarlığa katkı sağlıyor. Anlatıcının tabiriyle, kendi gölgemizi bulmak için etrafa baktığımız anlarda doğayı olduğu kadar farklı etnik kimliklerin yaşamına, insana bakışına da tanık oluyoruz. Ada’dan kopmamak için Rumların verdiği mücadele; bize bir toplum için değerli olan pek çok şeyin başka bir toplum için acıyı, zulmü temsil ettiğini anlatıyor. İnsan ilişkileri, tarih bu tip tezatlarla dolu değil midir? Her dönemde aradığımız çözüm, toptan bir kucaklayış olsa da hemen her girişimimiz bizi bu kucaklayıştan uzaklaştırıp ötekileştirmedi mi?
“Başıboş köpekler nereye gider? Sen de onlar gibisin.” (s. 60)
“Bir çıkışa ihtiyacın var.” (s. 63)


Ada’da bir Fransız kadınla tanışıyoruz. Onda; yitirdiğimiz bazı özel anları, duyguları bulma çabamız var. Düşüncelerimize hapsolduğumuz, kendi dairemizin dışına çıkmaya çalıştığımız bir anda tutunabileceğimiz bir dal. Ancak belli belirsiz varlığı; bizi bu düşüncelerden, duygulardan emin kılmıyor. Fakat yine de onunla Ada’da dolaşmak, sohbet etmek hatta bazı özel yakınlaşmalar yaşamak gibi fırsatlarımız oluyor. Çoğunlukla pasif isyan şeklinde ortaya çıkan yalnızlığımız, Fransız kadınla beraber söze dökülüyor. Ancak bu durum, istediğimiz ölçüde bir sonuca varmadığı gibi yaşadıklarımızın geçmişle ilgili anılar mı yoksa gerçek mi olduğu konusunda bizi derin şüphelere sürüklüyor. Zira Fransız kadın, aniden ortadan kayboluyor. Ada’ya kaçma, ona sığınma girişimimizin belki de en mühim sebebini de bu vesileyle öğreniyoruz. Geçmişte aniden ortadan kaybolan bir kadının varlığının Fransız kadınla bütünleşmesi, açık söylemek gerekirse, net bir çerçeve çizmeyi imkansız kılıyor. Her ne kadar bir gazete kupürü yardımımıza koşmaya çalışmışsa da yalnızca Fransız kadının kaybolması değil, bütün bir hayat bir anda kafamızda muğlaklaşmaya, gerçekle bağını sorgulamaya zorluyor. Siste giden bir otomobil önünü ve arkasını ne kadar görebiliyorsa o kadar net olabiliyoruz. Ayrıca bu otomobil nerede bulunuyorsa imkanlar yalnızca o alan için geçerli oluyor. Kısaca ne olanları inkâr edebiliyor ne de kabul ettiklerimiz üzerinden bir sonuca varabiliyoruz.
Romanımız, çocukların aileleriyle yaşadıkları pek çok çatışmayı işlemiştir. Yazının başında belirttiğim üzere bu, çoğunlukla yansıtmacı roman anlayışıyla ele alınmıştır. Ausgang, temel meselesi bu olmasa da baba-oğul çatışmasına da sürüklüyor bizi. Yeterli iletişim sağlayamadığımız babamız, çok gerekli olmadıkça bizimle iletişimden kaçınıyor, doğrusunu söylemek gerekirse bundan acı duymakla beraber bunu kaçışımız için bir fırsata dönüştürme eğilimimiz var. Fakat bütün bu çatışmanın ne kadarlık bir değere sahip olduğu mutlaka açığa çıkıyor. Anne ve babamızı Mardin’deki evlerine düşen bir bomba sonucu kaybediyoruz. Burada bireysel ölçüde duyduğumuz acının varlığı açık. Toplumsal ölçüde uzun yıllar hem ülke sınırlarının dışında hem de ülke içinde bizi doğrudan ya da dolaylı etkileyen binlerce kayba, acıya şahit olduk. Bundan kaçabilmek mümkün mü?
“Çocukluk evinden uzağa kaçmayı başardın. Kabuğunu terk etmiş bir salyangoz gibi temiz de olmadı bu gidişin. O günleri düşündüğünde havsalanın almadığı şeyler buluyorsun. Dünya, senin kabuğunu çatlatmana izin verdi sanırken görünmezin zarlarıyla çevrili olduğunu öğrenmiş olmak, bir tür hayal kırıklığına dönüştü.” (s. 117)
Onnik Efendi: Eğer bu roman bir çıkış sunabilmişse rehberinin Onnik Efendi olduğunu söylemek yanlış olmaz. Müzisyen arkadaşımız vasıtasıyla edindiğimiz günlükten tanırız onu:
“Kim bilir belki de yazıya dökülmüş bir yaşamda bulurdun kaderinin panzehirini.” (s. 30)
