21 Şubat 2011 Pazartesi

Çöl ve Kir

bıraktığım, sustuğum, sırt döndüğüm
ne varsa benimle geliyor

içeriye açılan kapılar vardır
orada dururum birinin önünde
bakarım dönecek anahtarlara
kilitlere,
açılacak olana

tuhaf bir belirsizlik çöker akşamla
bir salyangoz yürür yeniden
aynı serin yaprakların arasında

hem ağrısısın içimin
hem istediği şenlik,

döndüm dersin
yakasını düzeltirken gömleğimin
kiriyle karşılaşmış kalbim sevinir
söz edersin tozundan kumundan ayaklarından

içimiz çölse biri geçmiştir


Serkan Türk


Türk Edebiyatı Dergisinde yer almıştır.

15 Şubat 2011 Salı

Her Yönüyle Trabzon Etkinlikleri-5

Her Yönüyle Trabzon etkinliklerinin 5.si 19-22 Şubat tarihleri arasında Ankara AKM’de gerçekleştiriliyor. Bu yıl etkinliklere Serander Yayınları ve Ada Dergisi olarak katılıyoruz.

Etkinlikler çerçevesinde Ayşe Keskin yeni şiir kitabı “Şubat’ın Islak Elleri”ni okurları için 20-21 Şubatta 15:00-17:00 saatleri arasında imzalıyor.

Devlet Tiyatrosu Sanatçısı Kadri Özcan ilk romanı “Trabzonlu Aleko”yu 20-21 Şubat tarihleri arasında 17:00-19:00 saatleri arasında imzalayacak.

Serkan Türk etkinliklere bu yılda iki dinletiyle katılıyor. Ayrıca “Uzak Yaz”, “Rüzgârlı Camlar” ve “Her Şeyin Güzel Olma Nedenleri” adlı kitaplarını fuar boyunca imzalayacak.

Dinleti saatleri ise şöyle:

21 Şubat Pazartesi günü 13:30 - 14:30 saatleri arasında “Trabzonlu Genç Şairler” etkinliğinde Serkan Türk, Kaan Koç, Yıldırım Vural, Çiğdem Oflu ve Zeki Bostan şiirlerini seslendirecek.

22 Şubat Salı günü 13:30-14:15 saatleri arasında “Dizelerden Bestelere Serkan Türk Şiirleri” adlı etkinlikte genç müzisyen İlker Filiz'in Serkan Türk şiirlerinden bestelediği "Geldim", "Yokluğunun Kuşları"," Çöl ve Kir", "Sizi Unutmadım", "Portekiz","Soluyorsun"ve “Yağmur Dindiren” gibi şarkılarını bu kez canlı performans olarak dinleyebilirsiniz.

Rüzgârlı Canlar

Bu hafta sizlerle Yazın Odası’nda çok genç bir arkadaşımızın yazısını paylaşacağım. Bunun iki nedeni var. 14 Şubat Dünya Öykü Günü dolayısıyla bir yazı yazmayı planlıyordum. Yazı masasına oturduğum sırada Enise Hürrem Turan’ın “Rüzgârsız Canlar’ için” başlıklı yazısı posta kutuma düştü. Gelen mektubu okuyunca sizlerle bu yazıyı paylaşmaya karar verdim. Sakarya’da Cemil Meriç Lisesi’nde okuyor Enise Hürrem Turan. Bir lise öğrencisi olarak okuduğu öykü kitabını aralayıp bırakmıyor üzerine düşüncelerini ifade eden bu güzel yazıyı kaleme alıyor. Ne yazık ki birçok üniversite öğrencisi yazı yazmayı bırakın yıl içinde bir kitap okumuyor. Sözü onun cümlelerine bırakırken bütün öykü severlerin gününü kutluyorum.

“yolun sonu-
ben hala yaşıyorum
şu güz akşamı

2010 yılının Mart ayında ikinci baskısı SERANDER Yayınevinden çıkan Rüzgârlı Camlar, Serkan Türk’ün basit görünen olayları nasıl da doğru kavradığının bir kanıtı olarak öykü kılığında sunuluyor önümüze kese kâğıdı içinde. Hayatın renkleri içinde mat olanları seçenler için bir canlandırma seansı Rüzgârlı Camlar.
Üç bölümüyle üç dizelik haikuları hatırlatıyor kitap. “Camlar,/ rüzgârlar,/ bulutlar.” Bir, iki, üç… Beş, yedi beş. Sözcük kırıntılarının üzerine kurulmuş bir bilgelik ve sadelik mimarisi eseri. Rüzgârlı Camlar nesir olarak yazılmış kısa bir şiir-öykü.

