Geçen sene bugün yeni montunu denedin, gülümsedin. Her şeyin iyi olacağını düşündün. Gelecek seni umutlandırıyordu. Bir şeyler daha yaşadın, yıprandın. Eskidiğini düşündün bir eşya gibi. Sokağa çıkmaya üşendin, hava yağmurluydu. Birkaç tahta parçasını, kırdığın kasaları sobanın önüne yığdın. “Çayı ocağa koyuyorum” dedin orta yere. Masadaki kâğıda baktın. “Esin” dedin bana dönerek, “esin gerek bizlere.”
O zaman da güzel şeyler diledim içimden. Güzel şeyleri içimden dilemeyi öğrenmiştim küçükken. Yağmur yağmaya devam ediyordu. Soba tütmüştü. Tutuşturmayı bildiğim bir şeymiş gibi kapağını açtım sobanın. Gözüm çıkan dumandan yaşardı. Montuna dokundun sevdiğin bir şeye dokunur gibi. Gözümü sildim kazağımın koluyla. Birkaç tahtayı attım sobanın içine. Duman çıksın diye sonra pencereyi açtım. O güldü bu halime. Kızmadım ben.
Kâğıdın üzerinde tanıdık bir adamın gözleri belirdi sonra. Hiç sevmediğimi söylemedim onu size. Saçlarını yeni taramış gibiydi, ya da aynaya bakıyor gibi güzelliğine. Duvarlarında iç içe geçmiş başka resimler asılıydı. Kafası karışık bir adamın kara kalem çizimleri olarak düşündüm resimleri. Küllüğü aldım masasından. Sobanın kapağını itip döktüm yeni tutuşmuş odunların üzerine. Televizyonda eski bir yerli film oynuyordu. Aynı şeye yeniden gülüyorduk. Turşucu kadın kocasıyla tartışıyor ve çocuklardan üçünü önüne katarak götürüyordu. Biraz sonra başka bir evin sıcak konforunda olacağını biliyorduk. Endişelenmiyorduk onlar için. Biliyorduk bu bir filmdi ve ayrılıkların sonunda kavuşmalar olurdu. Amcaları yeniden onları görmeye geldiğinde Afrika’daki avdan bahsedecekti.
Sen elinde tepsiyle gözüktün kapıda. Hepimiz kendi halimizdeydik. Televizyona baktın, sonra sırayla odada olanlara. Uygun bir yer bulup oturdun. Sobanın üzerine koyduğun çaydanlık fokurdamaya başlamıştı. Kadın odanın orta yerine sobasını kurmaya çalışıyor, boyu sırık kadar uzamış oğlu bakıyordu. Bir köşede yüzünü gözünü boyamaya çalışan evin kızı, bir yanda önümdeki masada beliren bıyıkları boyanan tanıdık adam. “Esin ancak böyle geliyor bana” dedi televizyondaki yerli filmi kastederek gözleriyle.
O da her zaman ki gibi birine mesaj yazıyordu. Kısa bir kelime, cümleyle beklenen yanıtı gönderiyordu. Ya da önünde çalan telefonunu susturuyordu. Bu haline üzülüyordum. Hayatını kısa zamanda düzeltmesini umuyordum.
Reklamlarla birlikte kanal değiştiriliyordu. Ekranda gözüken kadın şarkıcının duruş problemi olduğundan bahsediyorduk sonra. Ne bulursa önünde eğildiğinden…
“Çayına şeker istiyor musun?” diyordun onlardan birine bakıp. Boş kalan fincanlardan birine uzanıyordum. Yağmur yerini usul usul kara bırakıyordu. Sokak lambasının ışığında düşüyorlardı taneler. Aklımda “her yerde kar var, kalbim senin bu gece” şarkısı geçiyordu. Az sonra çıkıp gitmeyi, buraya ait olmadığımı düşünüyordum. Söylemiyordum bunu sana, diğerlerine. Film devam ediyordu. Kardeşlerden biri diğerini buluyordu bir kavga sonucunda. Biz yitirilmiş bir şeyiz diyordum içimden. Yitireceğin bir şeyi bulmaksa güçtü ömürde. Gözümde, gönlümde başka göçler yaşanıyordu o saniye.
“Ekmek yok mu?” dedin orta yere. Çayına banıp ekmek yediğini düşündüm büyük babamın, beş yaşındaki halimle burnunu çekiştirdiğimi. Radyoda Kamuran Akkor’un bir şarkısına eşlik ettiğimizi…
“Üşenmezsen gidip al” diyor sana, bir yandan çizdiği adam iyice canlı bir şeye dönüşüyor kâğıt üzerinde. Sokağa çıkmaya üşeniyorsun sen de benim gibi. Kardeşler bir araya gelmiş filmde anne babalarını bir araya getirmeye çalışıyorlar parkın birinde. O da bana sırtını dönüyor yaşlı kadın gibi. Sobaya bir tahta daha atıyorum.
Filmin sonunu biliyorum. “Çıkıp biraz yürümeli, sonra görüşürüz” diyorum. Şimdi güzel şeyler diliyorum içimden. Hava serin yine. Yağmur sabaha kadar yağmaya devam edecek. Montun eskidi yenisini almak lazım.
Ve içimdeki o şarkıyı söylüyordum.
