Rüzgârlı Camlar için çok kısa bir süre kaldığını öncelikle söylemeliyim. Geçen sene Uzak Yaz'ın çıktığı günlerde Ercan Yılmaz'ın benimle yaptığı bu söyleşiyi ekliyorum bloga.
Kül Öykü Gazetesi
Ercan YILMAZ
Serkan TÜRK’e soruyor.
· Sevgili Serkan, Necatigil’in tavsiyesine uymuşsun; -‘hüznün keyfini sür’üyor gibisin…
Hüzünlü olmanın, hüznü yaşıyor olmanın rahatlatıcı bir yanı var. Kendimi daha rahat hissediyorum. İçimdeki insanın ben’imi rahatsız etmesine dayanmayı deniyorum. Dayanmayı başardığım sürece içimdeki tüm yerlerimi görebileceğim.
· Uzak Yaz’da, Dünya’yı değiştirmek isteyen değil, sadece ‘temâşâ’ eyleyen bir yazar var. Bu ‘temâşâ’, seni yer yer metafizik-olan’a doğru da sürüklüyor sanki.. Ama Nâilî gibi ‘âlemin mest eden nakışlarını’ ‘bir özge temâşâ’ ile geçmiyor, sanki o ‘temâşâ’ esnasında eriyip gidiyorsun…
Birer pencere var önümüzde. Kimi otobüsün, kimi trenin, kimi bir lokantanın camından dışarıyı seyrederken, dokunulmak istenen sayısız görüntünün içinden bazılarına seyirci kalıyoruz. Bir bekleme zamanından geçiyoruz. Senin dediğin gibi belki zamanın ara odalarında soluklanıyoruz. Her bir öykü kendi zamanından çıkıveriyor. Kimi gün gökten, kimi gün geçmişten alacaklı olma durumu bu.
· Uzak Yaz’da dikkati çeken bir diğer nokta da, birçok öyküne epigraflarla başlaman. Alıntı yaptığın Haydar Ergülen, Hilmi Yavuz, Cemil Meriç, Can Yücel, Oruç Aruoba, Edip Cansever, Çiğdem Sezer, Behçet Aysan ve Hamit Macit gibi şair ve yazarlarla nasıl bir akrabalığın söz konusu? Ayrıca bu isimlerden Cemil Meriç hariç diğerlerinin şair oluşu genellikle şairlerden beslendiğin anlamına mı geliyor biraz da?
Yazarlardan çok şairlerden beslendiğim doğru. Bir dizenin sizi alıp götürdüğü yer bir öyküye sığamayacak kadar geniş olabiliyor. Şairlerim, sözcükleri paylaştığım akrabalarım hepsi. Ruh akrabalığımız yıllardır sürüyor. Büyükbabam sigarası için ‘tek arkadaşım’ derdi. Hiçbir şair yüzüstü bırakmadı beni.
· Hemen her öykünde birtakım kelimeler var ki, senin için özel bir anlamı olmalı bu kelimelerin. Bahçe gibi, ağaç gibi, bavul, hüzün, balkon, sardunyalar gibi.. Ne ifade ediyor bütün bunlar senin için?
Bahçe başlı başına benim için önemli bir hazine. Latife Tekin’in Unutma Bahçesi isimli romanı yayımlandığında bu adı kullanmasına ne çok kızgınlık duydum bilemezsin. Bana ait bir isimmiş gibi sahiplenmiştim bahçeyi. Diğer söylediğin kelimeler de sardunya, balkon, hüzün ben’imin toplamı gibi. Gökyüzüm hepsi.
· Yer yer Sait Faik’i andıran bir tarzın var.. Öykülerinin çoğunda olay, zaman ve mekân sanki silinip gitmiş ya da erimiş gibi..
Olayların zamanlarını bir öğle sonrası, akşamüzeri veya sabahın erken saatleri diye belirtmiş olsam da bunun bir önemi yok aslında. Neyin ne zaman olduğundan çok içimdeki yansısın istiyorum sözcüklerle. Söylemek istediğim, üzerinde durduğum şeyi anlatmak derdindeyim. Sait Faik gibi güçlü bir kalemin yolunda ilerlemek isterim. Ama yazdıklarımın şu ya da bu kişiye benzerliği üzerine kafa yormadım.
