ERZURUM ETKİNLİĞİ
Ayşe Keskin, Serkan Türk ve Kadri Özcan'ın katılacağı program çerçevesinde Üç Yazar-Üç Hayat başlığında şiir, roman ve öykülerindeki insan temasını anlatacaklar.
Kayıp Dağ ve Şubat'ın Islak Elleri kitaplarıyla Ayşe Keskin,
Trabzonlu Aleko kitabıyla Kadri Özcan,
Uzak Yaz, Rüzgârlı Camlar ve Her şeyin Güzel Olma Nedenleri kitaplarıyla Serkan Türk..
Ada Dergisi ve Serander Yayınları ortak etkinliğinde şair ve yazarlar söyleşi sonrasında kitaplarını okurları için imzalayacak.
28 Mayıs Cumartesi · 15:00 - 18:00
ITIR Akademi Kültür Kafe (Eski Üniversite Kitabevi)
Cumhuriyet Caddesi, Kızılay İş Merkezi, Zemin Kat, 25100 Erzurum
27 Mayıs 2011 Cuma
18 Mayıs 2011 Çarşamba
Üç Konukla Trabzon ve Edebiyat
Kayıp Dağ ve Şubat'ın Islak Elleri kitaplarıyla Ayşe Keskin,
Trabzonlu Aleko kitabıyla Kadri Özcan,
Uzak Yaz, Rüzgârlı Camlar ve Her şeyin Güzel Olma Nedenleri kitaplarıyla Serkan Türk..
Ada Dergisi ve Serander Yayınları ortak etkinliğinde şair ve yazarlar söyleşi sonrasında kitaplarını okurları için imzalayacak.
21 Mayıs Cumartesi · 15:00 - 18:00
Trabzon Eğitim Kültür ve Sanat Derneği (İstanbul)
Ihlamurdere Cad. Mısırlıbahçe Sok. No: 14 Türkali Mh. Beşiktaş, İstanbul,
Tel: (212) 236 6261
Trabzonlu Aleko kitabıyla Kadri Özcan,
Uzak Yaz, Rüzgârlı Camlar ve Her şeyin Güzel Olma Nedenleri kitaplarıyla Serkan Türk..
Ada Dergisi ve Serander Yayınları ortak etkinliğinde şair ve yazarlar söyleşi sonrasında kitaplarını okurları için imzalayacak.
21 Mayıs Cumartesi · 15:00 - 18:00
Trabzon Eğitim Kültür ve Sanat Derneği (İstanbul)
Ihlamurdere Cad. Mısırlıbahçe Sok. No: 14 Türkali Mh. Beşiktaş, İstanbul,
Tel: (212) 236 6261
9 Mayıs 2011 Pazartesi
Rüya Kasrı İçin Ercan Yılmaz ile Söyleştik.
Ercan Yılmaz'a Sordum..
Ercan Yılmaz, 'Âherli Zamanlar' ve 'İncire Yemin'den sonra üçüncü şiir kitabı 'Rüyâ Kasrı ile okuru selamladı. İstiâre Kuşları, Vera', Acemi Bahçe başlıklı üç bölümden oluşan kitap, Yılmaz'ın şiir yolculuğunda yeni bir aşamayı işaret ediyor. Şairin yaklaşımı ise daha lirik: "İbn Arabî'nin 'hayâl'inden yola çıktım; Gazzalî'nin 'rüyâ'sına vardım."
'Âherli Zamanlar' (2002) ve 'İncire Yemin'den (2007) sonra 'Rüyâ Kasrı' geçtiğimiz kasım ayında yayımlandı. Bu zaman içinde okurla aranda dilediğin bağın kurulduğunu söyleyebilir misin?
Bazı okurlarla bir yer altı ırmağı gibi, bazı okurlarla da âşikâr bir bağ kuruldu galiba. İlk kitabım Âherli Zamanlar'da 'varlıkla yokluk arasına, rüyadan/asma köprüler kurduğumuz' diye bir mısra var. O asma köprülerde kâh hayalî kah da ete kemiğe bürünmüş okurlarla buluşuyorum zaman zaman. Ama itiraf etmeliyim ki, bir okur olarak kendimle istediğime yakın bir bağ hatta ünsiyet kurduğumu söyleyebilirim ki bu durum bana bir hayli keyif veriyor.
