hep kâğıtlarda kalan sözcüklerle ağladım
geçmiş, bir selvi ağacıydı o bahçelerde ölüleri gölgeleyen
babam bir çiçek şimdi, adsız bir ot
kokusunu çeker ciğerlerine annem ve bekler bulutların kararacağı,
sağanağın kopacağı kasım sabahlarını
dokunacağını sanır gelen yağmurlarla yeniden
babam bir güz ölüsü,
bu yüzden sevmem kasımı
dökülen yapraklarını ağaçların
böylece de büyürmüş insan
giden birinin ardından su yerine
toprak dökerek, ben bir şeyimi kaybettim
diğerlerine benzemeyen bir şeyimi
yaz ölüleri diyorum hayattan geçip gidenlere
sırtıma alamadığım için acılarını içimde taşıyorum.
büyümek bir ağrıymış,
ansızın yalnızlık çalacak bileklerimde diş izlerin,
rüzgâr sesini silmiş, camdan bakıyorum şimdi
çocukluğumun saatlerine.
elimde yazılmış kırk beş mektubu el yazısıyla
selam eder gözlerinden öperim.
Serkan Türk
20 Ocak 2011 Perşembe
15 Ocak 2011 Cumartesi
Notre Dame'ın Küskünü
her duyduğum ölüm kamburum
olurdu. sonsuz gökleri sarsardı yağmur
ellerinde kir birikmiş günahkar bir kadın
beyaz bir çarşafı gererdi bahçesinde
yaz’dı biliyorsun biten
ben orda koşacak ve yetişecek olandım
yeni zamanlarına dünyanın
tuttu yaprak döktü ağaçlar
kavak esnedi çatıya doğru
bir kuş havalandı kalbimde
tuhaf boşluk
açtığım camdan baktım tepelere
ateş yakmış kalabalık,
gittin mi? hiçbir gölge yer etmemiş
aydınlık evler, altındı penceren.
esmeralda bir çingene kadar esmer
bir o kadar alacaklı tanrı’sından
ve ben alıngan köle kamburum içimde
notre dame'ın küskünüyüm sanki
çalıyorum her saat çanlarını yalnızlığın
katedralin duvarına sinmiş frollo kadar ürkek
bakıyorum çarmıhıma.
bu düştüğüm yağmur suyu gözyaşım
olurdu. sonsuz içimi dağlardı sessizliği.
Serkan Türk
olurdu. sonsuz gökleri sarsardı yağmur
ellerinde kir birikmiş günahkar bir kadın
beyaz bir çarşafı gererdi bahçesinde
yaz’dı biliyorsun biten
ben orda koşacak ve yetişecek olandım
yeni zamanlarına dünyanın
tuttu yaprak döktü ağaçlar
kavak esnedi çatıya doğru
bir kuş havalandı kalbimde
tuhaf boşluk
açtığım camdan baktım tepelere
ateş yakmış kalabalık,
gittin mi? hiçbir gölge yer etmemiş
aydınlık evler, altındı penceren.
esmeralda bir çingene kadar esmer
bir o kadar alacaklı tanrı’sından
ve ben alıngan köle kamburum içimde
notre dame'ın küskünüyüm sanki
çalıyorum her saat çanlarını yalnızlığın
katedralin duvarına sinmiş frollo kadar ürkek
bakıyorum çarmıhıma.
bu düştüğüm yağmur suyu gözyaşım
olurdu. sonsuz içimi dağlardı sessizliği.