‘Hatırlama’ ile ‘unutuş’ arasında kurulmuş bir kitap Uzak Yaz; sanki Zaman’a geri kalıyor; Dil için hep ileri gidiyor…
İnsan, zaman geçerken kendi ile bir hesaplaşmak zorunda kalıyor. Eğer kendine bir yerden durup rahat bakamıyorsa, yaşamını hep bir organdan noksanmış gibi tamamlamak zorunda kalacaktır. Yer yer hatırladıklarımızı unutmaya çabaladıklarımız ile değiş tokuş ettiğimizin kanısındayım. O arada bir yerde Uzak Yaz duruyor.
· Ve şiir… Birçok öyküde dizelere rastlamamız bir tesadüf olmasa gerek…
Aslında şiiri ben’ime yazmaya başlayalı yirmi yıl oldu. İlk önce onlarca defter doldurup şiir yazıyorum sandım. Sonra şiir’in kıyısına kadar gelip öykü’de karar kıldım. Her bir öyküme düşmüş birkaç dal parçası varsa bundan olsa gerek.
· Sevgili Serkan, bu kadar ‘kırılgan’ olmak; -bu, öykülerin için bir tehlike oluşturmuyor mu? Zira kimi yerlerde Duygu Dil’in önüne geçiyor!
İkisi neden ayrı olsun? Dil kendi kurgusunda naif öyküler yazdırıyorsa önüne geçmek istemiyorum. Okuyucu kötü olmuş diyebilir. Ben onların değil kendimi yazmanın derdindeyim. Her okur kendi öyküsünü okumak için sayfaları çevirse bile benim öyküm onlara yenilerini hatırlatacak.
· Öykülerde hep bir ayrılık-veda, kıyıda durma-içe kapanıklık, gözyaşı-hüzün, sahip olamama-umut var.. Bilinçli bir kurgu mu bu, yoksa ‘her şey olayların normal akışına dahil’ mi?
Bir sabah uyandığınızda perdeyi çektiğinizde karşı dairenizin boş olduğunu görüyorsunuz. Hiç konuşmadığınız hatta selamlaşmadığınız insanlardan bahsediyorum. Orada olmaları size güven veriyordur aslında. Oturup kederleniyorsunuz okuduğunuz bir haberden sonra. Düğünlerdeki veda sahneleri de çok sarsıcı bir görüntüdür benim için. Mutlu bir şeyin içine gözyaşı sızabiliyor. Tam göğsünde büyütürken hayalleri o uzaklarda yaşamayı göze alıp gidebiliyor. Sonra siz bir eşyanın durduğu yerden içinize baktığını düşünürsünüz. Orada yaşayıp giderken sorunsuzluk ırmağının yanı başında kâğıt gemilerde yüzdürülür.
· Nereye ya da kime düşüyor Uzak Yaz’ın gölgesi?
Kitapta olmayan bir metinde şöyle diyor hikâye kişisi, biri gelip gölgesi ile huzursuz edecek beni diye çok korkuyorum. Bazen tetikte beklersiniz. Hayat ani olaylarla allak bullak ederken içinizi de karşısına dikilip hesap soramazsınız. Yeniden kurarsınız, dağılan parçaları bir araya getirmeyi denersiniz. Elbette uzak yaz’da gölgeler hayatlarımız üzerine düşüyor. Eski evlerde özellikle duvarlarda üzeri örtülü fotoğraflar vardır. Dönüp bakmayı içimizden geçirsek de tedirgin oluruz. Geçip giden ruhlar bize gözleri ile oradan bakıyor sanırız. O yüzden daha çok o fotoğraflarda kalanlara düşüyor benim öykü kahramanlarımın gölgeleri.
· Yıllardır radyoculuk yapan biri olarak, bir şekilde tinsel diyebileceğim bir bağ kurduğun insanlarla ya da dünyayla, kitabın oluşumu arasında ilginç ve gizemli bir bağ var sanırım.
Bazı öykülerin bu paylaşım dilimlerindeki izleklerden sonra veya o an yazılmaya başladığına şahit oldum çoğu kez. Birilerine bir şeyler anlatırken aslında kendimle yüksek sesle konuşurken yazdımdı çoğunu. Kelimelerin sihri onlarla birlikte olduğum zamanlarda anlattıklarımdan yola çıkarak yaşadıklarına yansıdığını gördüğümde bu bağın ne kadar güçlü olduğunu anlayabiliyorum.
