Öğretmenlik sıfatımı takındığımda en çok
korktuğum şeylerden biri de edebiyattaki istisnalardır. Öyle ki bir anda
öğrencinin gözünde yetersiz, bilgisiz konumuna düşebilirsin. Önceden o
istisnadan haberliysen zaten sorun yok, çünkü konunun içinde değinirsin; ama
haberli değilsen işte o zaman sıkıntı var demektir. Bilgisi yetersiz
öğretmenlerin istisna deyip işin içinden çıktığı öğrenci efsanelerinin birine
konu oldun demektir şayet aksi ortaya çıkarsa.
Yazın
dünyasının alanını düşündüğümüzde teoride yanılmamak mümkün değil. Hele ki
deneysel çalışmalar söz konusu iken. Bundan bir hafta öncesine kadar hikâye
konusunu anlatırken üç bakış acısından ve iki anlatım dilden söz ederdim. Şayet
öğrencinin biri öğretmenim: “Ben ve o dilinden başka dil kullanılmaz mı?” deseydi, hayır derdim. Çünkü hikâyede “sen
dilini” kullananı ne duymuştum ne de öyle bir hikâye okumuştum, ta ki bu hafta
Serkan Türk’ün Uyurgezer Bir Gölge kitabıyla tanışana kadar.
…
Ray
tıkırtıları arasında kompartımanın kapısı açılıyor. İki adam ve bir kadın içeri
giriyor. Burası sakinmiş, diyor adam. Kadınla diğer adam onu onaylıyor. İçeri
girdiklerinde ikinize de selam vermiyorlar. Umursamıyorsun. Zaten iletişim
kurmak istemediğinden önündeki gazeteye gömülüyorsun. Ceketli kuşlar haberi canını
sıkıyor. Başka bir haber okuyorsun. Bazen okuduğumuz şeylerle düşündüğümüz
şeyler başka olabiliyor. Belki de düşünüyorsun. Moğolistan’da yaşayan bir
müzisyenin hayatı üzerine yapılmış kapsamlı bir söyleşi dikkatini çekiyor. Kötü
sesler çıkarmam için bana para ödediler, diye başlık atılmış. Flüt çalmak
dünyada en sevdiğim şeydi, diyor müzisyen. Gobi Çölü yakınlarındaki bir şehirde
yaşadığını, kendisini senelerce iblisleri kovmak için kötü çalmaya zorladıkları
için insanlardan nefret ettiğini. Uyduruyor belki de okunmak için bunları
gazete Seni çevrendekilerin nelere zorladıklarını sıralıyorsun içinden
görünmeyen bir yere. Gobi Çölü’nün uçsuz bucaksız kumları arasında sıyrılıp
Nasyonal Sosyalizm konusu hakkında konuşan kompartımandaki diğer yolcuların konuşmasına
kulak kabartıyorsun. Kadın sıska bir şey ve çizgi film gibi önünde duruyor.
Adamlar kadın konusunda tetikte, hazır cevap. Oysa sen ve genç adam dünyayı
yaratan Tanrı’nın yanından geliyormuş gibi yorgun. (Uyur Gezer Bir Gölge -
Yarına Giden Tren, Sayfa 11-12)
Söz konusu eserden alıntıladığım
metinden de anlaşılacağı üzere hâkim (ilahi) bakış açısıyla anlatılan bu hikâyede
anlatıcı sen dilini kulanmış tıpkı 59 ve 65. Sayfalardaki “Esin” metninde olduğu gibi. Kitaptaki diğer
metinlerin dilini de düşündüğümüzde anlatımdaki zenginlik bir anlamda peş peşe
okunduğunda durum hikâyelerindeki tekdüzeliği de kırıyor.
Kitaptaki metinler tek tek
incelendiğinde bireysellikleri yanında, çok farklı bir bütünselliğe de sahip
oldukları görülmektedir. Meraktan yoksun kesit öykülerindeki sürükleyicilik,
durum ve duygular şimdi nereye sapacak, hangi yöne evrilecek düşüncesiyle
verilmiş. Metinlerde baştan sona kadar sürekli bir devinim söz konusu, tıpkı
ana yola hiç çıkmadan sürekli tali yollara sapmak gibi. Bir tren yolculuğuyla
başlayıp bir gazete haberine oradan bir çöle, oradan da yumuşak bir geçişle
sosyal ve siyasal bir meseleye geçiş yapabiliyor hem de bütün bunları tek bir
paragrafta…
Eserdeki bütün metinlere kesit öyküsüdür
demek çok zor, ben merkezli öykü demek de. Kefenin birinde Çehov, diğerinde
Kafka var. Çoğunlukla Çehov ağır gelse de Kafka’nın da hatırı sayılır bir
ağırlığı var. Kitaba adını veren Uyur
Gezer Bir Gölge metninde Kafka’nın kefesi neredeyse yere yapışmış. Anlatıcı
olan kahraman daha çok kendi ruh hâlini ve hayal dünyasını yansıtır. Kahraman edebi
metnin gerçekliği içinde, yaşadığı olayları kendini merkeze koyarak, kendisini
de birey kabul edip anlatır. Serkan Türk ben dilini kullandığı hikâyelerinde
gözlemlerden ve olaylardan hareketle bireysel bunalım ve çıkmazlara yönelir. Kahramanı
dış dünyayı içinde bulunduğu ruh hâline göre algılar ve ona göre anlatır.