"Dün gece rüyamda yokluğu gördüm" diyor Mevlânâ asırlar öncesinde. Rüyâ Kasrı'nda sen kimlerin ya da nelerin yokluğunu gösteriyorsun okuruna?
Benden öncekilerin 'rüyâ' gibi metinlerinden hareketle yazıldı bu şiirler; onların ilhamıyla. Ben, eğer becerebilirsem tabii, başta dünyanın yokluğunu göstermek istiyorum. Dünyada oluşumuza kim şehadet edebilir ki? Meselâ 'ben' diye birinin var olmadığını, vehimden ve hayâlden ibaret olduğumuzu rüyâ diliyle imâ etmeye çalışıyorum. Bazen 'kim kurtaracak beni var olmaktan' bazen de 'olmamaktan yoruldum' diyerek. Velhasıl İbn Arabî'nin 'hayâl'inden yola çıktım; Gazzalî'nin 'rüyâ'sına vardım ben!
Rüyâ Kasrı ne yapmaya çalışıyor diye sorsam...
Bir yandan kendi hâlimce, metaların insan varlığına hakim oluşuna karşı bir tavır geliştirmeye çalışıyorum. Öte yandan da Tanpınar gibi 'En uyanık bir gayret ve çalışma ile dilde rüya halini kurmak...' gibi bir gayretim var. Valery'nin 'büyü üretimi' olarak tanımladığı şiirin, bende 'rüyâ üretimi' olarak tezahür ettiğini söyleyebilirim.
İstiâre Kuşları, Vera', Acemi Bahçe adını verdiğin üç bölümden oluşuyor Rüya Kasrı. Daha çok yaz'ı çağrıştıran şiirler, rüyâ âlemine açılan kapıları yaz'ın odalarında, teraslarında mı karşıladın?
'Uçurum oteli'nde yazıldı Rüyâ Kasrı. 'Ben şiiri bir yaz gününden öğrendim' der Hilmi Yavuz. Ben de varlığımın halkalarını daima yaz günlerinde sayarım. Güneşin, yaz ikindilerinin, meselâ haziran sabahlarının, ağustosböceklerinin hayranıyım ben. Ya benim hayranlığımın suç ortakları?
'Yaz ve Arı ve Erguvân' şiirinde bazı imgeler, bazı şairleri çağrıştırıyor. Taş'ın Birhan Keskin'i, Nar'ın Haydar Ergülen'i, Erguvân'ın Hilmi Yavuz'u anımsattığı gibi. Bir şair geçtiği yollarda karşılaştığı şairlere aynı imgeleri tekrarlayarak mı selâm verir? İmgelerinizden biri de 'dil' mi?
Dil/söz ayrımından hareketle şiirin bir dil meselesi olduğuna ilişkin bir tavır var kitapta. Dil, bir imgeden ziyade şiirin yapıtaşı. Ben, bunu ustam Hilmi Yavuz'dan öğrendim. Yani güllerin şiirde sadece okunabileceğini. Gerisi metafizik boyut bana göre. Zaten metinlerarası yolculuk bende daima tinlerarası bir yolculuğa dönüşmüştür. Bachelard'ın 'anlık bir metafizik' olarak ifade ettiği tecrübeyi de göz ardı etmemek gerek.
Yeniyle değil de geçmişin sözcükleriyle yazılmış bir dil'i neden tercih ediyorsunuz şiirinizde?
Geçmişin kelimeleriyle yazmıyorum; yaşayan ya da yaşamasını istediğim bir dili tercih ediyorum. Divân şairlerinden el almaya çalışan birinin atmosfer kurma çabası diyebilirsin buna. Yani dolaşımdaki dilin ötesinde durmak. Bu, aynı zamanda varolan dile karınca kararınca bir tavır alıştır. Biraz vicdan meselesi yani.
Rüyâ varsa uyanmak, uyanınca bakılacak tabir kitapları vardır. Siz rüyâlarınızı neye yordunuz anlatırken?
Daha görülmeden tabir olunan rüyâların peşindeyim ben. Rüyâ Kasrı'nda varlığın bir rüyâ oluşuna imâ söz konusu. Bir yandan rüyâların hakikatin bir cüzü olduğuna inanan birinin kaleminden çıkmış şiirler olarak da bakılabilir. Ne diyordu Dostoyevski: 'İşte, olup olmuşu bu bir rüya, diye bana dudak büküyorlar. Hakikati rüyalar sayesinde görüyorsam, gerçekmiş, değilmiş, ne önemi var?'
