Geçen sene bugün yeni montunu denedin, gülümsedin. Her şeyin iyi olacağını düşündün. Gelecek seni umutlandırıyordu. Bir şeyler daha yaşadın, yıprandın. Eskidiğini düşündün bir eşya gibi. Sokağa çıkmaya üşendin, hava yağmurluydu. Birkaç tahta parçasını, kırdığın kasaları sobanın önüne yığdın. “Çayı ocağa koyuyorum” dedin orta yere. Masadaki kâğıda baktın. “Esin” dedin bana dönerek, “esin gerek bizlere.”
O zaman da güzel şeyler diledim içimden. Güzel şeyleri içimden dilemeyi öğrenmiştim küçükken. Yağmur yağmaya devam ediyordu. Soba tütmüştü. Tutuşturmayı bildiğim bir şeymiş gibi kapağını açtım sobanın. Gözüm çıkan dumandan yaşardı. Montuna dokundun sevdiğin bir şeye dokunur gibi. Gözümü sildim kazağımın koluyla. Birkaç tahtayı attım sobanın içine. Duman çıksın diye sonra pencereyi açtım. O güldü bu halime. Kızmadım ben.
Kâğıdın üzerinde tanıdık bir adamın gözleri belirdi sonra. Hiç sevmediğimi söylemedim onu size. Saçlarını yeni taramış gibiydi, ya da aynaya bakıyor gibi güzelliğine. Duvarlarında iç içe geçmiş başka resimler asılıydı. Kafası karışık bir adamın kara kalem çizimleri olarak düşündüm resimleri. Küllüğü aldım masasından. Sobanın kapağını itip döktüm yeni tutuşmuş odunların üzerine. Televizyonda eski bir yerli film oynuyordu. Aynı şeye yeniden gülüyorduk. Turşucu kadın kocasıyla tartışıyor ve çocuklardan üçünü önüne katarak götürüyordu. Biraz sonra başka bir evin sıcak konforunda olacağını biliyorduk. Endişelenmiyorduk onlar için. Biliyorduk bu bir filmdi ve ayrılıkların sonunda kavuşmalar olurdu. Amcaları yeniden onları görmeye geldiğinde Afrika’daki avdan bahsedecekti.
Sen elinde tepsiyle gözüktün kapıda. Hepimiz kendi halimizdeydik. Televizyona baktın, sonra sırayla odada olanlara. Uygun bir yer bulup oturdun. Sobanın üzerine koyduğun çaydanlık fokurdamaya başlamıştı. Kadın odanın orta yerine sobasını kurmaya çalışıyor, boyu sırık kadar uzamış oğlu bakıyordu. Bir köşede yüzünü gözünü boyamaya çalışan evin kızı, bir yanda önümdeki masada beliren bıyıkları boyanan tanıdık adam. “Esin ancak böyle geliyor bana” dedi televizyondaki yerli filmi kastederek gözleriyle.
O da her zaman ki gibi birine mesaj yazıyordu. Kısa bir kelime, cümleyle beklenen yanıtı gönderiyordu. Ya da önünde çalan telefonunu susturuyordu. Bu haline üzülüyordum. Hayatını kısa zamanda düzeltmesini umuyordum.
Reklamlarla birlikte kanal değiştiriliyordu. Ekranda gözüken kadın şarkıcının duruş problemi olduğundan bahsediyorduk sonra. Ne bulursa önünde eğildiğinden…
“Çayına şeker istiyor musun?” diyordun onlardan birine bakıp. Boş kalan fincanlardan birine uzanıyordum. Yağmur yerini usul usul kara bırakıyordu. Sokak lambasının ışığında düşüyorlardı taneler. Aklımda “her yerde kar var, kalbim senin bu gece” şarkısı geçiyordu. Az sonra çıkıp gitmeyi, buraya ait olmadığımı düşünüyordum. Söylemiyordum bunu sana, diğerlerine. Film devam ediyordu. Kardeşlerden biri diğerini buluyordu bir kavga sonucunda. Biz yitirilmiş bir şeyiz diyordum içimden. Yitireceğin bir şeyi bulmaksa güçtü ömürde. Gözümde, gönlümde başka göçler yaşanıyordu o saniye.
“Ekmek yok mu?” dedin orta yere. Çayına banıp ekmek yediğini düşündüm büyük babamın, beş yaşındaki halimle burnunu çekiştirdiğimi. Radyoda Kamuran Akkor’un bir şarkısına eşlik ettiğimizi…
“Üşenmezsen gidip al” diyor sana, bir yandan çizdiği adam iyice canlı bir şeye dönüşüyor kâğıt üzerinde. Sokağa çıkmaya üşeniyorsun sen de benim gibi. Kardeşler bir araya gelmiş filmde anne babalarını bir araya getirmeye çalışıyorlar parkın birinde. O da bana sırtını dönüyor yaşlı kadın gibi. Sobaya bir tahta daha atıyorum.
Filmin sonunu biliyorum. “Çıkıp biraz yürümeli, sonra görüşürüz” diyorum. Şimdi güzel şeyler diliyorum içimden. Hava serin yine. Yağmur sabaha kadar yağmaya devam edecek. Montun eskidi yenisini almak lazım.
Ve içimdeki o şarkıyı söylüyordum.
Serkan Türk