· Son dönemdeki genç şair ve yazarların çoğunun eserlerin de varoluş çırpınmaları görüyoruz; hiçlik, hoşnutsuzluk, kaos, bunaltı, bulantı gibi… Uzak Yaz, bu durumun uzağında bir kitap. Acının ve hüznün dinginliği, deyiş yerindeyse huzurunun, güz güneşinin sırtımızı ısıttığı gibi içimizi ısıttığı bir kitap Uzak Yaz…
Acım benimdir. Atmaya kıyamadığım tüm eşyalar gibi bir çekmecede zaman zaman açılıp kurcalamaktan bir çeşit haz alıyor olmalıyım. Bak diyorum bunun üstesinden gelmişsin, bunu da aşınca iyi hissedeceğin zamanlar gelecek. Acı ve hüzünle kendimi terapi seanslarına sokuyorum. Bir dönem okuduğum kitaplardaki bu tür cümleleri daha huzurlu okuyabiliyorum. Hani bildik hikâyedir oğlunu kaybeden bir anne içindeki acıyı dindiremez ve kapı kapı dolaşır. Çarenin hardal tohumu olduğunu söyleyen bir bilgeyi dinler ve şehir şehir o hardal tohumunu aramak için insanlarla tanışır, acılarını dinler. Ve zamanla acısı azalır gider. Hoşnutsuzluğumu çok geride bırakmış olmalıyım ben de çok insan dinledim.
· Kitabın ilk öyküsü, ‘iki yüzlü arzuhalci’, ‘birkaç gün sonra bir boşluğa bakar buldular yüzümü’ cümlesiyle bitiyor. ‘iki yüzlü arzuhalci’, hep boşluğa mı bakıyor senin gözlerinle ya da senin gözlerinde? Belki de kahraman (iki yüzlü arzuhalci), yazar (Serkan Türk)ın gözlerinde var ediyor kendini.
O öyküyü yazdığım yağmurlu bir akşamdı. Ve boş gözlerle baktığımız hayatın aslında bir boşluğa bakar buldular yüzümü dedirtecek noktaya gelmesini kabul etmiyordum. Bir tür başkaldırıydı. ‘Oysa gidecek bir yer vardı ve sakladın benden’ der öykü kahramanı. Gidilen yer ölümün soğuk bahçesiydi. Oraya dikmiş gözlerini boşluğa bakarken, bir hayat akıyordur sokakta. Kaldırımda ellerine nefesini üfleyip ısınmaya çalışan insanların varlığını doldurmaya çalışıyordur gözlerine.
· Neden ‘bahçe’ metaforu Serkan? Mazi ile geleceği lehimliyor sanki senin öykülerinde ‘bahçe’. Ve Dıranas’ı dizesini biraz değiştirerek söylersem, ‘bir hüzün çığlığı içinde bahçeler’ bunlar.
Biz bahçelerde büyüdük. Bizi bir bahçe büyüttü demeliyim. Her kıyısında bir ağaç gölgesi düştü üzerimize. Kimi zaman o dallara uzandık küçük ellerimizle. Kimi zaman saklandık gölgesinde. Her çocuğun bir bahçesi ve ağacı olduğuna inanırdım eskiden. Şimdiki zamanda apartman dairelerinde yetişen çocukların balkonlarında iki saksı bile göremediğini düşündükçe o yıllardan çok söz açışım normal değil mi? İnsanlar özlediklerini anlatmaz mı hep?
· Küçük mahalleler, dar sokaklar, bahçeli evler… Mekân ve insan üzerine yoğunlaşıyor senin anlatın.. Bu kadar ‘hayat’ın içinde olmak neden?
O beyaz badanalı evlerde büyütünce insanlarımı, dar sokakları, bahçeli evleri, limon çiçeklerini göremeden yapamıyorsunuz. Bir yerlerde bekliyor o insanlar. Rüzgârın esip geçtiği avluları, su döküp dönecekleri bekleyen kadınları, çocukları anlatmak bir tercih meselesi olabilir.
· ‘işaretlere inanırdım eskiden beri’ diye bir cümle var ‘iyimser diyaliz merkezi’ başlıklı öykünde. Her şeye işaretmiş gibi bakan ve her şeye bilgece tahammül eden bir kalp ile yazılmış öyküler bunlar; -bir anlamda, çocukluk ile bilgelik’in kaynaşmasından doğan… Ne dersin?