'Şairlerin yaşamı yoktur. Şiirlerdeki yaşama yaşam diye bakarlar. Başka bir yaşam bilmezler' diyor bir söyleşisinde İlhan Berk. Ercan Yılmaz'ın şiiri yaşamıyla ne kadar örtüşüyor?
Şiir ile hayatı ne kadar ayrı tutmaya çalışırsam çalışayım, karşımda dil'in aynası, yalancılığımı her an yüzüme vuruyor. Beni hakikat medeniyetine yaklaştıran bir vasıta şiir. Belki de tüm çabam, şiirim gibi yaşadım diyebilmek için...
Rüyâ Kasrı'ndan sonra ne var yazı masanızda? Şiir dışında başka türde yazdıklarınızı okuyabilecek miyiz?
Şu sıralar, Trabzon'un meşhur Ganita'sı ile ilgili bir kitabı bitirmek üzereyim. Mekânın poetikasına ilişkin bir deneme çabası. Bir de her gün yeni şeyler eklediğim bir Ada Defteri var. Yeni şiirler içinse yaz'ı bekliyorum; İkbal gibi 'Allah'ım bana akıl verdin, divânelik de ver' diyerek...
Ercan Yılmaz, 'Âherli Zamanlar' ve 'İncire Yemin'den sonra üçüncü şiir kitabı 'Rüyâ Kasrı ile okuru selamladı. İstiâre Kuşları, Vera', Acemi Bahçe başlıklı üç bölümden oluşan kitap, Yılmaz'ın şiir yolculuğunda yeni bir aşamayı işaret ediyor. Şairin yaklaşımı ise daha lirik: "İbn Arabî'nin 'hayâl'inden yola çıktım; Gazzalî'nin 'rüyâ'sına vardım."
'Âherli Zamanlar' (2002) ve 'İncire Yemin'den (2007) sonra 'Rüyâ Kasrı' geçtiğimiz kasım ayında yayımlandı. Bu zaman içinde okurla aranda dilediğin bağın kurulduğunu söyleyebilir misin?
Bazı okurlarla bir yer altı ırmağı gibi, bazı okurlarla da âşikâr bir bağ kuruldu galiba. İlk kitabım Âherli Zamanlar'da 'varlıkla yokluk arasına, rüyadan/asma köprüler kurduğumuz' diye bir mısra var. O asma köprülerde kâh hayalî kah da ete kemiğe bürünmüş okurlarla buluşuyorum zaman zaman. Ama itiraf etmeliyim ki, bir okur olarak kendimle istediğime yakın bir bağ hatta ünsiyet kurduğumu söyleyebilirim ki bu durum bana bir hayli keyif veriyor.
"Dün gece rüyamda yokluğu gördüm" diyor Mevlânâ asırlar öncesinde. Rüyâ Kasrı'nda sen kimlerin ya da nelerin yokluğunu gösteriyorsun okuruna?
Benden öncekilerin 'rüyâ' gibi metinlerinden hareketle yazıldı bu şiirler; onların ilhamıyla. Ben, eğer becerebilirsem tabii, başta dünyanın yokluğunu göstermek istiyorum. Dünyada oluşumuza kim şehadet edebilir ki? Meselâ 'ben' diye birinin var olmadığını, vehimden ve hayâlden ibaret olduğumuzu rüyâ diliyle imâ etmeye çalışıyorum. Bazen 'kim kurtaracak beni var olmaktan' bazen de 'olmamaktan yoruldum' diyerek. Velhasıl İbn Arabî'nin 'hayâl'inden yola çıktım; Gazzalî'nin 'rüyâ'sına vardım ben!
Rüyâ Kasrı ne yapmaya çalışıyor diye sorsam...
Bir yandan kendi hâlimce, metaların insan varlığına hakim oluşuna karşı bir tavır geliştirmeye çalışıyorum. Öte yandan da Tanpınar gibi 'En uyanık bir gayret ve çalışma ile dilde rüya halini kurmak...' gibi bir gayretim var. Valery'nin 'büyü üretimi' olarak tanımladığı şiirin, bende 'rüyâ üretimi' olarak tezahür ettiğini söyleyebilirim.
İstiâre Kuşları, Vera', Acemi Bahçe adını verdiğin üç bölümden oluşuyor Rüya Kasrı. Daha çok yaz'ı çağrıştıran şiirler, rüyâ âlemine açılan kapıları yaz'ın odalarında, teraslarında mı karşıladın?