Uyur Gezer Bir
Gölge metni
son derece dikkat çekici ögeleri içinde barındırıyor olması bakımından önemli.
İsimlerden ve olaydan yola çıkacak olursak bu metin, büyük aşkı İngiliz şair Ted Hughes'dan ayrılışından sonra
toparlanamayarak intihar eden Amerikalı
şair Sylvia Plath'ın son yirmi dört saati kendi ağzından anlatılarak öyküleştirilmiştir.
Sylvia, çocukları Frieda ve Nick, sevgilisi Ted, Doktor Horder dahası intihar
şekli ile birlikte o gün yaşanan olanların birebire uyuşması bize bunun biyografik
bir öykü olduğunu gösteriyor.
Serkan Türk’ün “ben” dilini kullandığı diğer
öykülerinde kahramanları genellikle düş dünyasına sığınır. Ben dili; anlatıcı
için birçok zorluğu beraberinde getirdiği gibi yazar ve anlatıcı okuyucu
algısında çok zaman aynılaşır. Bu tehlikeyi, aynılaşmayı, bilebile takıntılı
karakterler yaratmak yazar için cesurca bir davranış.
Kesit
veya ben merkezli öykünün, olay öykülerinden bir diğer farkı: His ve sezgi
örüntüsüdür. “Duru görü” dediğimiz herkeste az çok var olan psişik yeteneklerimizi
kahramanlarda, göze sokmadan, görünür kılmak kalemin sinsiliğini gösterir.
Serkan Türk’ün şairlikten gelen sinsi bir kalemi var. Her metinde duyguları
çeşitlendiren dil, şiirin alegorisiyle veriliyor. Bu da derinlik ve zenginlik
demek. Tıpkı ECO’nun dediği gibi: “Her zaman, bir kitabın yazarından daha zeki
olduğunu düşünürüm.”
Çok basit gündelik hayat, hislerle
bulandırılıp şiirsel bir dille tatlı bir öykü halini alabiliyor. Küçük insan,
küçük hayat öyküye büyük farkındalıklarla giriyor. Bu ateşin yakmadığı, buzun
üşütmediği kin ve sevginin yoldaşlığıdır. Aynı nefeste hem soğuk hem sıcak
üflemek gibi… Duygular tezatları üzerinden verildiği için okuyucuda karşılığını
buluyor. İki Kara Leke metninden aşağıya alıntıladığım cümleler bir öyküden
değil de bir şiir metninden alınmış gibidir.
İnsan
boşlukta havalanmış bir balon gibi rüzgârın onu götürdüğü yere doğru…
Kusurlarımızı unutup bir şeylere başlayabilirmişiz gibi baktık birbirimize.
Gözleri iki kara leke. Geceye düşse üzgün… Güne düşse kalp kırıklığı… Sarılmak
geldi elimden. Sonra o sarılmak bütünleştiğimiz bir geceye uzadı. Yıldızların
birbirine olan uzaklığı yitip gitti. Perde kapandı. Çarşaflara sinmiş o koku
başımı döndürdü. Nefesimi kesti.(İki Kara Leke s.46)
Kitapta üzerinde durulması gereken metinlerden biri de Hiç’tir.
Hiçlik, yokluğu ve değersizliği ifade ettiği gibi. Aynı zamanda kişinin bütün
hüznünü de içine alır. Hiç, çoğu zaman çaresizliğin de ifadesidir. Bazen de beni
rahat bırakın demektir. Serkan Türk’te, hiçlik ilk etapta bireysel hüzün iken
sonda umursamaya, toplumsal hayıflanmaya dönüşür. Öykünün çıkış noktası ve
gelişimi her ne kadar bireysel duygular gibi görünse de zemin toplumsaldır.
Rüya, hayal ve his bu üçlü, üçayaklı tabure gibi her zemine çok
rahatlıkla oturabilir. Yazar bu üçlüyü kitabına aldığı metinlerin, neredeyse,
tamamına yedirmiş. Sürrealistlerin en önemli tavırlarından biri olan duygu ve
düşünce dağınıklığı yazarımızda da kendini göstermektedir.
Tahlil ve tasvirleriyle
anlatımını sıradanlaştırmadan nehir öyküler yazan Serkan Türk’ün absürt ve
takıntılı karakterlerini uzun soluklu bir metinde hayal etmemek neredeyse
imkansız, böylelikle romancılığın da işaretlerini veriyor.
Bir insan kendisine ait
olmayan ve hiç tanımadığı hatta kendisiyle hiç ilgisi olmayan insanların
fotoğraflarını neden kendi albümüne koyar. İşte bunun cevabını ancak Uyur Gezer Bir Gölge’nin metinleri arasında bulabilirsiniz.