İkinci defa paylaştığım bu alıntının hem romanın tamamını göz önünde bulundurarak okura hem de başkişi olarak değerlendirdiğim “biz”e hitap edebilecek düzeyde olduğunu düşündürmek isterim. Bir çıkış yolu arıyoruz. Bu yolda bize Onnik Efendi’nin günlükleri rehberlik edebilir. Bizim gibi yalnız bir adam var karşımızda. Bizden önce bizim yaşadıklarımıza benzer pek çok şeyi yaşayıp hayata tutunmayı başaran ve kıskandığımız bir adam. Onu, ötekileşme duygusunu yoğun biçimde yaşarken görüyoruz:
“Bu ülke her dönem kendi zencisini yaratmakta pek mahir. Böyle olunca da müreffeh bir yaşam gelip bizi bulmuyor.
Onnik Efendi’nin ve onun gibi öteki olanların makûs talihi değişmeyecek.” (s. 37)
Bir Ermeni olarak, öteki olarak toplumun bir ferdi gibi kalmaya çalışmanın bütün zorluklarını ve manevi tesirlerini örnekliyor Onnik Efendi. Onu samimi olabileceği en özel alandan, günlüklerinden tanımanın tadına vardığımız kadar ötekileştirilmenin türevlerine şahit olup bu bütünü kendi yalnızlıklarımızla birleştiriyoruz.
Günlüklerin bir bölümünde Onnik Efendi, “1987 Türkiye Genel Seçimleri”ne ait olduğunu anladığımız sonuçlar üzerinden siyasi partilerin ülkenin tamamına hitap edebilecek bir bütünlük sağlayamadığından dem vurur. Toplum olarak benzer biçimde değerlendirdiğimiz pek çok durum için onun, Divan şiirlerinde sıklıkla karşılaştığımız telmih sanatına benzer bir yol izleyerek yaptığı değerlendirme işlevsel bir dışavurum oluşturur. Bir gazeteden edindiği habere göre babalarından kalan mal mülk paylaşımı için kavga eden iki kardeşten büyük olanı arbede sırasında bir sopayla küçüğün başına vurup onu bir kuyuya atar. Kuyuda bir şekilde hayatta kalmayı başaran küçük kardeş birileri tarafından fark edilir ve kuyudan çıkarılır. Onun kuyuda geçirdiği süre içinde ise büyük kardeş, babasına gerçeği asla anlatmaz ve onun acı çekmesine göz yumar. Akıllara kolaylıkla Hz. Yusuf Kıssası’nı getirecek bu haberin, özetlediğim kısımdan ötesi yok. Hikâyenin devamı için bize açık kapı bırakan bu haber, bizi bir benzerlikler silsilesi içinde toplumsal pek çok şeyi düşünmeye iter. Kuyudan birileri bizi de çıkaracak mı? Kurtulabilirsek kendimizden başlayarak güzellikleri mümkün olduğunca genişletip başka kuyulara koşacak mıyız?
“Defteri okumaktan korkuyorsun. Daha çok şey öğrenmek, kendi yalnızlığını, gelecekteki muhtemel yalnızlığını düşünüyorsun.” (s. 40)
Onnik Efendi’nin, günlüklerde toplumsal pek çok detaya değindiğini görüyoruz. Zaman, onu kendi çarkları arasında öğütürken ona bilgece değerlendirmeler yapabilme hüneri de hediye ediyor. Gerek bizim gerekse de Onnik Efendi’nin gözlem yapabilme yeteneğimiz, özellikle izlediğimiz TV programlarında bütünleşip ortak yorumlar, kanaatler doğuruyor. Zaman farklı olsa da süreç içinde aslında toplumda, yönetim anlayışında kayda değer değişimlerin olmadığının farkına varıyoruz. Kimi zaman dönemlerin siyasi ortamına kimi zaman da kişisel trajedilere bir yabancı gibi baksak da aslında tam da herkes gibi bu yaşananların merkezinde yer aldığımızı anlıyor ve belki görselliği, fark edilebilirliği daha az örneklerden ikisini temsil ediyoruz. Bu da bizi bir roman için uygun hale getiriyor.
“Birey olarak kendi dairenin dışına çıkmaya çalışsan bile bir şeylerin seni yine o dairenin içine doğru çektiği savında ısrarcı oldun.” (s. 109)
Onnik Efendi, günlüğüne zaman zaman şehirleşmenin getirdiği sıkıntıları yazar. Bu parçalarda kendi yalnızlığını da açığa çıkarır. Dikkate değer asıl taraf ise kimseciklerin oku/ya/mayacağı günlükler kaleme alırken hiç olmayan belki de hiç olmayacak okura seslenme çabası olsa gerek. Bu seslenişte olabildiğince doğal, gerçekçi bir sitem var.
“Kaç yıllık yerlisisin bu şehrin, niye böyle bir şeye kalkıştın, diye soracaksın belki. Gerçi ne zaman ses ettin ki buna da ses edesin.” (s. 55)