Serkan Türk
25 Aralık 2010 Cumartesi
20 Aralık 2010 Pazartesi
Küçük Bir Oda
Yalnızca haziranın sessizliğine karışmış güneşi, ağaçların arasından başını uzatmış kargaları gördüğüm anlarda hayatın olumsuz yönlerini düşünmüyorum. Taşların üzerinde bir görünüp bir kaybolan kertenkeleler, evin önündeki eski leğene dikilmiş çiçeklere konan kelebekleri, önündeki her şeyi gagalayan tavukları gördüğümde de... Yılın uzun günlerinde, yaprak oynamadığı zamanlarda birileri gelip tüm alışılagelmiş düzeni bozacak endişesi içimi kapladığından olacak, huzursuzluk duyarım. Taraçaya atılmış yer minderlerinin üzerine uzanıp, üzüm salkımlarının gölgesinde düşünürüm. Belli bir şeyde yoğunlaştığımı söyleyemem. Bir an diğerine benzemez çünkü. Sabah erkenden tarlalara doğru giden işçileri görürüm. Bazıları, bir kamyonun kasasında uykularını alamadıklarından gözleri kapalı çömelmiş dururlar. Çocukluğumdan beri kendi rızamla erken kalkmayı alışkanlık haline getiremediğimden anlarım yorgunluklarını. Yeterince mutlu olmadıklarından hep yorgun olan bu kadınlı erkekli toplulukların birbirlerine de faydaları dokunmaz. Dünyaya işçi olarak gelmiş karıncalar gibi, bütün ömürlerini bu uğurda harcarlar. Yazın güneşin altında fındık, çay toplarlar. Kışın o birkaç aylık süredeyse evlerinde saçlarını süpürge ettikleri çocukları için hayal kurmaya çalışırlar. Kurdukları hayaller hemen hemen aynıdır: Yaşadıkları topraklardan uzak şehirlerde, daha iyi imkânlarda yaşamak ve ölmektir bütün istekleri. Çocukları için iyi bir gelecek. Kendileri okuyamadıklarından çocuklarını ilk mektebe yollamaya gayret ederlerse de biraz serpilip uzadıklarında önlerine katıp tarlaya götürürler onları. Okul hepsinin usunda bir çocukluk masalı olarak yer eder. Evlenip çevre köylerde ev kurduklarında da içlerinde bir yerde o masalı unutmamak için kendilerine söz verirler. Onlardan biri olmadım. Şanslı olduğumu düşündüğünüzü sezer gibiyim. Hiç sandığınız gibi değil. Kırk küsur senelik ömrümü bu taraçada, şu önümüzdeki bahçede ve aşağıdaki küçük odada geçirdim.
Doğduğum günü anlatan herkes ebemin odadan çıkarken gözyaşlarını tutamadığını söyler. Dünyaya gelişimi mucizeye bağlayanlar da olmuştur. Şekilsiz bir patates gibi çıkıvermişim zarımdan. Bütün o insana benzemeyen yanıma rağmen annemin gayretleriyle yaşama tutunmuşum. Suya at, boğ, diyenler de olmuş anneme. Bu çocuğun kendine bile faydası olamaz, bıraksaydınız ölseydi, diyenler de. Gözyaşları arasında on yaşıma kadar büyütebildi beni annem. Sonra bütün bölgenin kötü kaderiymiş gibi amansız bir hastalığın pençesinde son nefesini verdi. Evin yanındaki tarlaya gömdüler annemi. Bazen odamın penceresinin önünde durur, mezarına bakarım. Konuşamadığımdan, içimden geçiririm söylemek istediklerimi. Babam beni görmez evin içinde. Görmemeyi seçer, demeliyim aslında. Varlığımı bilmezmiş gibi davranmıştır hep. Bir iki kere söz söylemesi gerektiğinde, bu, diye söze başlarken başını çevirip şöyle bir bakmışlığı olmuştur en çok. Benden iki yaş büyük ablam oyuncağı gibi oradan oraya çekiştirmiştir evin içinde beni. Onun dışında dokunanım yok gibidir. Bazen canıma kıymak geçer içimden. Nasıl yapacağımı bilemem. Buradan düşmeye kalksam, daha beter bir durumda kalacağımdan hepten yalnızlığa terk edileceğimi sanırım. Kötü hisleri kovarım içimden. Benden daha kötü durumlarda yaşayan insanların hayatlarını okurum kitaplardan. Bu insana benzemeyen yanıma rağmen, okuma yazmayı öğrenmiş olmama hayret ederler. Sizin de bu yaşamöyküsünü okurken benzer şeyler düşüneceğinizden eminim. Dünya bütün şanssızlıklarıma rağmen karşıma bazı fırsatlar çıkarmadı değil.