'Uçurum oteli'nde yazıldı Rüyâ Kasrı. 'Ben şiiri bir yaz gününden öğrendim' der Hilmi Yavuz. Ben de varlığımın halkalarını daima yaz günlerinde sayarım. Güneşin, yaz ikindilerinin, meselâ haziran sabahlarının, ağustosböceklerinin hayranıyım ben. Ya benim hayranlığımın suç ortakları?
'Yaz ve Arı ve Erguvân' şiirinde bazı imgeler, bazı şairleri çağrıştırıyor. Taş'ın Birhan Keskin'i, Nar'ın Haydar Ergülen'i, Erguvân'ın Hilmi Yavuz'u anımsattığı gibi. Bir şair geçtiği yollarda karşılaştığı şairlere aynı imgeleri tekrarlayarak mı selâm verir? İmgelerinizden biri de 'dil' mi?
Dil/söz ayrımından hareketle şiirin bir dil meselesi olduğuna ilişkin bir tavır var kitapta. Dil, bir imgeden ziyade şiirin yapıtaşı. Ben, bunu ustam Hilmi Yavuz'dan öğrendim. Yani güllerin şiirde sadece okunabileceğini. Gerisi metafizik boyut bana göre. Zaten metinlerarası yolculuk bende daima tinlerarası bir yolculuğa dönüşmüştür. Bachelard'ın 'anlık bir metafizik' olarak ifade ettiği tecrübeyi de göz ardı etmemek gerek.
Yeniyle değil de geçmişin sözcükleriyle yazılmış bir dil'i neden tercih ediyorsunuz şiirinizde?
Geçmişin kelimeleriyle yazmıyorum; yaşayan ya da yaşamasını istediğim bir dili tercih ediyorum. Divân şairlerinden el almaya çalışan birinin atmosfer kurma çabası diyebilirsin buna. Yani dolaşımdaki dilin ötesinde durmak. Bu, aynı zamanda varolan dile karınca kararınca bir tavır alıştır. Biraz vicdan meselesi yani.
Rüyâ varsa uyanmak, uyanınca bakılacak tabir kitapları vardır. Siz rüyâlarınızı neye yordunuz anlatırken?
Daha görülmeden tabir olunan rüyâların peşindeyim ben. Rüyâ Kasrı'nda varlığın bir rüyâ oluşuna imâ söz konusu. Bir yandan rüyâların hakikatin bir cüzü olduğuna inanan birinin kaleminden çıkmış şiirler olarak da bakılabilir. Ne diyordu Dostoyevski: 'İşte, olup olmuşu bu bir rüya, diye bana dudak büküyorlar. Hakikati rüyalar sayesinde görüyorsam, gerçekmiş, değilmiş, ne önemi var?'
'Şairlerin yaşamı yoktur. Şiirlerdeki yaşama yaşam diye bakarlar. Başka bir yaşam bilmezler' diyor bir söyleşisinde İlhan Berk. Ercan Yılmaz'ın şiiri yaşamıyla ne kadar örtüşüyor?
Şiir ile hayatı ne kadar ayrı tutmaya çalışırsam çalışayım, karşımda dil'in aynası, yalancılığımı her an yüzüme vuruyor. Beni hakikat medeniyetine yaklaştıran bir vasıta şiir. Belki de tüm çabam, şiirim gibi yaşadım diyebilmek için...
Rüyâ Kasrı'ndan sonra ne var yazı masanızda? Şiir dışında başka türde yazdıklarınızı okuyabilecek miyiz?
Şu sıralar, Trabzon'un meşhur Ganita'sı ile ilgili bir kitabı bitirmek üzereyim. Mekânın poetikasına ilişkin bir deneme çabası. Bir de her gün yeni şeyler eklediğim bir Ada Defteri var. Yeni şiirler içinse yaz'ı bekliyorum; İkbal gibi 'Allah'ım bana akıl verdin, divânelik de ver' diyerek...
Budapeşte Günlüğü
Brüksel’den havayoluyla Macaristan’ın başkenti Budapeşte’ye güzel bir bahar gününde iniyoruz. Çocukluğumuzda oynadığımız isim şehir oyunlarında ülkemizdeki şehirleri bir yana bırakıp duyduğumuz yabancı başkentleri yazardık. Onlardan biriydi Budapeşte. Hep etkileyici bir yanı olduğunu düşünürdüm. Otele yerleştikten sonra o büyük caddelerde gezmeye başladığımda düşüncemi doğrulayacak nedenler aramaya başladım.