Serkan Türk
14 Ocak 2011 Cuma
lakaplar ve buzlu dere sokağının sakinleri
Küçük semtlerde insanların ilişkilerindeki samimiyeti ortaya çıkaran hitap şekilleri vardır. Fiziksel özelliklerinizden ya da davranışlarınızdan dolayı size takılmış lakaplar seneler geçmesine rağmen üzerinize yapışır, asla unutulmaz. Uzun yılların eskittiği birçok şey varken bu isimler kimliğinizde yazılıymış gibi hafızanızda gerçek isimlerin önüne geçer. Erdoğdu semtinde Buzlu Dere Sokak ve çevresinde öyle isimlerden bahsedilir ki aradan geçmiş kırk elli sene onların güncelliğini yitirmediğinin kanıtı gibidir. Şişko Hala, Deli Fuat, Muşmul Temel, Hamsici Hemit, Koyuncu Celal ve Kazuk Menşure gibi zamanla çok sayıda lakap türemiştir. Bu insanların hayatlarına baktığınızda filmleri aratmayacak, romanlara konu olacak olaylarla karşılaşırsınız.
Şişko Halanın, minderin üzerinde oturup gelip geçenle sohbet ettiği apartman önü, mahalleye gireni çıkanı istemeden takip edişi… Zaman içinde bir nevi, yaşadığı sokağın muhtarı konumuna getirilmesi… Hızla kilo almış bir kadının geçirdiği sıkıntılı süreçler. Dışarıdan bakıldığında meraklı biri görüntüsü veren buna benzer insanların geçmişlerine yönelik ufak bir araştırma yaptığınızda pek adil olmayan bir hayatın içinde olduklarını görürsünüz. Eşi Cemal Amcanın ayakkabı dükkânı vardır. Şişko Halanın güneşli günlerde oturduğu minderinden, dünya başka türlü görünürdü muhtemelen. Yaban kavunu yetiştirir, kocakarı ilaçları yapar, sinüzit rahatsızlığı olanlara kendince yardım etmeye çalışırdı. Böyle küçük semtlerde her şeyden ve herkesten haberdar olan birileri mutlaka vardır. Bana nedense Selim İleri’nin Bir Ayrılığın İlkyazı romanını hatırlatıyor Şişko Halanın durumu. Romanda bahsedilen apartman sakini yaşlı kadının kapı dürbününden gelenlere bakışı, arada sırada ayak sesi duyduğunda kendi kapısını aralayıp konuşma ihtiyacı üst katta oturan genç adamı rahatsız etmiş olsa da sonraki zamanlarda bunun nedenini öğrenip üzüldüğünü hissediyorum kitabı okurken. Yaşlı kadın tek başına yaşayan bu genç adamın hayatında birileri olsun, kendi gibi tek başına yaşlanmasın istiyordur. Bizim mahallelerde yaşayan insanların bu duyguyu taşıdıklarını düşünürüm. Bazen merakla açılmış bir kapı, aslında apartmana girmiş yabancı birinin hırsızlık yapma ihtimalini azaltmıştır.
Bu isimlerden çoğuyla daha önce karşılaşmadım. Birkaç sene evvel Koyuncu Celal amca bizim nalbur dükkânına uğradığı bir sabah onunla tanışmış, uzun uzun konuşmuştuk.. Eskimiş bir maviyi andıran yorgun gözleriyle gülümseyen bir ihtiyar adamdı. Üç aylık maaşına göre hayatının düzenini sürdürmeye çalışan bu adamcağız çocukluğundan beri koyun yetiştiriciliği yapmıştır. Erdoğdu’nun Bahçecik mahallesine bakan cephesinde, ağaçlar arasındaki küçücük evinde yaşam mücadelesini birkaç küçükbaş hayvanıyla vermekteydi. Kurban bayramının yaklaştığı günlerde daha neşeli olduğu gözlemlenirdi. Verdiği sözlerin arkasında duran ve dediği zamanda borçlarını ödeyen insan canlısı bir adamdı.
Muşmul Temel’in lakabının nereden geldiğini sorduğum arkadaşların anlattıkları sonucunda Ömercik filmi gözümün önüne geliyor. Bahçesindeki meyve ağaçlarına hiçbir çocuğun çıkmasına izin vermeyen bu adam aksi, huysuz ve lanet biriymiş gibi anılırken işin gerçeği başka türlüdür. Küçük yaşta oğlunun bu ağaçlardan birinden düşerek öldüğünü filmin sonlarında öğreniyoruz. Seyirci olarak yaşlı adama kızgınlığımız geçiyor, hatta onun hassasiyetini algılayıp üzülüyoruz. Muşmul Temel de bahçesindeki muşmula ağaçlarına çocukların çıkmasını istemiyordur. İlk duyduğumda onun da bu filmdekine benzer bir olay yaşayıp yaşamadığını sorguladım. Meyvelerini kimseyle bölüşmeyen bu adamcağızın benzer bir olay yaşamamasına rağmen elinin sıkı olduğunu öğrendim.