“Hepimizin sığabileceği dünyaya sığamadık işte. Kin güttük. Nefreti biledik böyle gövdemizi kuşatan. Ele geçirdi kimliğimizi de kimliksiz koydu bizi.” (s. 121)
Onnik Efendi tıpkı bizim gibi etrafında bir kalabalık olmasına rağmen yalnız hisseder. Onun yüksek duyarlığına uyum sağlayabilecek çok az kişi vardır. Biz en belirgin olanı, Sıdıka’yı tanıyabiliyoruz ancak. Zamanla o da talihsizliğimize ayak uyduruyor ve kocası tarafından terk edilerek benzer bir yalnızlığın içine düşüyor. Hatıranın teselli eden kollarına düştüğünde onun nasıl tepkiler verdiğine şahit olamıyoruz.
“Bir ağaç sıkılır mı yalnızlıktan?
Dalına konacak kuş yoksa sıkılır.” (s. 80)
Günlüğün pek çok bölümünde yaşlılıktan yakınmayla karşılaşıyoruz. İhtiyar Ermeni’nin yakınma nedeni salt yaşlanmakla, ölüm korkusuyla değil; daha çok yaşanmamış, doyunca tadına varılamamış pek çok şeyin tesiri şeklinde vücut buluyor. Bir bakıma zamanı geri döndürememe çaresizliği. Zira Onnik Efendi, yalnızca yaşlanmayı dert edinecek kadar yüzeysel bir karakter koymuyor ortaya.
“Öyle nobrandır ki gençlik, ihtiyarlık karşısında. Heybende taşıdığın ağırlık aynı olsa bile iki büklüm olmaktan başka bir şey gelmez elinden.” (s. 121)
Romanda hatıranın, hatırlamanın, belleğin önemini belirten çok fazla cümleyle karşılaşıyoruz. Hatırlama bizde canlılığını koruyan, koruduğu kadar da acı veren bir işleve sahipse de Onnik Efendi’de canlılığını kaybeden ve varlığı önemsenen bir melekeye dönüşüyor.
“Dedim ki, ihtiyarlık gözlerimin suyunu emdiği gibi şimdi de aklıma hücum ediyor. Büsbütün adımı unutacağım yakında.” (s. 126)
Yaşlanmanın, hatırayı kaybetme riskinin derin etkilerini açıkça görüyoruz günlüklerde. Geçmişle ilgili kritik sorular sorarak onları cevapsız bırakıp bir bakıma çaresizliğini ele veriyor. Kimselerin okumayacağına dair düşüncelerle kaleme alınan metinler; aslında bir edebiyat heveslisi olan Onnik Efendi’nin bir gün okunacağına dair muğlak inancını da temsil ediyor. Beri yandan günlüklerde beliren anlatım gücü de bizim sıradan bir yaşlı adamdan ziyade bir ediple karşı karşıya olduğumuzu anlamamıza yetiyor.
“Ben aslında edebiyat heveslisiydim.” (s. 128)