Uzak Yaz’daki o çocuk eskiden beri işaretlere inanarak büyümüş. Gökyüzünü hesabından çıkarmadan bir bulut hareketine, bir kuş uçuşuna, bir yaprak kıpırtısına anlamlar yüklemiş ve öylece büyümüş zamanın beşiğinde. Belki yaşadığı koşulların etkisi ile yaşından büyük davranmak zorunda kalmış. Ve zamanın tüm önüne koyduğu acı tatları kabullenmesini bilmiş.
· ‘yel değirmeni ve vişne ağacı’ öykünü Çehov’un ‘Vişne Bahçesi’nin mütevekkil ve âsûde hüzün ırmağı besliyor mu dersin?
Çehov vişne bahçesini ölümüne yakın bir dönemde yazdı. Benim anlattığım öyküdeyse, ölümüne yakın bir dönemde bir yel değirmenini ve sahibinin birlikte yaşlanmasını konu ediyorum. Hüzünlü bir öyküdür. Bir yerde yıllarca dururken sizi etkileyen en önemli olayın ne olduğunu düşünün. Gencecik bir vişne ağacının köklerinden sökülmesi elbette çok hazindir. Ömrümüz gencecik fidanların köklerinden söküldüğüne ses çıkarmadan geçiyor belki. Birimiz o dalların kırılmasına kızıyoruz ve buduyoruz dallarını bir sabah. Hangisi vahşice olanı?
· ‘öldüğümde ağlamadım’ çok hazin, çok derin ve çok zarif bir ifade. Bütün kitabı özetliyor gibi…
Öldüğümde ağlamadım adlı öykümde bir kadının en güven duyduğu anda sevdiği adam tarafından boğularak öldürülmesi konu ediliyor. Bir ölünün dilinden yarım kalmış bir şarkının söylenmesi. Kulağın duyduğu, gözün gördüğü yerlerdeki boşlukları anlatmak derdindeyim. Bir an için huzur duydunuzsa gönlünüz rahat bütün sonlara hazırlanıyorsunuz. Kederlerimi bu yüzden severim.
· Ve Ölüm; o ‘herkesin ekmeği’ olan ve ‘meyvenin çekirdeğini taşıması gibi içimizde taşıdığımız’ ölüm! Uzak Yaz, biraz da ‘ölüm’ü mü imliyor ya da ‘ölüm’ün imlediği bir kitap mı ‘Uzak Yaz’?
Ölümün sokaktaki bir tabela gibi her an karşımıza çıkabileceğini şüphesiz biliyoruz. Her öyküde birden karşınıza çıkıyor ölüm. Çıplak ve tek hissediyorsunuz. Zamanın sararttığı tüm fotoğraflar eski yazlarda kaldı.
· Öykülerini yazıp bitirdikten sonra, onları mürekkepleri kurusun diye rüzgâra mı bıraktın sevgili Serkan?
Belirgin bir süreçte karaladıklarınız defter sayfalarında bir süre kalırken bazıları acele ile fatura dekontunun arkasına yazılmış oluyor. Bir kitabın içinde de duruyor bazı cümleler. Ve zamanı gelince yeniden kendini yaşanılır kılıyor.
· Uzak Yaz da Selim İleri tesiri var mı dersin?
Selim İleri en sevdiğim yazarlardan biridir. Onun Cumartesi Yalnızlığı’na benziyor benim Uzak Yaz’daki kalanlarım. Hep bir beklenti içinde olan insanlar. Bir tıkırtıya bir mektuba ölesiye ihtiyaç duyan insanlar. Hepimiz ortak kaderleri yaşıyoruz. Elbette tesiri vardır. Yaşasın kapı dürbünlerinden bakan yaşlı kadınlar.
· Ve çok özel bir soru: Neden incir ağaçları?
İçten içe kuruyan bir ağaçtır incir. Biz erkekler olarak derdimizi kederimizi rahatlıkla ifade edemeyen insanlar olarak yetiştiriliyoruz Türk toplumunda. Daha çekingen, daha içe dönük. Ve durup dururken kuruyoruz genç yaşlarımızda. Elma ağacı olmayı başkalarına bırakıyorum. Diyorum ya: ‘hayat ağaç olma hakkını vermez bize, kimine düşen bir ağacın gölgesinde dinlenmek.’