Eskiden iki şehirmiş Buda ve Peşte. Tuna nehri bu iki kentin orta yerinden akıyor. Buda, nehrin batısında tepeciklerin üzerine kurulu. Nehrin diğer yakasındaki Peşte ise düz bir yerleşim yeri. Slavca’da Peşte’nin anlamı fırın, Buda’nın anlamı su’ymuş. Birbirinden farklı on köprü iki yakayı bir araya getiriyor. Köprülerden birinde arkadaşlarımla yürüyüp fotoğraf çekiyoruz. Manzara görülmeye değer doğrusu.
Kafilemize öncülük yapan rehberimiz kendi dilimizde bize yaşadığı yerleri anlatıyor ve her gittiğimiz yere başka gözle bakmamıza hikâyeleriyle de katkı veriyor. Bu hikâyelerden biri Türk Kahvesiyle ilgiliydi. Onlar kahvemize “Kara Çorba” diyorlar. Nedeni de gelince Kanuni Sultan Süleyman, Budin’i fethetmek için bu bölgeye geldiğinde Macar komutanları yemeğe davet etmiş. Yemekler yenmiş, vakit ilerlemiş. Kalkıp gitmek istediklerinde kendilerine kahve ikram edilmiş. İlaçlı kahveleri içen komutanlar uyuyup kalmışlar. Onlar uyurken Osmanlı ordusu Budin’i hiç kan dökmeden fethetmişler. Macar komutanlar içtikleri kahveye o günden sonra “kara çorba” adını vermişler. Ben ve gazeteci arkadaşlarıma da ziyaretimiz sırasında içirdiler bu çorbadan.
Macarlar biz Töröklere(Türklere öyle diyorlar) nasıl bakıyor en çok merak ettiğim konulardan biri bu. Acaba Türk edebiyatından hangi yazarlar bu dile çevrilmiş, günlük siyasetimizi ne kadar takip ediyorlar. Avrupa Birliği üyeliği sürecinde bizleri destekliyorlar mı? Sorularıma iki günlük gezim sırasında yanıtlar buluyorum. Günlük dillerinde yirmi kadar Türkçe kelime kullanıyorlar. Bu kelimelerin çoğu daha çok edebi metinlerde yer alıyor. Budapeşte Üniversitesi Türkoloji Fakültesi’ni ziyaretimiz sırasında bizi evimizdeymişiz gibi misafir ediyorlar. Türkoloji Bölümü Başkası Geza David, Türk Macar Dostluk Derneği yöneticileri Edit Tasnadi ve Maria Ivaniciks ve Macaristan’ın Ankara Eski Büyükelçisi Profesör Ishau Vasari’nin keyifli sohbeti sayesinde merak ettiklerime yanıt buluyorum. Orhan Pamuk, Yaşar Kemal gibi isimleri Macar Edebiyatına çeviren Edit Tasnadi ülkelerinde ne yazık ki Türk edebiyatının çok yaygın olmadığını ifade ediyor. Dilimize çevrilmiş çok bilindik bir Macar yazar hatırlamadığımı söylüyorum. Ada Dergisi’nde yayınlanmak üzere dilimize çevireceği Macar öyküleri için söz alıyorum. Her yıl üniversiteleri 15 civarında öğrenciyi kabul ediyormuş. Türkoloji bölümüne giren öğrencilerin iş bulma imkânlarının neredeyse yok denecek seviyede olduğunu da söylüyorlar. Yine de etkin olmaya çalıştıklarını, çevirdikleri kitapları göstererek ifade ediyorlar. Gezimizin en etkileyici bölümlerinden biri olarak hafızamda kalıyor Türkoloji bölümü ziyaretimiz.
Macar–Türk Dostluk grubu üyesi milletvekilleriyle bir görüşme yapıyoruz. Jobbik Partisi’nden ve Türk-Macar Parlamentolarası Dostluk Grubu Başkanı Tamas Hegedus verdiği önemli mesajlar dışında ülkemizde çok ses getirmiş iki dizinin bugünlerde (Ezel ve Bin bir Gece) önemli televizyon kanallarında gösterildiğini ve çok beğenildiğini söylüyor. Görüşmenin en ilginç anlarından biriyse Macar sağcı Partisi vekilinden geliyor. “Avrupa’daki tüm sağcı partiler Türk düşmanıdırlar, sadece Macaristan’daki sağcı parti hariç. Hatta Macar sağcı partisi Türk dostudur. Avrupa’daki tüm sağ partiler Türkiye’nin AB’ye girmesine karşı iken sadece Macar sağcı partisi hararetle Türkiye’nin AB’ye girmesini savunur.” Birbirlerine düşünce olarak tamamen zıt olan parlamenterler Türkler mevzu olduğunda aynı tarafta yer almaktan memnunlar.