Lakaplardan bahsetmişken benim çocukluğumda da değişik kişilerce farklı şekilde çağrıldığım zamanlar olmuştur. Amcam bana uzun seneler “doktor” diye seslendi. Büyük babamsa adımı telaffuz etmekte zorlandığı için mi ya da böyle söylemek daha çok hoşuna gittiğinden mi bilemeyeceğim ama bana “Seksen” veya “Siran” diye seslenirdi. Ne doktor’u, ne de Seksen ve Siran’ı yadırgadığımı hatırlamıyorum.
Buzlu Dere Sokağının genel yapısına baktığımız zaman Erdoğdu semtinin köyle bağlantısının kopamadığını görmek mümkün. Hâlâ geçimini hayvancılıkla sürdüren bu insanların evlerinin önünden geçerken gübre kokusunu alırsınız. Yasemin Sokakta ilerlerken bazı kapı önlerinde hâlâ tavukların dolaştığını görürsünüz. Beton binaların arasından görünen fındık bahçelerine doğru uzanan manzara sizi doğal yaşama çağırır. Bir yanda mahallenin çıkışında bulunan Nuraniye Cami geçmişten günümüze mahallenin değişmeyenlerinden biri olarak yerinde dururken; öte yanda eski fotoğraflarda olmayan, semtin tepelerinde yükselen apartmanların görüntüsü, doğanın yavaş yavaş bu bölgede de tahrip edildiğinin apaçık göstergesidir.
Şişko Halanın, minderin üzerinde oturup gelip geçenle sohbet ettiği apartman önü, mahalleye gireni çıkanı istemeden takip edişi… Zaman içinde bir nevi, yaşadığı sokağın muhtarı konumuna getirilmesi… Hızla kilo almış bir kadının geçirdiği sıkıntılı süreçler. Dışarıdan bakıldığında meraklı biri görüntüsü veren buna benzer insanların geçmişlerine yönelik ufak bir araştırma yaptığınızda pek adil olmayan bir hayatın içinde olduklarını görürsünüz. Eşi Cemal Amcanın ayakkabı dükkânı vardır. Şişko Halanın güneşli günlerde oturduğu minderinden, dünya başka türlü görünürdü muhtemelen. Yaban kavunu yetiştirir, kocakarı ilaçları yapar, sinüzit rahatsızlığı olanlara kendince yardım etmeye çalışırdı. Böyle küçük semtlerde her şeyden ve herkesten haberdar olan birileri mutlaka vardır. Bana nedense Selim İleri’nin Bir Ayrılığın İlkyazı romanını hatırlatıyor Şişko Halanın durumu. Romanda bahsedilen apartman sakini yaşlı kadının kapı dürbününden gelenlere bakışı, arada sırada ayak sesi duyduğunda kendi kapısını aralayıp konuşma ihtiyacı üst katta oturan genç adamı rahatsız etmiş olsa da sonraki zamanlarda bunun nedenini öğrenip üzüldüğünü hissediyorum kitabı okurken. Yaşlı kadın tek başına yaşayan bu genç adamın hayatında birileri olsun, kendi gibi tek başına yaşlanmasın istiyordur. Bizim mahallelerde yaşayan insanların bu duyguyu taşıdıklarını düşünürüm. Bazen merakla açılmış bir kapı, aslında apartmana girmiş yabancı birinin hırsızlık yapma ihtimalini azaltmıştır.