Onnik Efendi’yle duygusal ve düşünsel pek çok açıdan birbirimizi tamamlayan parçalar var. Bu parçalar çoğu kez olağan karşılayabileceğimiz biçimlerde var olurken zaman zaman da şaşırtıcı ölçüde bir aynılık taşıyor. Söz gelimi köpekler ve örümceklerle ilgili temaslarımızı Onnik Efendi, deyim yerindeyse, açıklığa kavuşturur. Köpek temsilinde aşağılanma, zavallılık gibi benzerlikler açığa çıkar. Örümcek temsilinde ise -çocukluğumuzda bir örümcek beslediğimiz ayrıntısına değinmiştim- izlediği bir belgeselden yola çıkan Onnik Efendi’nin aklına çiftleşmeden sonra eşini öldüren örümcekler gelir ki bu her şeyden önce kesin hükümlerde bulunamayacağımız ancak Fransız kadının birdenbire ortadan kaybolmasıyla ilgili olarak zihnimizi alabildiğine meşgul eden bir düşünce meydana getirir.
“Ertesi sabah uyandığında üzerinde tuhaf bir ağırlık vardı. Kafanın içinde adlandırmakta zorlandığın bazı görüntüler. İnsan ne zaman gerçeği, ne zaman rüyayı görürdü.” (s. 160)
“Günlerdir elinde tuttuğun Onnik Efendi’nin defteri, dünyanı başkalaştırdı.” (s. 172)
Biçim: Romanın biçimsel açıdan göze çarpan en kıymetli özelliklerinden birini 2. tekil anlatım oluşturuyor. Edebiyatımızda daha çok Erdal Öz’ün Yaralısın romanıyla aşina olduğumuz bu tercih, üsluba samimiyet katmakla beraber okurun, kendini romana dahil edebilmesi bakımından özel bir işleve kavuşuyor. Roman kişileriyle ilgili değerlendirmelerimde değindiğim üzere bu tavır; daha çok sezdirme düzeyinde ortaya çıkarken yoruma açık, parça parça serpiştirilmiş bir geçmiş yüklüyor. Zira bir okur olarak eğer bu romanın başkişisiysek aşağı yukarı nasıl bir yaşantıyla, duyguyla, beklentiyle var olduğumuzu kestirebilmemiz gerekir. Kendimizi romanın içinde bir karakter gibi hissetmemizi kuvvetlendiren, anlatıcının muhatabı olduğumuzu hissettiren anlatım tercihinin yanı sıra direkt olarak muhatap kabul edildiğimizi düşünebileceğimiz cümlelere de rastlıyoruz:
“Önce senin hikayeni mi, yaşlı adamın başına gelenleri mi yoksa köpeğin defalarca gömüp çıkardığı kemikle olan mücadelesini mi anlatmamı istersin?” (s. 17)
Bizim ve Onnik Efendi’nin var olduğu bu metinde bizim hikayemizi figür olmayan anlatıcı, günlüklerden oluşan parçalarda ise figür anlatıcı olan Onnik Efendi üstleniyor. Küçük küçük bölümlere ayrılan romanda bizim hikayemizle Onnik Efendi’nin günlükleri, mekanik bir anlayıştan ziyade karakterlerin birbirini düşünsel ve duygusal yönden tamamlaması, desteklemesi üzerine düzenlenmiş. Bu da romanın kurgusu üzerine pek çok detayın incelikle düşünüldüğünü gösteriyor. Küçük bölümlemelerin, romanın kurgusal yönüne olduğu kadar okunma aşamasına da ciddi bir kolaylık sağladığını atlamayayım.