Yine görüşmelerimiz sırasında Türklerle akrabalıklarına vurgu yapmaları, Avrupa birliği sürecinde ülkemizi desteklediklerini sıkça ifade ettiklerini de belirtmeliyim.
Macar Parlamentosunda şimdi 6 partiyi temsilen 386 vekilin yer aldığını, önümüzdeki seçimlerde bu sayının 300’ün altında olacağını ifade ediyor rehberimiz. Kabineleri 8 bakandan oluşuyor. Muhteşem binasına rağmen gösterişsiz koltuklarıyla bizim meclisimizle ister istemez kıyas yapmamıza neden oluyor. Meclis binasının orta yerinde kralın tacının sergilendiği bir bölüm var. Tacın başında iki asker sürekli nöbet tutuyor. Nöbet değişimine denk geliyoruz. Ziyaretçiler bu anı fotoğraflamaya çalışıyor. Bütün kralları, dönemin önemli kişileri sarayın her yanında heykellerle bugüne taşınmış. Etkilenmemek mümkün değil bu mimariden.
Yüz küsür yıl Osmanlı topraklarında yer almış Budapeşte’de Osmanlı ve Türklerin etkisini görmek bugün bile mümkün. 1500’lü yılların ortalarında vefat eden Bektaşi dervişi Gül Baba türbesi Buda’nın sırtlarında. Geçmiş yüzyıllarda bizim topraklarımızda birlikte yaşadığımız insanların varlığının neredeyse inkâr edildiği bir dönemde Avrupa’nın orta yerinde bir ülkede Mustafa Kemal yürüyüş yolunu gördüğümdeyse tebessüm ediyorum sadece.
Temiz sokaklarında sabahın dördünde bile insanların rahatlıkla dolaşabildiği, huzurlu bir kent Budapeşte. Macar ekonomisinin kötü durumda olmasına rağmen mesai bitimi 18:00’de iş yerlerinin çoğunun kapanması ilginç. Aynı zamanda birçok işyerinin küçücük pencerelerden oluşan vitrinleri, abartısız tabelaları dikkatimi çeken diğer bir nokta... İki günlük gezim sırasında boğucu olmayan, yaşayan bir kent gördüm. Mutlaka bir kere daha gelmek isteyeceğim bir kent Budapeşte. Aklıma şiir düşüren bir yer.
Eskiden iki şehirmiş Buda ve Peşte. Tuna nehri bu iki kentin orta yerinden akıyor. Buda, nehrin batısında tepeciklerin üzerine kurulu. Nehrin diğer yakasındaki Peşte ise düz bir yerleşim yeri. Slavca’da Peşte’nin anlamı fırın, Buda’nın anlamı su’ymuş. Birbirinden farklı on köprü iki yakayı bir araya getiriyor. Köprülerden birinde arkadaşlarımla yürüyüp fotoğraf çekiyoruz. Manzara görülmeye değer doğrusu.
Kafilemize öncülük yapan rehberimiz kendi dilimizde bize yaşadığı yerleri anlatıyor ve her gittiğimiz yere başka gözle bakmamıza hikâyeleriyle de katkı veriyor. Bu hikâyelerden biri Türk Kahvesiyle ilgiliydi. Onlar kahvemize “Kara Çorba” diyorlar. Nedeni de gelince Kanuni Sultan Süleyman, Budin’i fethetmek için bu bölgeye geldiğinde Macar komutanları yemeğe davet etmiş. Yemekler yenmiş, vakit ilerlemiş. Kalkıp gitmek istediklerinde kendilerine kahve ikram edilmiş. İlaçlı kahveleri içen komutanlar uyuyup kalmışlar. Onlar uyurken Osmanlı ordusu Budin’i hiç kan dökmeden fethetmişler. Macar komutanlar içtikleri kahveye o günden sonra “kara çorba” adını vermişler. Ben ve gazeteci arkadaşlarıma da ziyaretimiz sırasında içirdiler bu çorbadan.