· Okuyanın, kalbini rüzgârın ve bahçenin harfleriyle yeniden yazacağı bu kitap için çok teşekkürler Serkan Türk kardeşim…
Ben teşekkür ediyorum zarif soruların için.
Ercan YILMAZ
Serkan TÜRK’e soruyor.
· Sevgili Serkan, Necatigil’in tavsiyesine uymuşsun; -‘hüznün keyfini sür’üyor gibisin…
Hüzünlü olmanın, hüznü yaşıyor olmanın rahatlatıcı bir yanı var. Kendimi daha rahat hissediyorum. İçimdeki insanın ben’imi rahatsız etmesine dayanmayı deniyorum. Dayanmayı başardığım sürece içimdeki tüm yerlerimi görebileceğim.
· Uzak Yaz’da, Dünya’yı değiştirmek isteyen değil, sadece ‘temâşâ’ eyleyen bir yazar var. Bu ‘temâşâ’, seni yer yer metafizik-olan’a doğru da sürüklüyor sanki.. Ama Nâilî gibi ‘âlemin mest eden nakışlarını’ ‘bir özge temâşâ’ ile geçmiyor, sanki o ‘temâşâ’ esnasında eriyip gidiyorsun…
Birer pencere var önümüzde. Kimi otobüsün, kimi trenin, kimi bir lokantanın camından dışarıyı seyrederken, dokunulmak istenen sayısız görüntünün içinden bazılarına seyirci kalıyoruz. Bir bekleme zamanından geçiyoruz. Senin dediğin gibi belki zamanın ara odalarında soluklanıyoruz. Her bir öykü kendi zamanından çıkıveriyor. Kimi gün gökten, kimi gün geçmişten alacaklı olma durumu bu.
· Uzak Yaz’da dikkati çeken bir diğer nokta da, birçok öyküne epigraflarla başlaman. Alıntı yaptığın Haydar Ergülen, Hilmi Yavuz, Cemil Meriç, Can Yücel, Oruç Aruoba, Edip Cansever, Çiğdem Sezer, Behçet Aysan ve Hamit Macit gibi şair ve yazarlarla nasıl bir akrabalığın söz konusu? Ayrıca bu isimlerden Cemil Meriç hariç diğerlerinin şair oluşu genellikle şairlerden beslendiğin anlamına mı geliyor biraz da?
Yazarlardan çok şairlerden beslendiğim doğru. Bir dizenin sizi alıp götürdüğü yer bir öyküye sığamayacak kadar geniş olabiliyor. Şairlerim, sözcükleri paylaştığım akrabalarım hepsi. Ruh akrabalığımız yıllardır sürüyor. Büyükbabam sigarası için ‘tek arkadaşım’ derdi. Hiçbir şair yüzüstü bırakmadı beni.
· Hemen her öykünde birtakım kelimeler var ki, senin için özel bir anlamı olmalı bu kelimelerin. Bahçe gibi, ağaç gibi, bavul, hüzün, balkon, sardunyalar gibi.. Ne ifade ediyor bütün bunlar senin için?
Bahçe başlı başına benim için önemli bir hazine. Latife Tekin’in Unutma Bahçesi isimli romanı yayımlandığında bu adı kullanmasına ne çok kızgınlık duydum bilemezsin. Bana ait bir isimmiş gibi sahiplenmiştim bahçeyi. Diğer söylediğin kelimeler de sardunya, balkon, hüzün ben’imin toplamı gibi. Gökyüzüm hepsi.
· Yer yer Sait Faik’i andıran bir tarzın var.. Öykülerinin çoğunda olay, zaman ve mekân sanki silinip gitmiş ya da erimiş gibi..
Olayların zamanlarını bir öğle sonrası, akşamüzeri veya sabahın erken saatleri diye belirtmiş olsam da bunun bir önemi yok aslında. Neyin ne zaman olduğundan çok içimdeki yansısın istiyorum sözcüklerle. Söylemek istediğim, üzerinde durduğum şeyi anlatmak derdindeyim. Sait Faik gibi güçlü bir kalemin yolunda ilerlemek isterim. Ama yazdıklarımın şu ya da bu kişiye benzerliği üzerine kafa yormadım.