Bu isimlerden çoğuyla daha önce karşılaşmadım. Birkaç sene evvel Koyuncu Celal amca bizim nalbur dükkânına uğradığı bir sabah onunla tanışmış, uzun uzun konuşmuştuk.. Eskimiş bir maviyi andıran yorgun gözleriyle gülümseyen bir ihtiyar adamdı. Üç aylık maaşına göre hayatının düzenini sürdürmeye çalışan bu adamcağız çocukluğundan beri koyun yetiştiriciliği yapmıştır. Erdoğdu’nun Bahçecik mahallesine bakan cephesinde, ağaçlar arasındaki küçücük evinde yaşam mücadelesini birkaç küçükbaş hayvanıyla vermekteydi. Kurban bayramının yaklaştığı günlerde daha neşeli olduğu gözlemlenirdi. Verdiği sözlerin arkasında duran ve dediği zamanda borçlarını ödeyen insan canlısı bir adamdı.
Muşmul Temel’in lakabının nereden geldiğini sorduğum arkadaşların anlattıkları sonucunda Ömercik filmi gözümün önüne geliyor. Bahçesindeki meyve ağaçlarına hiçbir çocuğun çıkmasına izin vermeyen bu adam aksi, huysuz ve lanet biriymiş gibi anılırken işin gerçeği başka türlüdür. Küçük yaşta oğlunun bu ağaçlardan birinden düşerek öldüğünü filmin sonlarında öğreniyoruz. Seyirci olarak yaşlı adama kızgınlığımız geçiyor, hatta onun hassasiyetini algılayıp üzülüyoruz. Muşmul Temel de bahçesindeki muşmula ağaçlarına çocukların çıkmasını istemiyordur. İlk duyduğumda onun da bu filmdekine benzer bir olay yaşayıp yaşamadığını sorguladım. Meyvelerini kimseyle bölüşmeyen bu adamcağızın benzer bir olay yaşamamasına rağmen elinin sıkı olduğunu öğrendim.
Lakaplardan bahsetmişken benim çocukluğumda da değişik kişilerce farklı şekilde çağrıldığım zamanlar olmuştur. Amcam bana uzun seneler “doktor” diye seslendi. Büyük babamsa adımı telaffuz etmekte zorlandığı için mi ya da böyle söylemek daha çok hoşuna gittiğinden mi bilemeyeceğim ama bana “Seksen” veya “Siran” diye seslenirdi. Ne doktor’u, ne de Seksen ve Siran’ı yadırgadığımı hatırlamıyorum.
Buzlu Dere Sokağının genel yapısına baktığımız zaman Erdoğdu semtinin köyle bağlantısının kopamadığını görmek mümkün. Hâlâ geçimini hayvancılıkla sürdüren bu insanların evlerinin önünden geçerken gübre kokusunu alırsınız. Yasemin Sokakta ilerlerken bazı kapı önlerinde hâlâ tavukların dolaştığını görürsünüz. Beton binaların arasından görünen fındık bahçelerine doğru uzanan manzara sizi doğal yaşama çağırır. Bir yanda mahallenin çıkışında bulunan Nuraniye Cami geçmişten günümüze mahallenin değişmeyenlerinden biri olarak yerinde dururken; öte yanda eski fotoğraflarda olmayan, semtin tepelerinde yükselen apartmanların görüntüsü, doğanın yavaş yavaş bu bölgede de tahrip edildiğinin apaçık göstergesidir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Ömer Kaya yazdı: ÇIKIŞI ARAYANLAR İÇİN BİR ROMAN: AUSGANG
Romanın Konusu: Alışılmış düzende olaya yaslanan, kolay özetlenebilir pek çok metin okumuşuzdur. Bu minvalde çoğu metin, toplumsal bir mesel...
-
harun bildiğin tüm yeminleri yaz derler söyle derler güz geride kaldı şimdi kış odun gerek kürek gerek kol kanat bildiğin şeyler, i...
-
Öğretmenlik sıfatımı takındığımda en çok korktuğum şeylerden biri de edebiyattaki istisnalardır. Öyle ki bir anda öğrencinin gözünde yeter...