Çocukluk yıllarımda, sanıyorum on beş yaşıma bastığım günlerdeydi, köyde bir salgın baş gösterdi. Hemen hemen bütün evlerde, çocuklar ve kadınlar başta olmak üzere, herkes hastalanmaya başladı. Ben ve ablam da bu hastalığın pençesine düştük. Ablamın bağırışları sanıyorum çok uzaktan bile duyuluyordu. Gözlerim terimle kapanıyor, her yerim yanıyordu. Nefes almakta zorluk çekiyordum. Sonunda muhtarın köye getirdiği iki doktor bütün evleri tek tek gezerek herkesi muayene etti ve durumu ciddi olan hastaları da kasabadaki hastaneye sevk etti. Benim ilk evden uzaklaşma şansım bu hastalık pençesinde kıvrandığım günlere denk geliyor. Apar topar bir aracın arkasına taşındığımızı hatırlıyorum. Sonra, altımızdaki koltuğun sallana sallana hareket ettiğini. Uyandığımda bir yatakta yatıyordum. Koluma takılı bir kablonun diğer ucu başucumdaki bir şişeye bağlıydı. Üç dört gün aralıksız uyuduğumu söylediler. Ablam altı günde iyileşip eve gönderildi. Bense orada yaklaşık iki ay kaldım. O güne kadar itilmiş, yok sayılmış, köpek kadar değer görmemiş ben, özel olarak besleniyor ve ilgi görüyordum. ‘Cennet’ diye bir yer varsa, mutlaka bu insanlarla doludur diye geçiriyordum içimden. Her sabah beni kontrol etmeye gelen doktor ona cevap veremememe rağmen sorular soruyor ve benimle konuşmaya çalışıyordu. Onu anlayıp anlamadığımı ise gözbebeklerime bakarak kavrıyordu. Her dediğini duyuyor, söylediklerini anlıyordum. Sonraki günlerde elinde bol resimli bir kitapla koğuşa girdiğini anımsıyorum. Ne olduğu konusunda fikrim bile yoktu. Günlerce süren yakın ilgisiyle harfleri, sayıları tanır oldum. Okumayı ve yazmayı birkaç hafta gibi kısa sürede söktüm. Bedenimin bütün sakatlığına rağmen beynim onun aksine oldukça sağlamdı. Her duyduğum sesi, sözü aklımda tutabiliyordum.
Tekerlekli sandalyeyle hastanenin bahçesinde dolaştığım o günü unutamıyorum. Elimle arabanın tekerleklerini döndürüyor ve istediğim yere birinin yardımı olmaksızın gidebiliyordum. (Ablamın beni gün doğduktan kısa bir süre sonra kucağına alıp taraçaya, minderlerin üstüne bıraktığı anları düşündükçe gözlerim doluyor, yaşadığım şeyin bir mucize olduğuna gittikçe daha çok inanıyordum. Köyün çocuklarının çığlıklar arasında oyunlar oynadığı o günlerde yalnızca zihnimin bana gösterdiği görüntüler eşliğinde yaşayabiliyordum. Gökyüzünün başımın üzerinde uçsuz bucaksız bir kapıyla aralandığını… Ama şimdi onlardan biri gibi özgürdüm.) Ağaçların arasında delirmiş gibi, bir ileri bir geri gidiyordum. Çam ağaçlarını, gülleri, ikindi çiçeklerini, hepsinin gölgesini görüyordum. Birbirine sokulmuş insanları… Caddede ilerleyen otomobilleri. Dünya benim küçük odamın dışında bir yerdeydi ve ben onu ilk kez görüyor, o dünyada nefes alabiliyordum. Sonraki zamanlarda doktorumun gönderdiği kitaplarla başka kıtaları, ülkeleri, yüksek dağları, insanları okuyarak keşfedecektim. Ve yazabildiğim sürece hayatımın anlamlı olabileceği gerçeğini.
Evime döndüğümde o patates biçimindeki yaratık değildim artık. Her şeyi daha başka türlü gören birine dönüşmüştüm. Bendeki bu değişimi gören hane halkı ilk günlerde ne yaptığımla ilgilenir gibi davransa da sonraki günlerde normal yaşantılarına devam ettiler. Her zamanki gibi, kamyonlara binip sabahları tarlalarına gittiler. Otlaklara çıkarttıkları inekleri sağdılar. Düğünlerinde hep birlikte oynayıp, ölülerine ağladılar. Acınacak soyları çoğaldıkça hüzün çöktü yüzlerine. Ben her birini içlerinde durarak, uzaklarından bakarak gördüm. Sandığınız kadar şanssız değilim.
O günden sonra dilim, anadilimin bütün kelimelerini söyledi. Uzun seneler boyu susmuş olan içim haykırdı düşlerini, isyanlarını. Evimin taraçasından baktığım uzak tepeler yakınım oldu. Her bir yanında koştum, otların arasından geçtim, ıslık çaldım, türkü söyledim. Ormanları kardeş bildim. Rüzgârı sırdaş. Ovalarda meleyen kuzulara dokundum. Kendimi topraktan söktüm bir patates gibi bir daha. Annemi büyüttüm gençliğiyle. Babamı uzaklara gönderdim; yok saymasın, özlesin beni diye. Ablamın kocasız kaldığı genç yaşında çocuklarını salladım ninniyle. Yalnız köpeklerin hırıltısı oldum. Akşamların yalnızı. Mezarların ağacı. Minnetle andım güzel bakanları. Her şeyi küçük bir odada büyüttüm. Pencere önündeki bir saksı çiçeği gibi yönümü güneşe dönerek açtım bütün kapılarımı zamana. O da duydu beni. İçimdeki çekirdeğin sesini…
Serkan Türk
Hece Öykü Dergisinde yayınlanmıştır.