‘Hatırlama’ ile ‘unutuş’ arasında kurulmuş bir kitap Uzak Yaz; sanki Zaman’a geri kalıyor; Dil için hep ileri gidiyor…
İnsan, zaman geçerken kendi ile bir hesaplaşmak zorunda kalıyor. Eğer kendine bir yerden durup rahat bakamıyorsa, yaşamını hep bir organdan noksanmış gibi tamamlamak zorunda kalacaktır. Yer yer hatırladıklarımızı unutmaya çabaladıklarımız ile değiş tokuş ettiğimizin kanısındayım. O arada bir yerde Uzak Yaz duruyor.
· Ve şiir… Birçok öyküde dizelere rastlamamız bir tesadüf olmasa gerek…
Aslında şiiri ben’ime yazmaya başlayalı yirmi yıl oldu. İlk önce onlarca defter doldurup şiir yazıyorum sandım. Sonra şiir’in kıyısına kadar gelip öykü’de karar kıldım. Her bir öyküme düşmüş birkaç dal parçası varsa bundan olsa gerek.
· Sevgili Serkan, bu kadar ‘kırılgan’ olmak; -bu, öykülerin için bir tehlike oluşturmuyor mu? Zira kimi yerlerde Duygu Dil’in önüne geçiyor!
İkisi neden ayrı olsun? Dil kendi kurgusunda naif öyküler yazdırıyorsa önüne geçmek istemiyorum. Okuyucu kötü olmuş diyebilir. Ben onların değil kendimi yazmanın derdindeyim. Her okur kendi öyküsünü okumak için sayfaları çevirse bile benim öyküm onlara yenilerini hatırlatacak.
· Öykülerde hep bir ayrılık-veda, kıyıda durma-içe kapanıklık, gözyaşı-hüzün, sahip olamama-umut var.. Bilinçli bir kurgu mu bu, yoksa ‘her şey olayların normal akışına dahil’ mi?
Bir sabah uyandığınızda perdeyi çektiğinizde karşı dairenizin boş olduğunu görüyorsunuz. Hiç konuşmadığınız hatta selamlaşmadığınız insanlardan bahsediyorum. Orada olmaları size güven veriyordur aslında. Oturup kederleniyorsunuz okuduğunuz bir haberden sonra. Düğünlerdeki veda sahneleri de çok sarsıcı bir görüntüdür benim için. Mutlu bir şeyin içine gözyaşı sızabiliyor. Tam göğsünde büyütürken hayalleri o uzaklarda yaşamayı göze alıp gidebiliyor. Sonra siz bir eşyanın durduğu yerden içinize baktığını düşünürsünüz. Orada yaşayıp giderken sorunsuzluk ırmağının yanı başında kâğıt gemilerde yüzdürülür.
· Nereye ya da kime düşüyor Uzak Yaz’ın gölgesi?
Kitapta olmayan bir metinde şöyle diyor hikâye kişisi, biri gelip gölgesi ile huzursuz edecek beni diye çok korkuyorum. Bazen tetikte beklersiniz. Hayat ani olaylarla allak bullak ederken içinizi de karşısına dikilip hesap soramazsınız. Yeniden kurarsınız, dağılan parçaları bir araya getirmeyi denersiniz. Elbette uzak yaz’da gölgeler hayatlarımız üzerine düşüyor. Eski evlerde özellikle duvarlarda üzeri örtülü fotoğraflar vardır. Dönüp bakmayı içimizden geçirsek de tedirgin oluruz. Geçip giden ruhlar bize gözleri ile oradan bakıyor sanırız. O yüzden daha çok o fotoğraflarda kalanlara düşüyor benim öykü kahramanlarımın gölgeleri.
· Yıllardır radyoculuk yapan biri olarak, bir şekilde tinsel diyebileceğim bir bağ kurduğun insanlarla ya da dünyayla, kitabın oluşumu arasında ilginç ve gizemli bir bağ var sanırım.
Bazı öykülerin bu paylaşım dilimlerindeki izleklerden sonra veya o an yazılmaya başladığına şahit oldum çoğu kez. Birilerine bir şeyler anlatırken aslında kendimle yüksek sesle konuşurken yazdımdı çoğunu. Kelimelerin sihri onlarla birlikte olduğum zamanlarda anlattıklarımdan yola çıkarak yaşadıklarına yansıdığını gördüğümde bu bağın ne kadar güçlü olduğunu anlayabiliyorum.