Romanın küçük parçalara bölünerek verilmesinin olumlu taraflarından bahsetmekle beraber bunun riskli bir girişim olduğunu vurgulamak isterim. Zira bu tavır, romandaki her bir parçanın son derece yoğun olmasını gerekli kılar. Her bir parçayı neredeyse müstakil bir öykü gibi düşünebileceğimiz bu romanın, yazarlar, özellikle de öykü yazarları tarafından dikkatle incelenmesini tavsiye ederim.

Serkan Türk’ün öykü ve şiir yazmak, radyo programları yapmak, dergi çıkarmak gibi saymakla bitiremeyeceğimiz çok yönlü bir şahsiyet olduğu bilinir. Bütün bu özelliklerin ciddi birikimler sağladığını unutmadan özellikle şair kimliğinin, gösterişe girişmeden ilk romanının diline sindiğini rahatlıkla ifade edebilirim. Pek çok kitabın arka kapak yazılarında artık görmekten sıkıldığımız o büyük yakıştırmaların klişeye dönüştüğünü inkâr etmek gereksiz. Diyebilirim ki bu ifadeler Ausgang romanının kapağında yer alsa buna asla itiraz etmezdim.

Kolaj, geriye dönüş, iç konuşma, bilinç akışı, dış zaman gibi pek çok teknik unsurun romana hizmet edebilecek ustalıkta kullanıldığını da ekleyerek çalışmamı burada noktalamak isterim.
Sonuç: Açıkça ifade etmeliyim ki bu çalışmada Ausgang üzerine okuduklarınız, mümkünse romanın değerini ortaya çıkarabilecek bazı noktalara temas etmek üzerine kurulmuştur. Fazla kişisel bulduğum ya da çalışmanın hacmini epey arttıracağını düşündüğüm pek çok değerlendirmemi üzülerek es geçtiğimi ancak okurun bu mücadeleye girişmesinin keyifli olacağını ifade edeyim.

Romanı değerlendirirken onun kurgusal düzenine uyum sağlamak adına romanın bir karakteri gibi davranmaya çalıştım. Romanda 2. tekilin adı bir kez telaffuz edildiği için aynı tavrı sergilemeyi romanın değerine yaraşır buldum. Okur, bu ayrıntıdan yola çıkarak “Aylak Adam”ı hatırlayacaktır.
Türkiye’nin yakın tarihini, sosyal yapısını, farklı etnik kimliklerin neler hissettiğini, doğayı ve ona has pek çok bitki türünü, mektup ve günlük dokusunu sezgilerinizle ve kendi dilinizi kurarak bulma çabasına hazırsanız Ausgang size rehber olabilir.

“Dilini yitirmişlerin yapması gereken, bir dil bulmak, ona ulaşmaya çabalamak.” (s. 47)
Serkan Türk’ün Ausgang romanına okuru bol, aydınlık bir yol diliyorum.



Bu değerlendirme ilk olarak Yük Edebiyat 5. Sayıda yer almıştır. 






7 Temmuz 2020 Salı

Yunus Çinçin yazdı: Ausgang: Çıkış Yollarını Aydınlatan Bir Roman

"ne istiyordum hayattan

bunu soruyorum kendime zamanlı zamansız
geçmişi canlandıran sihirbazsın
diyor bana tanımadığınız biri
elimde bir film makinesi
ne düşüyorsa gönlümden
onu buluyorum görüntüde
birbirine doğru koşan iki kişiyi
bazı anlar bazı yaşları bekliyor doğrusu"
                   

Serkan Türk’ün “Ausgang” adlı kitabı; özgün ve yaratıcı kurgusuyla, şiirsel dili ve anlatımıyla, alışılmışın sınırlarını zorlayan anlatım tekniğiyle, ele alınan konuların çeşitliliğiyle, tarihle ilgili verilen bilgilerle, bahsi geçen yazarlar, şairler, filmler ve şarkılarla, ülke ve dünya meselelerine duyarlı yaklaşımıyla oldukça başarılı bir ilk roman.