Doğduğum günü anlatan herkes ebemin odadan çıkarken gözyaşlarını tutamadığını söyler. Dünyaya gelişimi mucizeye bağlayanlar da olmuştur. Şekilsiz bir patates gibi çıkıvermişim zarımdan. Bütün o insana benzemeyen yanıma rağmen annemin gayretleriyle yaşama tutunmuşum. Suya at, boğ, diyenler de olmuş anneme. Bu çocuğun kendine bile faydası olamaz, bıraksaydınız ölseydi, diyenler de. Gözyaşları arasında on yaşıma kadar büyütebildi beni annem. Sonra bütün bölgenin kötü kaderiymiş gibi amansız bir hastalığın pençesinde son nefesini verdi. Evin yanındaki tarlaya gömdüler annemi. Bazen odamın penceresinin önünde durur, mezarına bakarım. Konuşamadığımdan, içimden geçiririm söylemek istediklerimi. Babam beni görmez evin içinde. Görmemeyi seçer, demeliyim aslında. Varlığımı bilmezmiş gibi davranmıştır hep. Bir iki kere söz söylemesi gerektiğinde, bu, diye söze başlarken başını çevirip şöyle bir bakmışlığı olmuştur en çok. Benden iki yaş büyük ablam oyuncağı gibi oradan oraya çekiştirmiştir evin içinde beni. Onun dışında dokunanım yok gibidir. Bazen canıma kıymak geçer içimden. Nasıl yapacağımı bilemem. Buradan düşmeye kalksam, daha beter bir durumda kalacağımdan hepten yalnızlığa terk edileceğimi sanırım. Kötü hisleri kovarım içimden. Benden daha kötü durumlarda yaşayan insanların hayatlarını okurum kitaplardan. Bu insana benzemeyen yanıma rağmen, okuma yazmayı öğrenmiş olmama hayret ederler. Sizin de bu yaşamöyküsünü okurken benzer şeyler düşüneceğinizden eminim. Dünya bütün şanssızlıklarıma rağmen karşıma bazı fırsatlar çıkarmadı değil.
Çocukluk yıllarımda, sanıyorum on beş yaşıma bastığım günlerdeydi, köyde bir salgın baş gösterdi. Hemen hemen bütün evlerde, çocuklar ve kadınlar başta olmak üzere, herkes hastalanmaya başladı. Ben ve ablam da bu hastalığın pençesine düştük. Ablamın bağırışları sanıyorum çok uzaktan bile duyuluyordu. Gözlerim terimle kapanıyor, her yerim yanıyordu. Nefes almakta zorluk çekiyordum. Sonunda muhtarın köye getirdiği iki doktor bütün evleri tek tek gezerek herkesi muayene etti ve durumu ciddi olan hastaları da kasabadaki hastaneye sevk etti. Benim ilk evden uzaklaşma şansım bu hastalık pençesinde kıvrandığım günlere denk geliyor. Apar topar bir aracın arkasına taşındığımızı hatırlıyorum. Sonra, altımızdaki koltuğun sallana sallana hareket ettiğini. Uyandığımda bir yatakta yatıyordum. Koluma takılı bir kablonun diğer ucu başucumdaki bir şişeye bağlıydı. Üç dört gün aralıksız uyuduğumu söylediler. Ablam altı günde iyileşip eve gönderildi. Bense orada yaklaşık iki ay kaldım. O güne kadar itilmiş, yok sayılmış, köpek kadar değer görmemiş ben, özel olarak besleniyor ve ilgi görüyordum. ‘Cennet’ diye bir yer varsa, mutlaka bu insanlarla doludur diye geçiriyordum içimden. Her sabah beni kontrol etmeye gelen doktor ona cevap veremememe rağmen sorular soruyor ve benimle konuşmaya çalışıyordu. Onu anlayıp anlamadığımı ise gözbebeklerime bakarak kavrıyordu. Her dediğini duyuyor, söylediklerini anlıyordum. Sonraki günlerde elinde bol resimli bir kitapla koğuşa girdiğini anımsıyorum. Ne olduğu konusunda fikrim bile yoktu. Günlerce süren yakın ilgisiyle harfleri, sayıları tanır oldum. Okumayı ve yazmayı birkaç hafta gibi kısa sürede söktüm. Bedenimin bütün sakatlığına rağmen beynim onun aksine oldukça sağlamdı. Her duyduğum sesi, sözü aklımda tutabiliyordum.
Tekerlekli sandalyeyle hastanenin bahçesinde dolaştığım o günü unutamıyorum. Elimle arabanın tekerleklerini döndürüyor ve istediğim yere birinin yardımı olmaksızın gidebiliyordum. (Ablamın beni gün doğduktan kısa bir süre sonra kucağına alıp taraçaya, minderlerin üstüne bıraktığı anları düşündükçe gözlerim doluyor, yaşadığım şeyin bir mucize olduğuna gittikçe daha çok inanıyordum. Köyün çocuklarının çığlıklar arasında oyunlar oynadığı o günlerde yalnızca zihnimin bana gösterdiği görüntüler eşliğinde yaşayabiliyordum. Gökyüzünün başımın üzerinde uçsuz bucaksız bir kapıyla aralandığını… Ama şimdi onlardan biri gibi özgürdüm.) Ağaçların arasında delirmiş gibi, bir ileri bir geri gidiyordum. Çam ağaçlarını, gülleri, ikindi çiçeklerini, hepsinin gölgesini görüyordum. Birbirine sokulmuş insanları… Caddede ilerleyen otomobilleri. Dünya benim küçük odamın dışında bir yerdeydi ve ben onu ilk kez görüyor, o dünyada nefes alabiliyordum. Sonraki zamanlarda doktorumun gönderdiği kitaplarla başka kıtaları, ülkeleri, yüksek dağları, insanları okuyarak keşfedecektim. Ve yazabildiğim sürece hayatımın anlamlı olabileceği gerçeğini.
Evime döndüğümde o patates biçimindeki yaratık değildim artık. Her şeyi daha başka türlü gören birine dönüşmüştüm. Bendeki bu değişimi gören hane halkı ilk günlerde ne yaptığımla ilgilenir gibi davransa da sonraki günlerde normal yaşantılarına devam ettiler. Her zamanki gibi, kamyonlara binip sabahları tarlalarına gittiler. Otlaklara çıkarttıkları inekleri sağdılar. Düğünlerinde hep birlikte oynayıp, ölülerine ağladılar. Acınacak soyları çoğaldıkça hüzün çöktü yüzlerine. Ben her birini içlerinde durarak, uzaklarından bakarak gördüm. Sandığınız kadar şanssız değilim.