· Son dönemdeki genç şair ve yazarların çoğunun eserlerin de varoluş çırpınmaları görüyoruz; hiçlik, hoşnutsuzluk, kaos, bunaltı, bulantı gibi… Uzak Yaz, bu durumun uzağında bir kitap. Acının ve hüznün dinginliği, deyiş yerindeyse huzurunun, güz güneşinin sırtımızı ısıttığı gibi içimizi ısıttığı bir kitap Uzak Yaz…
Acım benimdir. Atmaya kıyamadığım tüm eşyalar gibi bir çekmecede zaman zaman açılıp kurcalamaktan bir çeşit haz alıyor olmalıyım. Bak diyorum bunun üstesinden gelmişsin, bunu da aşınca iyi hissedeceğin zamanlar gelecek. Acı ve hüzünle kendimi terapi seanslarına sokuyorum. Bir dönem okuduğum kitaplardaki bu tür cümleleri daha huzurlu okuyabiliyorum. Hani bildik hikâyedir oğlunu kaybeden bir anne içindeki acıyı dindiremez ve kapı kapı dolaşır. Çarenin hardal tohumu olduğunu söyleyen bir bilgeyi dinler ve şehir şehir o hardal tohumunu aramak için insanlarla tanışır, acılarını dinler. Ve zamanla acısı azalır gider. Hoşnutsuzluğumu çok geride bırakmış olmalıyım ben de çok insan dinledim.
· Kitabın ilk öyküsü, ‘iki yüzlü arzuhalci’, ‘birkaç gün sonra bir boşluğa bakar buldular yüzümü’ cümlesiyle bitiyor. ‘iki yüzlü arzuhalci’, hep boşluğa mı bakıyor senin gözlerinle ya da senin gözlerinde? Belki de kahraman (iki yüzlü arzuhalci), yazar (Serkan Türk)ın gözlerinde var ediyor kendini.
O öyküyü yazdığım yağmurlu bir akşamdı. Ve boş gözlerle baktığımız hayatın aslında bir boşluğa bakar buldular yüzümü dedirtecek noktaya gelmesini kabul etmiyordum. Bir tür başkaldırıydı. ‘Oysa gidecek bir yer vardı ve sakladın benden’ der öykü kahramanı. Gidilen yer ölümün soğuk bahçesiydi. Oraya dikmiş gözlerini boşluğa bakarken, bir hayat akıyordur sokakta. Kaldırımda ellerine nefesini üfleyip ısınmaya çalışan insanların varlığını doldurmaya çalışıyordur gözlerine.
· Neden ‘bahçe’ metaforu Serkan? Mazi ile geleceği lehimliyor sanki senin öykülerinde ‘bahçe’. Ve Dıranas’ı dizesini biraz değiştirerek söylersem, ‘bir hüzün çığlığı içinde bahçeler’ bunlar.
Biz bahçelerde büyüdük. Bizi bir bahçe büyüttü demeliyim. Her kıyısında bir ağaç gölgesi düştü üzerimize. Kimi zaman o dallara uzandık küçük ellerimizle. Kimi zaman saklandık gölgesinde. Her çocuğun bir bahçesi ve ağacı olduğuna inanırdım eskiden. Şimdiki zamanda apartman dairelerinde yetişen çocukların balkonlarında iki saksı bile göremediğini düşündükçe o yıllardan çok söz açışım normal değil mi? İnsanlar özlediklerini anlatmaz mı hep?
· Küçük mahalleler, dar sokaklar, bahçeli evler… Mekân ve insan üzerine yoğunlaşıyor senin anlatın.. Bu kadar ‘hayat’ın içinde olmak neden?
O beyaz badanalı evlerde büyütünce insanlarımı, dar sokakları, bahçeli evleri, limon çiçeklerini göremeden yapamıyorsunuz. Bir yerlerde bekliyor o insanlar. Rüzgârın esip geçtiği avluları, su döküp dönecekleri bekleyen kadınları, çocukları anlatmak bir tercih meselesi olabilir.
· ‘işaretlere inanırdım eskiden beri’ diye bir cümle var ‘iyimser diyaliz merkezi’ başlıklı öykünde. Her şeye işaretmiş gibi bakan ve her şeye bilgece tahammül eden bir kalp ile yazılmış öyküler bunlar; -bir anlamda, çocukluk ile bilgelik’in kaynaşmasından doğan… Ne dersin?