Kadınlar, kibritler, bahçeler, hayaletler ve köstebekler… Hiçbiri artık sizlere eskisi gibi görünmeyecek. Sessizliğinin inanılmaz büyüsüyle Serkan Türk sizlere bütün bunlar hakkında bildiklerinizi unutturacak ve elbette reddetmeye dilinizin varmayacağı bir teklif sunuyor.

Bir ‘yolculuk’ kitabı. Karanlık çökse de parlayan yıldızlar gibi aydınlık kelimelerini zorlanmadan okuyabilirsiniz, ayrıca yönünüzü kolayca bulasınız diye bir deniz feneri mevcut kıyısında. Islak ormanların derinliklerinde dipte bir yerde kör bir köstebek olsanız bile okumak size zahmetli bir iş gibi gelmeyecek.

İnanamayacağınız bir hızla bitireceksiniz kitabı… İstanbul trafiğinde bir kıyıdan ötekine geçerken bile pekâla bitirilebilir... Devrin kitabı bu, devri unutturmak adına yazılmış olsa da. Yolda birbirini küfreden adamların ve korna seslerinin içinde bir küçük otel daha yolunuzu bitirmeden kapılarını size ardına dek açmış olacak. Huzur’un kapıları vardır. Bu otelin kapıları da onun yeryüzündeki benzeri...

Serkan Türk, öykülerinde kullandığı o sakin dille insana kendi hayat hikâyesini unutturmak çabasında gibi görünüyor. Hangimizin hayatına bir bahçe girdi ki? İşin tuhaf yanı insanın bu öyküleri kendi hayat hikâyesiymiş gibi benimseme eğilimi… Hikâyenin ne olduğunu bilmeyenler gibi gerçek sanma eğilimi yazılanları, anlatılanları… Bu eğilim Serkan Türk’ün o dargın üslubundan kaynaklanıyor belki de.

Bu kitap ağrıyan bedeninizi bırakabileceğiniz bir koltuk, verandada bir sallanan sandalye, fincandaki kahve. Her ne derseniz deyin bu kitap tam anlamıyla bir otel. Karışmış kafanızı, yorgun olan hücrelerinizi, kırgın kalbinizi kendinizden uzaklaştırabileceğiniz, kovduğunuzda ‘Acaba nereye gider?’ diye endişelenmeyeceğiniz etrafı erguvanlarla süslenmiş KUŞLARIN ÇIN ÇIN çınlayabildiği bir başka aleme ait bir otel. Oyunda verilmiş bir perde arası.

Bütün bunları sizlere narin bir kitap sunuyor. Ustaca bir kaçış için en kolay yöntem bir kitaba gömülmektir her zaman. Ama sizi nereye götüreceği kitabın insafına kalmıştır, bazıları çok insafsız olup sizlere kötü rüyalar yaşatabilirler ama Rüzgârlı Camlar adından da belli olduğu üzere pervazında bir ‘küstüm otu’ olan pencerenin açık camından içeri sızan sıcak ve fesleğen kokulu meltemin peşine takacaktır sizleri.

Sizleri bu güz yapraklarıyla uslanmış yoldan eskiye götürmeye davet ediyorum… Sadece yaprakları aralayın yeter… Orada ‘tanımadığınız bir merdiven’ bulacaksınız bu merdiven sizleri kitabın arka kapağında sizi bekleyen yere götürecek. Zeytin ağaçları, renkli bulutlar…

Siz… Emanetini utanç kaynağıymış gibi saklayan canlılar! Sakladığınızın rengi işte burada. Biraz yeşil, biraz kırmızı biraz da kahverengi ve mavi! Renklerinizi kaybetmeyin… Gri olmakta değil marifet… Marifet bize bahşedileni kollayabilmekte.
Ve sözcükler yan yana bir anahtar oldular sol, köşede… Bir fırtına melodisi yaprakları uçuracak bir yerde…”

12 Şubat 2011 Cumartesi

Geldiği Gibi Gitmez İnsan

Sevdiklerinle birlikte bu şehirde son günlerini geçiriyorsun. Doğduğun kentten çok uzakta bir eve, sokağa bakacak olmanın tedirginliğini yaşadığın ilk günler geçip eskimiş. Yağmurun sesiyle denizin hırçınlığını insan yüzlerinden okunabileceğini keşfetmenin heyecanının üzerinden yıllar su gibi… Buranın uzağında başka birine dönüşeceğini biliyorsundur. Geldiği gibi gitmez insan. Giderken başka birini götürür.