O günden sonra dilim, anadilimin bütün kelimelerini söyledi. Uzun seneler boyu susmuş olan içim haykırdı düşlerini, isyanlarını. Evimin taraçasından baktığım uzak tepeler yakınım oldu. Her bir yanında koştum, otların arasından geçtim, ıslık çaldım, türkü söyledim. Ormanları kardeş bildim. Rüzgârı sırdaş. Ovalarda meleyen kuzulara dokundum. Kendimi topraktan söktüm bir patates gibi bir daha. Annemi büyüttüm gençliğiyle. Babamı uzaklara gönderdim; yok saymasın, özlesin beni diye. Ablamın kocasız kaldığı genç yaşında çocuklarını salladım ninniyle. Yalnız köpeklerin hırıltısı oldum. Akşamların yalnızı. Mezarların ağacı. Minnetle andım güzel bakanları. Her şeyi küçük bir odada büyüttüm. Pencere önündeki bir saksı çiçeği gibi yönümü güneşe dönerek açtım bütün kapılarımı zamana. O da duydu beni. İçimdeki çekirdeğin sesini…
Serkan Türk
Hece Öykü Dergisinde yayınlanmıştır.
18 Aralık 2010 Cumartesi
güneşli bayır
sen hep kendi evinde
uzak bir sıcaklıkla içli dışlı durursun
ışıksız kalan
ara sokaklarına düşen yalnız gölgeler
eğilmiş yüzler gibi soğurum
sonra tutup mutsuzluk yok der biri
bunca uzaktan, dağlar mor
akşamlar incinir karanlığından
çıkar gelir musluğun sesi
rüzgârın tekmelemesi pencereyi
kapı gıcırtısına benzer
her şeye karışmış bir ağrı
uzanmış yukarı sırtımızdan
aynalardan dönüp gelen
güneşli bayırını düşünürüm
dünler gibi soğurum
içimde tuttuğum sır
eskiyen bir şeye dönüşür
Serkan Türk
eliz dergisinde yer almıştır.
uzak bir sıcaklıkla içli dışlı durursun
ışıksız kalan
ara sokaklarına düşen yalnız gölgeler
eğilmiş yüzler gibi soğurum
sonra tutup mutsuzluk yok der biri
bunca uzaktan, dağlar mor
akşamlar incinir karanlığından
çıkar gelir musluğun sesi
rüzgârın tekmelemesi pencereyi
kapı gıcırtısına benzer
her şeye karışmış bir ağrı
uzanmış yukarı sırtımızdan
aynalardan dönüp gelen
güneşli bayırını düşünürüm
dünler gibi soğurum
içimde tuttuğum sır
eskiyen bir şeye dönüşür
Serkan Türk
eliz dergisinde yer almıştır.
13 Aralık 2010 Pazartesi
Bütün Susmalarım Tufan
“Bütün Susmaların Tufan”
Günden güne, bunalmış, eli kolu bağlı insanların oluşturduğu bir topluma dönüşüyoruz. Rutin yaşamlarında sorunlarıyla, geçim sıkıntılarıyla, ülkenin aniden değiştirilen gündemlerini kaygıyla izleyen, çeşitli açmazların koynunda mutsuz insan suretleriyle dolu yanımız yöremiz. Globalleşen dünyanın sömürü düzeni, insanların iç dünyalarında ve etik değerlerinde de yitimlere neden olmakta, duyarlılıklarını erozyona uğratmakta. Bu tabloyu izlemek üzüyor ve yoruyor beni… Elime bir fırça alıp Türkiye haritasının üzerine, maviler, turuncular, rengârenk bir gökkuşağı boyamak istiyorum!
Yaşamı güzele dönüştürme çabasında, her geçen gün biraz daha kaybolan insan duyarlığını canlı tutabilme uğraşındaki sanatçılarımızın yarattıkları güzellikler, içimizi kanatan ülke gerçeklerine ne kadar katkıda bulunabiliyor? Ben inanıyorum ve gözlüyorum ki, ülkemin sanatçıları, tüm olumsuzluklara karşın duyarlılıklarını ortaya koyuyorlar, direngen bir umutla güzelliklere açmaya çağırıyorlar yürek gözümüzü…
“sözüm söz, sesim sana iyi olmayı öğretecek!” diyen genç bir şairle birlikte şiir yolculuğumuza çıkıyoruz bu kez. Serkan Türk; “her şeyin güzel olma nedenleri” adlı ilk şiir kitabıyla yaşamı sorgularken, doğanın yaratıcılığıyla beslediği şiirleriyle, insana dair olanı, güzel olanı duyumsatıyor okuyucusuna… 1977 Trabzon doğumlu Serkan Türk’ün “Uzak Yaz” ve bu günlerde Serander Yayınları’ndan ikinci baskısı yayımlanacak olan “Rüzgârlı Camlar” adlı iki öykü kitabı bulunuyor. Ayrıca Radyo Aktif’in yayın koordinatörlüğünü yapıyor.
Serkan Türk,”her şeyin güzel olma nedenleri” adlı kitabında şiirlerini “ kıblesi olmuşsun yüzümün” ve “ zaman benim acı yontucum” adlı iki bölümde toplamış. Her iki bölümde de on dört şiir yer alıyor.