Türk, Yitik Ülke Yayınları’ndan çıkan romanı “Ausgang”da işlediği konuları; suya atılan taşın suda yarattığı halkalar gibi birbirini takip eden ve etkileyen, merkezinde insanlık ve dünyanın olduğu, yerelden evrensele; bireyden topluma genişleyen halkalar gibi birbirini kapsayıp bütünleyecek şekilde ele alıyor. Romanın etkisi, bir merkezden çıkıp büyüyen halkalar gibi okundukça artıyor ve okuru her boyutuyla sarıp sarmalıyor.
Arkeolog Hami Pazarlı ve Fransız sevgilisi, Hami Pazarlı'nın annesi ve babası; Onnik Efendi ve sevgilisi Hranuş; kör, küçük kız Nahrin; fotoğrafçının kızı Karin; Sıdıka ve eşi İsmet, Sıdıka'nın annesi ve babası; Hacer ve babası; Azize ve kocası; müzisyen gençler; Hami Pazarlı’nın Bütünanne’si ve büyükbabası, Bulgaristan göçmeni Hasan; 6-7 Eylül Olayları’na karışmış İbrahim; yaralı köpek, Hami Pazarlı’nın örümceği, yavru köpek, yedi yüz yıllık zeytin ağacı, şehirler, sınırlar, evler, tarihi mekânlar, ada, deniz romanda bir bütünün parçaları gibi, ülkemizin çok kültürlülüğünü, doğanın, hayatın çok renkliliğini, çok sesliliğini yansıtıyorlar.
Romanda, yolları kesişen tüm kahramanlar; İbn-i Haldun'un "Coğrafya kaderdir." sözünü doğrularcasına, aynı coğrafyanın farklı bölgelerinde ve farklı zamanlarda yaşadıkları zorluklara, sıkıntılara, kayıplara, travmalara rağmen bir çıkış yolu bulmaya, umudu yeşertmeye, insan kalmaya çalışıyorlar. Bizler de okur olarak yazarın romanında anlattığı insan hikâyeleriyle, kahramanların yaşadıklarıyla, yüzleştikleriyle bir yapbozu tamamlar gibi; insanın, insanlığın ve dünyanın içinde bulunduğu durumu derinlemesine anlıyor ve kitap bittiğinde insana, insanlığa, dünyaya ait büyük resmi görüp insanlık için çıkışın ne olduğunu seziyoruz.
Ausgang, Serkan Türk’ün yazımın başına aldığım şiiriyle başlayıp kahramanın İstanbul’dan, iki yıl önce geldiği Gökçeada’ya (İmroz) tekrar gelişi, adada daha önce de kaldığı otele yerleşmesi, adada geçirdiği süre içerisinde hem adadaki yaşantısını hem de geçmişte yaşadıklarını ikinci tekil kişi ağzından anlatmasıyla devam ediyor.
İsmi romanda sadece bir yerde geçen kahramanın anlattıklarını okurken geçmişinde ve benliğinde yaptığı kazılara eşlik ediyoruz. Hami Pazarlı, bir yandan yeniden geldiği adada Fransız sevgilisiyle iki yıl önce yaşadıklarını hatırlarken bir yandan da adanın doğasına, tarihi dokusuna ilişkin bilgi ve gözlemlerini; doğadaki canlılarla ilişkisini anılar eşliğinde, şiirsel bir dille anlatıyor.
“Bu adayı seviyorum. asırlar önce bu adada sadece bir hayvan türü yaşarmış, biliyor muydun? Yalnız hayvanların yaşadığı bu kocaman ada, o zaman dünyanın en uygar yerlerinden biriydi muhtemelen. İnsan ehlileştirdiğini sanıyor dünyayı.”(s.14)
Hami Pazarlı, adada gezip zaman zaman geçmiş günleri hatırlayıp kendiyle ve yaşadıklarıyla yüzleşirken bir yandan yanında getirdiği günlüğü okur. Hami Pazarlı, köksüz bir nilüfere benzettiği Onnik Efendi’nin günlüğünü okudukça onun hakkında daha fazla fikir sahibi olur. Onnik Efendi, genç adamın yaşamının bir parçası haline gelir.  