İlk geceni hatırlıyor musun Trabzon’da? Karanlık ve sessiz bir gece miydi? Yoksa bir şeylere başlamanın o garip heyecanıyla için içine sığmıyor muydu? Yaşları seninkiyle aynı yüzlere bakarken ne hissediyordun? O ilk günün sonrasında yavaş yavaş tanımak ara sokakları, ışıltılı caddeleri, yokuşu. Dolmuş duraklarını, lokantaları ezberlemek. Pazarları pide yeniliyormuş bu evlerde demek ve sonra bir pidecide almak soluğu. Doğanın güzü yaşadığını bilerek alışmak solan renklere… Bir yılın bitimine doğru bakmak okulun penceresinden. Uzak sözcüğünü içinde hissetmek… Uzakta olmanın cam kırıkları gibi bir yerlerine battığını ve canını acıttığını söyleyecek birilerini aramak etrafında. Sonra kışı, ardından baharı yaşamak hissederek…

Sokaklarında selâm vereceğin insanların günden güne artışı… Telefonunu arayanların çoğuyla aynı kentte yaşıyorsun artık. Karşılaşmaların sonrasında gülümseyen bir yüzle günü sürdürmek. Akşam için planlar yapmak. Sinemanın ya da okulun çıkışında fark etmez sınavlarla ilgili değerlendirme yapmayı sürdürüyorsundur. Her fırsatta uygun fiyatlı otobüs ve uçak bileti aramak bir alışkanlığa dönüşüyor hayatında. Tatil dediğin nedir ki üç günde ben ekleyeyim diyerek bu süreyi uzatmayı seçiyorsun. Yaz tatillerindeyse bir an önce evime dönmek istiyorum şu günler geçsin diye söyleniyorsun. Doğduğun yere ait hissetmemeye başlıyorsun zamanla. Bozkır kurduyken Karadeniz uşağına dönüştüğünü mutlaka anlıyorsun içten içe. Hepsi birkaç senenin içinde oldu. İnsan yeni bir kentteyken yavaş yavaş koza örer kendine. İçinde şekillendiği, geliştiği, büyüdüğü, evrimini yaşadığı bir koza… Ve bir gün o kozanın içinden çıkıp gideceğini de bilir.
Bir kenti kent yapanın fabrikaları, mağazaları, büyük çarşıları ve sokakları değil de insanları olduğunu bilmek. Bunu bilecek kadar büyütmek kalbi.

Bir ev nasıl boşalır? Giysi dolabındaki kıyafetleri yatağın üzerine yığdıktan sonra bazılarını kenara ayırıp, bazılarını valizin içine yerleştirmekle mi? Defterleri, kitapları kutsal bir emanetmiş gibi parmak uçlarınla okşayarak ne yapacağını bilmeden karşılarında uzun uzun bekleyerek mi? Bir ev nasıl boşalır? Çekmecelere attığın notları toplarken birkaç yılını da topluyormuş gibi hissedeceksin mutlaka. Yaptığın yolculukları düşüneceksin. Cama yasladığın yanağın üşüyecek o zaman bir daha. Odanın ortasındaki halıyı katlayıp zemini çıplak bıraktığında ruhunda bir boşluk hissedeceksin. Terliklerini, ayakkabılarını ve kapının arkasındaki süpürgeyi koyacak yer bulamayacaksın bir an. Bunca sene yaşadığın ev birden başka görünecek sana. Duvardaki posterleri sökmeyi için kaldırmayacak. Bu kentteki bütün sabahlarına başlarken oradaydı o şarkıcının posterini. Başka bir odaya, başka bir eve getirsen de sana böyle gülümsemeyeceğinden eminsindir şimdi çünkü.

Bu şehirden geriye ne kalacak hafızanda? Çömlekçinin eskimiş yapıları mı, Kalkınmanın yokuşu mu? Meydan parkının onlarca yıllık ağaçları mı? Gazipaşa’nın denize bakan bir pencere olduğunu mu hatırlayacaksın? Uzun sokağın birden bu kadar nasıl kalabalıklaşabildiğini mi? Maraş caddesinin bunca yıldan sonra tersinden aktığını da gördüm diye mi anlatacaksın soranlara? Bunlarda siyah beyaz fotoğraflar gibi ara ara bakacağın görüntüler. Kentler vardır gömleklere benzer. İnsanı sıcacık tutan kumaşlara benzeyen kentler. Bu kenti kendine yatak döşek yapanlar her yere sırtında götürür anılarını. O yüzden Trabzon, her yerde Trabzon.

Yolun açık olsun demek geçer içimden.

Ömer Kaya yazdı: ÇIKIŞI ARAYANLAR İÇİN BİR ROMAN: AUSGANG

Romanın Konusu: Alışılmış düzende olaya yaslanan, kolay özetlenebilir pek çok metin okumuşuzdur. Bu minvalde çoğu metin, toplumsal bir mesel...