“bütün kederler bir gün gelir eskiye döner” diyor şair, çünkü yaşamı güzelleştiren o kadar çok şey vardır ki, çok uzak değil “geçmiş” olan dün için bile;“ sana açtığım kapılara, baktığım gökyüzüne/ rüzgâr fısıldayacak taş binaların arkasından/ yalnız ağaç eğilecek ardından kırılmış cama/ oysa anı diyecek birileri yaşanmışa/ yaşanmamışına üzülecek birileri de”… Hayata açılan pencerelerden bakarken o kadar çok olumsuzluklarla karşılaşıyoruz ki, insan olarak küçük mutluluklara tutunup ayakta kalmayı başarmak düşüyor bizlere. Unutmalım ki her şeyin güzel olma nedenleri, biraz da yaşamı sorgulamaktan geçiyor; “yazın sırrıysa beklemek, aşk benim/ sesime yakışır, sende büyür/ ne kadar dağ varsa durur orada/ duvarda atlas, kıyımda deniz/ geçerim her kenti ödünç bir sabırla”… Nedir mürekkebi kurumuş bir dalgakıran? Denizin maviliği mi yitmiş yetim gecede, sevgilinin dokunuşlarını anımsayan yalnız parmaklar uzaklıkları çizerken kağıtlara;
“ gittiğin belli değil/ sana uzandım orası çöl/ içim eski bir pazar kadar dağınık”…
Eğrelti otları, meşe palamutları, ıtırlar… Şiirsel sezgiyi ön plana çıkarmaya çalışan şair, doğanın güzellikleriyle şiirin okuyucusunu içine çekme çabasında, kendi evreninin kapılarını aralamaktadır. “kimin sessizliği böyle kırmakta gönlümü/ yoksun gün devirmekte kırkını”… Mavi bir gökyüzü altında, küçük bir ağacı sallayan çocuklar kadar umut dolu oldunuz mu bir yokluğun ardından; “yalnız bırakışın sokağı aklımda/ gözlerime üşüşen sahipsiz bir bulut/ alıp başını gider içime ovduğun gül/ kalır aklımda”… Sevdiklerimizin gölgesi kalmıştır ayrılıklardan geriye ki, içimize eğilen kuyunun suyu ne görür iyileşmeyecek yaralarımızdan başka? “hepsi resim kağıdının üzerine düşmüş bir sarı/ narlar da ayrılıklardan gelir/ dağılan sonbahara kalmış bütün kederler/ öpüşün bir denize açılmakla aynı anlama gelir”…
Babanızı kaybettiniz mi siz bir güz sabahında? Anneniz, kararan bulutlara bakarak bekledi mi yağmurları babanıza sarılacağını sanarak? “ babam bir çiçek şimdi, adsız bir ot/… / babam bir güz ölüsü,/ bu yüzden sevmem kasımı/ dökülen yapraklarını ağaçların”… Su dökülmez her gidenin ardından, toprak dökerek uğurlamıştır şair “önemli bir şeyini”, bu yüzden der ki; “sırtıma alamadığım için acılarını içimde taşıyorum”…
Şair Serkan Türk, iç yolculuklar, geçmişe dönüşler, uzağın ve yakının çağrışımlarıyla besleyerek arıyor, sorguluyor “her şeyin güzel olma nedenleri”ni… Ayrılıklar üşütür içimizi, boşluktur bize kalan gidenlerin ya da yitirdiklerimizin ardından, yıldızları kayar göğümüzün, dağınık bir odada çınlar sesimiz; “ kaç çığlığımı görmezden geldi zaman/ göğsüme dar gelen sözcüklerimi/ fısıltıyla bıraktım gökyüzüne/ bu bulutlar/ yeni bir ülkeden gelmiyor/ biliyorum” ve bildiği bir başka şey; “insanın sesinde yalnız uçurumlar değil/ sarp yamaçlarda birikir”
Şair Serkan Türk, gerçek hayattan beslenen şiiriyle kendi yolunda akan bir ırmak gibi, diline yeni olanaklar kazandırma arayışını sürdürüyor; “ sen hiç kimsenin elleri/ yalnızlığın kiriyle çoğaltırsın gövdemi/ gözünü bilen uzaklardan/ kalbimin içtiği su, gözyaşı/ bütün susmaların ondan tufan”… Ayrılıklara kısa çizgiler kala, içimizdeki gölgesi kısalıyor akşamın, gönlümüzün kumbarasında zamanın fotoğrafları…”yelkenlerimi indiriyorum yalnız senin denizlerinde/ sularında kalbim oyuncak bir gemi dönüyor/ dokunuyor fırtınam içimde/ ah yalnız tanrım, sana da dokunuyor mu/ benim tek başınalığım”…
Günden güne içimizde körelip yok olan “aşk”a sahip çıkma adına, gözümüzü ve yüreğimizi açık tutalım, çünkü her şeyin güzel olma nedenlerinden en önemlisi değil midir aşk?
Değerli şairimiz Arif Damar, şiir konulu bir yazısında diyor ki; “Şiir deniz gibidir. Nasıl denizi kimse anlatamazsa şiir tıpkı öyledir. Şiir bir yelkenlidir. Bir korsan yelkenlisidir. Hayduttur şiir. Şiir aldatmaz, çalıp çırpmaz. Doğruluktur şiir, emektir, alın teridir. Şiir inatçıdır, hırçındır ve hep ama hep yürür gider.”
Sevgili Serkan Türk, şiirin çetin yollarında azimle yürürken, yelkenlin sonsuzluklarda güzelliklere açılsın ve günlerimiz sanatın, müziğin, şiirin uçurtmasında salınsın.