“Kim bilir belki de yazıya dökülmüş bir yaşamda bulurdun kaderinin panzehirini.” (s.30)
 Hami Pazarlı, kaldığı otelde kahvaltı ederken bir televizyon kanalındaki gündüz programında, programa katılan Hacer’in hayat hikâyesini dinler. Katıldığı programda anlattıklarıyla Hacer de romana dâhil olur.
“Yoksulun fukranın yeri bellidir. En aşağı işleri yaparlar. Orada çakılı kalırlar. Çıkış yolunu bulmakta zorlanırlar. Babam belki de çıkış yolunu bulamadı da ondan gelemedi dedim anneme. Almancasını buldum Sevgi’nin sözlüğünde. Ausgang.” (s.32)
Hami Pazarlı, Onnik Efendi, Hacer ve romanın diğer kahramanları, yaşadıkları ve tanıklık ettikleri olaylarla ülkemizin ve dünyanın yakın tarihinin bir panoramasını sunarlar bizlere.  Çok katmanlı bir roman olan Ausgang’da; “savaş, siyaset, toplumsal şiddet, bireysel silahlanma, terör, asimilasyon, spordaki şiddet, etnik milliyetçilik, anadil, linç kültürü, kadına şiddet, çevre kirliliği, hayvan katliamları, nesli tükenen hayvanlar, ormanların yok edilmesi, çarpık kentleşme, tarihi dokuların tahrip edilmesi, toplumsal ve kültürel yozlaşma, faili meçhul cinayetler” gibi pek çok sorun kahramanların yaşadıkları olaylar eşliğinde ele alınır.
“İster sarılar kazansın, ister yeşiller, hepsi bir bütün renge bürüyemiyorlar bu yurdu. Bu ülke her dönem kendi zencisini yaratmakta pek mahir.”(s.37)
“Binaları yıkıyor, arsaları açıyorlar. Ağaçları yerinden   söküyorlar. Bunca mazi, harabelerin altında kalıyor, yazık.”(s.42)
“Bu sokaklarda bir süre sonra yükselecek binalar, her yeri değiştirecek. Bir yerin yerlisi olmak, tarih; bir yerin yabancısına dönüşmek, zorunluluk olacak. Şimdi makineler yapıyor bu büyük değişimi. Önceden savaşlarla iktidarlar yapardı aynı işi. Yeryüzü   büyük süngüler görmüş bu yüzden. Doğdukları yerde ölemeyenlerin hep bir gözü açık olsa gerek.”(s.42-43)
“Doymak bilmeyen toprak, sulandıkça sulandı da bitmedi kan isteği. Ateşkes kalıcı olur umarım. Şunun şurasında kaç yıl önceydi oysa, isteyen istediği gibi geçip gidiyordu ülkeden ülkeye. Şimdi hepimiz bir kafesin içinde kanat çırpıyoruz.” (s.64)
Romanda sadece yaşama dair olumsuzluklar anlatılmaz. Hami Pazarlı’yla Fransız sevgilisi arasındaki aşk, iç burkan ve yürek dağlayan bir seyir izlese de Hami Pazarlı’nın sevgilisine sadakati içimizi ısıtır, aşka ve insana dair umutlarımızı yeşertir. Yine Onnik Efendi’nin sevgilisi Hranuş’a duyduğu aşk bir vefa örneği olarak romandaki yerini alır ve kalplerimizi yumuşatır.
Romandaki güzellikler aşkla sınırlı kalmaz. Hacer, yaşadığı her türlü olumsuzluğa rağmen umudunu yitirmez ve babasına ulaşmaya,  bulamadığını düşündüğü çıkış yolunu ona göstermeye çalışır. Sıdıka ve ailesinin, yaşadığı büyük travmadan sonra Onnik Efendiyi sahiplenmeleri, onun fiziksel ve ruhsal yaralarını sarmaları ve Onnik Efendiyle Sıdıka’nın dost olmaları insanımıza güvenimizi tazeler.