Uzak Yaz’daki o çocuk eskiden beri işaretlere inanarak büyümüş. Gökyüzünü hesabından çıkarmadan bir bulut hareketine, bir kuş uçuşuna, bir yaprak kıpırtısına anlamlar yüklemiş ve öylece büyümüş zamanın beşiğinde. Belki yaşadığı koşulların etkisi ile yaşından büyük davranmak zorunda kalmış. Ve zamanın tüm önüne koyduğu acı tatları kabullenmesini bilmiş.
· ‘yel değirmeni ve vişne ağacı’ öykünü Çehov’un ‘Vişne Bahçesi’nin mütevekkil ve âsûde hüzün ırmağı besliyor mu dersin?
Çehov vişne bahçesini ölümüne yakın bir dönemde yazdı. Benim anlattığım öyküdeyse, ölümüne yakın bir dönemde bir yel değirmenini ve sahibinin birlikte yaşlanmasını konu ediyorum. Hüzünlü bir öyküdür. Bir yerde yıllarca dururken sizi etkileyen en önemli olayın ne olduğunu düşünün. Gencecik bir vişne ağacının köklerinden sökülmesi elbette çok hazindir. Ömrümüz gencecik fidanların köklerinden söküldüğüne ses çıkarmadan geçiyor belki. Birimiz o dalların kırılmasına kızıyoruz ve buduyoruz dallarını bir sabah. Hangisi vahşice olanı?
· ‘öldüğümde ağlamadım’ çok hazin, çok derin ve çok zarif bir ifade. Bütün kitabı özetliyor gibi…
Öldüğümde ağlamadım adlı öykümde bir kadının en güven duyduğu anda sevdiği adam tarafından boğularak öldürülmesi konu ediliyor. Bir ölünün dilinden yarım kalmış bir şarkının söylenmesi. Kulağın duyduğu, gözün gördüğü yerlerdeki boşlukları anlatmak derdindeyim. Bir an için huzur duydunuzsa gönlünüz rahat bütün sonlara hazırlanıyorsunuz. Kederlerimi bu yüzden severim.
· Ve Ölüm; o ‘herkesin ekmeği’ olan ve ‘meyvenin çekirdeğini taşıması gibi içimizde taşıdığımız’ ölüm! Uzak Yaz, biraz da ‘ölüm’ü mü imliyor ya da ‘ölüm’ün imlediği bir kitap mı ‘Uzak Yaz’?
Ölümün sokaktaki bir tabela gibi her an karşımıza çıkabileceğini şüphesiz biliyoruz. Her öyküde birden karşınıza çıkıyor ölüm. Çıplak ve tek hissediyorsunuz. Zamanın sararttığı tüm fotoğraflar eski yazlarda kaldı.
· Öykülerini yazıp bitirdikten sonra, onları mürekkepleri kurusun diye rüzgâra mı bıraktın sevgili Serkan?
Belirgin bir süreçte karaladıklarınız defter sayfalarında bir süre kalırken bazıları acele ile fatura dekontunun arkasına yazılmış oluyor. Bir kitabın içinde de duruyor bazı cümleler. Ve zamanı gelince yeniden kendini yaşanılır kılıyor.
· Uzak Yaz da Selim İleri tesiri var mı dersin?
Selim İleri en sevdiğim yazarlardan biridir. Onun Cumartesi Yalnızlığı’na benziyor benim Uzak Yaz’daki kalanlarım. Hep bir beklenti içinde olan insanlar. Bir tıkırtıya bir mektuba ölesiye ihtiyaç duyan insanlar. Hepimiz ortak kaderleri yaşıyoruz. Elbette tesiri vardır. Yaşasın kapı dürbünlerinden bakan yaşlı kadınlar.
· Ve çok özel bir soru: Neden incir ağaçları?
İçten içe kuruyan bir ağaçtır incir. Biz erkekler olarak derdimizi kederimizi rahatlıkla ifade edemeyen insanlar olarak yetiştiriliyoruz Türk toplumunda. Daha çekingen, daha içe dönük. Ve durup dururken kuruyoruz genç yaşlarımızda. Elma ağacı olmayı başkalarına bırakıyorum. Diyorum ya: ‘hayat ağaç olma hakkını vermez bize, kimine düşen bir ağacın gölgesinde dinlenmek.’
· Okuyanın, kalbini rüzgârın ve bahçenin harfleriyle yeniden yazacağı bu kitap için çok teşekkürler Serkan Türk kardeşim…
Ben teşekkür ediyorum zarif soruların için.