Neriman Calap
Viratrabzon.com sitesinde yer almıştır.
Günden güne, bunalmış, eli kolu bağlı insanların oluşturduğu bir topluma dönüşüyoruz. Rutin yaşamlarında sorunlarıyla, geçim sıkıntılarıyla, ülkenin aniden değiştirilen gündemlerini kaygıyla izleyen, çeşitli açmazların koynunda mutsuz insan suretleriyle dolu yanımız yöremiz. Globalleşen dünyanın sömürü düzeni, insanların iç dünyalarında ve etik değerlerinde de yitimlere neden olmakta, duyarlılıklarını erozyona uğratmakta. Bu tabloyu izlemek üzüyor ve yoruyor beni… Elime bir fırça alıp Türkiye haritasının üzerine, maviler, turuncular, rengârenk bir gökkuşağı boyamak istiyorum!
Yaşamı güzele dönüştürme çabasında, her geçen gün biraz daha kaybolan insan duyarlığını canlı tutabilme uğraşındaki sanatçılarımızın yarattıkları güzellikler, içimizi kanatan ülke gerçeklerine ne kadar katkıda bulunabiliyor? Ben inanıyorum ve gözlüyorum ki, ülkemin sanatçıları, tüm olumsuzluklara karşın duyarlılıklarını ortaya koyuyorlar, direngen bir umutla güzelliklere açmaya çağırıyorlar yürek gözümüzü…
“sözüm söz, sesim sana iyi olmayı öğretecek!” diyen genç bir şairle birlikte şiir yolculuğumuza çıkıyoruz bu kez. Serkan Türk; “her şeyin güzel olma nedenleri” adlı ilk şiir kitabıyla yaşamı sorgularken, doğanın yaratıcılığıyla beslediği şiirleriyle, insana dair olanı, güzel olanı duyumsatıyor okuyucusuna… 1977 Trabzon doğumlu Serkan Türk’ün “Uzak Yaz” ve bu günlerde Serander Yayınları’ndan ikinci baskısı yayımlanacak olan “Rüzgârlı Camlar” adlı iki öykü kitabı bulunuyor. Ayrıca Radyo Aktif’in yayın koordinatörlüğünü yapıyor.
Serkan Türk,”her şeyin güzel olma nedenleri” adlı kitabında şiirlerini “ kıblesi olmuşsun yüzümün” ve “ zaman benim acı yontucum” adlı iki bölümde toplamış. Her iki bölümde de on dört şiir yer alıyor.
“bütün kederler bir gün gelir eskiye döner” diyor şair, çünkü yaşamı güzelleştiren o kadar çok şey vardır ki, çok uzak değil “geçmiş” olan dün için bile;“ sana açtığım kapılara, baktığım gökyüzüne/ rüzgâr fısıldayacak taş binaların arkasından/ yalnız ağaç eğilecek ardından kırılmış cama/ oysa anı diyecek birileri yaşanmışa/ yaşanmamışına üzülecek birileri de”… Hayata açılan pencerelerden bakarken o kadar çok olumsuzluklarla karşılaşıyoruz ki, insan olarak küçük mutluluklara tutunup ayakta kalmayı başarmak düşüyor bizlere. Unutmalım ki her şeyin güzel olma nedenleri, biraz da yaşamı sorgulamaktan geçiyor; “yazın sırrıysa beklemek, aşk benim/ sesime yakışır, sende büyür/ ne kadar dağ varsa durur orada/ duvarda atlas, kıyımda deniz/ geçerim her kenti ödünç bir sabırla”… Nedir mürekkebi kurumuş bir dalgakıran? Denizin maviliği mi yitmiş yetim gecede, sevgilinin dokunuşlarını anımsayan yalnız parmaklar uzaklıkları çizerken kağıtlara;
“ gittiğin belli değil/ sana uzandım orası çöl/ içim eski bir pazar kadar dağınık”…
Eğrelti otları, meşe palamutları, ıtırlar… Şiirsel sezgiyi ön plana çıkarmaya çalışan şair, doğanın güzellikleriyle şiirin okuyucusunu içine çekme çabasında, kendi evreninin kapılarını aralamaktadır. “kimin sessizliği böyle kırmakta gönlümü/ yoksun gün devirmekte kırkını”… Mavi bir gökyüzü altında, küçük bir ağacı sallayan çocuklar kadar umut dolu oldunuz mu bir yokluğun ardından; “yalnız bırakışın sokağı aklımda/ gözlerime üşüşen sahipsiz bir bulut/ alıp başını gider içime ovduğun gül/ kalır aklımda”… Sevdiklerimizin gölgesi kalmıştır ayrılıklardan geriye ki, içimize eğilen kuyunun suyu ne görür iyileşmeyecek yaralarımızdan başka? “hepsi resim kağıdının üzerine düşmüş bir sarı/ narlar da ayrılıklardan gelir/ dağılan sonbahara kalmış bütün kederler/ öpüşün bir denize açılmakla aynı anlama gelir”…
Babanızı kaybettiniz mi siz bir güz sabahında? Anneniz, kararan bulutlara bakarak bekledi mi yağmurları babanıza sarılacağını sanarak? “ babam bir çiçek şimdi, adsız bir ot/… / babam bir güz ölüsü,/ bu yüzden sevmem kasımı/ dökülen yapraklarını ağaçların”… Su dökülmez her gidenin ardından, toprak dökerek uğurlamıştır şair “önemli bir şeyini”, bu yüzden der ki; “sırtıma alamadığım için acılarını içimde taşıyorum”…