 “6-7 Eylül Olayları”na katılıp insanları darp eden İbrahim’in yaralı bir köpeği ölümden kurtarıp geçmişte yaptıklarından pişman olduğunu belirtmesi; Hami Pazarlı’nın yedi yüzyıllık zeytin ağacıyla bağ kurması; Onnik Efendi’nin kapısına bırakılan köpek yavrusunu koruyup kollaması, sevgiyi, merhameti, cana saygıyı, empatiyi bizlere yeniden hatırlatır.
Romanda, Hami Pazarlı’nın sen diliyle konuşturulması gibi edebi metinlerde pek alışık olmadığımız bir anlatımı başarıyla gerçekleştirmiş yazar. Bunun yanında, Yitik Ülke Yayınları’ndan çıkan “Uyurgezer Bir Gölge” adlı öykü kitabındaki “Köpek” adlı öyküsünü ve şiir kitaplarından bazı şiirleri eserine alarak postmodern anlatı tekniklerinden metinlerarasılığı ustaca kullanmış. Yazar, romanında anlattığı konulara uygun ve bazıları kendi şiirlerinden alınan etkileyici epigraflar, alıntılar kullanarak romanının içeriğini daha da zenginleştirmiş.
“Parka gittiğim vakit
Sorardım ağaçların hatırını.”
                                Muzaffer Tayyip Uslu
 “sen sarıl diye gelinir dünyaya
boynunu bükük bırakmam çiçeklerin.”
                                                      Serkan Türk
“Kalbin arzuladığı yere giden bütün yollar uzundur.”
                                                               Joseph Conrad
 “balkonlar evlerin kirpikleri değil mi
zaman zaman açılıp kapanan sokağa
yine de gözlerini severim evlerin
bir pencere ne çok yalnızlıktır aslında”
                                         Serkan Türk
“Ölüm; kapının önünde ne çok ayakkabı!”
                                                                Kadir Aydemir
“Şehrin en güzel manzarasına /mezarlar bakar sevgilim,”
                                                                        Onur Şahin
Serkan Türk, romanında her ne kadar ülkemizde ve dünyada yaşanan olumsuzluklardan söz etse de Mevlana’nın Mesnevi’sindeki bir hikâyede bahsi geçen istiridyenin içine giren ve kendisini rahatsız eden bir kum tanesini inciye dönüştürmesi gibi,  olumsuzlukları olumluya, çirkinlikleri güzelliğe dönüştürmeyi ustaca başarıyor. Hami Pazarlı, Onnik Efendi’nin yaşadığı her türlü olumsuzluğa, acıya rağmen içinde büyüttüğü umudu ve yaşama sevincini daha da yeşertmek üzere Onnik Efendi’den devralıyor.  Yazar Serkan Türk,   romanı  “ Ausgang”la umudumuzu; iyiye, doğruya, güzele olan inancımızı tazeleyerek bizlere çıkışı sezdiriyor.
Çok zengin bir içeriğe sahip olan, şiir tadında okunan bu güzel romanı okumanızı tavsiye ederek yazımı Türk’ün romanının sonuna eklediği güzel şiiriyle bitiriyorum.
"Ne buluyordum hayatta
gam keder biraz ömrün perişanlığını
atlar dağ başlarından ovalara
demek isterdim kuş sürüleri bahçelerde
binalar hep binalar betondu hapishanemiz
hepsi muamma bu beklemelerin
koşan bacaklar yürüyen bacaklar kırılan bacaklar
yorulan gönlümüz kalacak aklımızda
biraz da geleceğin iskeletidir hüzün"

Serkan Türk, Ausgang, Yitik Ülke Yayınları, İstanbul, 2020




Ömer Kaya yazdı: ÇIKIŞI ARAYANLAR İÇİN BİR ROMAN: AUSGANG

Romanın Konusu: Alışılmış düzende olaya yaslanan, kolay özetlenebilir pek çok metin okumuşuzdur. Bu minvalde çoğu metin, toplumsal bir mesel...