Şair Serkan Türk, iç yolculuklar, geçmişe dönüşler, uzağın ve yakının çağrışımlarıyla besleyerek arıyor, sorguluyor “her şeyin güzel olma nedenleri”ni… Ayrılıklar üşütür içimizi, boşluktur bize kalan gidenlerin ya da yitirdiklerimizin ardından, yıldızları kayar göğümüzün, dağınık bir odada çınlar sesimiz; “ kaç çığlığımı görmezden geldi zaman/ göğsüme dar gelen sözcüklerimi/ fısıltıyla bıraktım gökyüzüne/ bu bulutlar/ yeni bir ülkeden gelmiyor/ biliyorum” ve bildiği bir başka şey; “insanın sesinde yalnız uçurumlar değil/ sarp yamaçlarda birikir”
Şair Serkan Türk, gerçek hayattan beslenen şiiriyle kendi yolunda akan bir ırmak gibi, diline yeni olanaklar kazandırma arayışını sürdürüyor; “ sen hiç kimsenin elleri/ yalnızlığın kiriyle çoğaltırsın gövdemi/ gözünü bilen uzaklardan/ kalbimin içtiği su, gözyaşı/ bütün susmaların ondan tufan”… Ayrılıklara kısa çizgiler kala, içimizdeki gölgesi kısalıyor akşamın, gönlümüzün kumbarasında zamanın fotoğrafları…”yelkenlerimi indiriyorum yalnız senin denizlerinde/ sularında kalbim oyuncak bir gemi dönüyor/ dokunuyor fırtınam içimde/ ah yalnız tanrım, sana da dokunuyor mu/ benim tek başınalığım”…
Günden güne içimizde körelip yok olan “aşk”a sahip çıkma adına, gözümüzü ve yüreğimizi açık tutalım, çünkü her şeyin güzel olma nedenlerinden en önemlisi değil midir aşk?
Değerli şairimiz Arif Damar, şiir konulu bir yazısında diyor ki; “Şiir deniz gibidir. Nasıl denizi kimse anlatamazsa şiir tıpkı öyledir. Şiir bir yelkenlidir. Bir korsan yelkenlisidir. Hayduttur şiir. Şiir aldatmaz, çalıp çırpmaz. Doğruluktur şiir, emektir, alın teridir. Şiir inatçıdır, hırçındır ve hep ama hep yürür gider.”
Sevgili Serkan Türk, şiirin çetin yollarında azimle yürürken, yelkenlin sonsuzluklarda güzelliklere açılsın ve günlerimiz sanatın, müziğin, şiirin uçurtmasında salınsın.
Neriman Calap
Viratrabzon.com sitesinde yer almıştır.
9 Aralık 2010 Perşembe
Çamburnu
bugün yeni bir anı yaptık kendimize
taşlardan tuğlalardan uzakta
ılık bir deniz günü
portakal ağaçlarının altına dökülmüş
yapraklara benzeyerek
dağılmadan onca günden sonra bile
yaktığımız ateşi daha çok üfleyerek
bugün yeni bir anı yaptık kendimize
geçmiş zamanın anılarını bırakıp bir kenara
olmayacak olanları unutarak
bedenlerimizi yalayan suyu katarak denize
kurduk günümüzü bir bahçeye
kara kedi kokuları geçerek
dolandı çevremizi, bir sözcük
başka nasıl anlatılırdı nagiş
dedi yavuz, yassılaşmış otlara basarak
yedimizde yatsı vaktini bilerek
büyüdük çocukluk evlerimizde
dünya bir daha bakarken karanlığına
pazarı soğumuş çaya benzetip
aya doğru döndü yüzünü
gülümsedik ağaçların arasından çamburnu’na
bugün yeni bir anı yaparken kendimize
geçmiş kadar güzel geldi her şey gözümüze
Serkan Türk
taşlardan tuğlalardan uzakta
ılık bir deniz günü
portakal ağaçlarının altına dökülmüş
yapraklara benzeyerek
dağılmadan onca günden sonra bile
yaktığımız ateşi daha çok üfleyerek
bugün yeni bir anı yaptık kendimize
geçmiş zamanın anılarını bırakıp bir kenara
olmayacak olanları unutarak
bedenlerimizi yalayan suyu katarak denize
kurduk günümüzü bir bahçeye
kara kedi kokuları geçerek
dolandı çevremizi, bir sözcük
başka nasıl anlatılırdı nagiş
dedi yavuz, yassılaşmış otlara basarak
yedimizde yatsı vaktini bilerek
büyüdük çocukluk evlerimizde
dünya bir daha bakarken karanlığına
pazarı soğumuş çaya benzetip
aya doğru döndü yüzünü
gülümsedik ağaçların arasından çamburnu’na
bugün yeni bir anı yaparken kendimize
geçmiş kadar güzel geldi her şey gözümüze
Serkan Türk
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Ömer Kaya yazdı: ÇIKIŞI ARAYANLAR İÇİN BİR ROMAN: AUSGANG
Romanın Konusu: Alışılmış düzende olaya yaslanan, kolay özetlenebilir pek çok metin okumuşuzdur. Bu minvalde çoğu metin, toplumsal bir mesel...
-
harun bildiğin tüm yeminleri yaz derler söyle derler güz geride kaldı şimdi kış odun gerek kürek gerek kol kanat bildiğin şeyler, i...
-
Öğretmenlik sıfatımı takındığımda en çok korktuğum şeylerden biri de edebiyattaki istisnalardır. Öyle ki bir anda öğrencinin gözünde yeter...