Macarlar biz Töröklere(Türklere öyle diyorlar) nasıl bakıyor en çok merak ettiğim konulardan biri bu. Acaba Türk edebiyatından hangi yazarlar bu dile çevrilmiş, günlük siyasetimizi ne kadar takip ediyorlar. Avrupa Birliği üyeliği sürecinde bizleri destekliyorlar mı? Sorularıma iki günlük gezim sırasında yanıtlar buluyorum. Günlük dillerinde yirmi kadar Türkçe kelime kullanıyorlar. Bu kelimelerin çoğu daha çok edebi metinlerde yer alıyor. Budapeşte Üniversitesi Türkoloji Fakültesi’ni ziyaretimiz sırasında bizi evimizdeymişiz gibi misafir ediyorlar. Türkoloji Bölümü Başkası Geza David, Türk Macar Dostluk Derneği yöneticileri Edit Tasnadi ve Maria Ivaniciks ve Macaristan’ın Ankara Eski Büyükelçisi Profesör Ishau Vasari’nin keyifli sohbeti sayesinde merak ettiklerime yanıt buluyorum. Orhan Pamuk, Yaşar Kemal gibi isimleri Macar Edebiyatına çeviren Edit Tasnadi ülkelerinde ne yazık ki Türk edebiyatının çok yaygın olmadığını ifade ediyor. Dilimize çevrilmiş çok bilindik bir Macar yazar hatırlamadığımı söylüyorum. Ada Dergisi’nde yayınlanmak üzere dilimize çevireceği Macar öyküleri için söz alıyorum. Her yıl üniversiteleri 15 civarında öğrenciyi kabul ediyormuş. Türkoloji bölümüne giren öğrencilerin iş bulma imkânlarının neredeyse yok denecek seviyede olduğunu da söylüyorlar. Yine de etkin olmaya çalıştıklarını, çevirdikleri kitapları göstererek ifade ediyorlar. Gezimizin en etkileyici bölümlerinden biri olarak hafızamda kalıyor Türkoloji bölümü ziyaretimiz.
Macar–Türk Dostluk grubu üyesi milletvekilleriyle bir görüşme yapıyoruz. Jobbik Partisi’nden ve Türk-Macar Parlamentolarası Dostluk Grubu Başkanı Tamas Hegedus verdiği önemli mesajlar dışında ülkemizde çok ses getirmiş iki dizinin bugünlerde (Ezel ve Bin bir Gece) önemli televizyon kanallarında gösterildiğini ve çok beğenildiğini söylüyor. Görüşmenin en ilginç anlarından biriyse Macar sağcı Partisi vekilinden geliyor. “Avrupa’daki tüm sağcı partiler Türk düşmanıdırlar, sadece Macaristan’daki sağcı parti hariç. Hatta Macar sağcı partisi Türk dostudur. Avrupa’daki tüm sağ partiler Türkiye’nin AB’ye girmesine karşı iken sadece Macar sağcı partisi hararetle Türkiye’nin AB’ye girmesini savunur.” Birbirlerine düşünce olarak tamamen zıt olan parlamenterler Türkler mevzu olduğunda aynı tarafta yer almaktan memnunlar.
Yine görüşmelerimiz sırasında Türklerle akrabalıklarına vurgu yapmaları, Avrupa birliği sürecinde ülkemizi desteklediklerini sıkça ifade ettiklerini de belirtmeliyim.
Macar Parlamentosunda şimdi 6 partiyi temsilen 386 vekilin yer aldığını, önümüzdeki seçimlerde bu sayının 300’ün altında olacağını ifade ediyor rehberimiz. Kabineleri 8 bakandan oluşuyor. Muhteşem binasına rağmen gösterişsiz koltuklarıyla bizim meclisimizle ister istemez kıyas yapmamıza neden oluyor. Meclis binasının orta yerinde kralın tacının sergilendiği bir bölüm var. Tacın başında iki asker sürekli nöbet tutuyor. Nöbet değişimine denk geliyoruz. Ziyaretçiler bu anı fotoğraflamaya çalışıyor. Bütün kralları, dönemin önemli kişileri sarayın her yanında heykellerle bugüne taşınmış. Etkilenmemek mümkün değil bu mimariden.
Yüz küsür yıl Osmanlı topraklarında yer almış Budapeşte’de Osmanlı ve Türklerin etkisini görmek bugün bile mümkün. 1500’lü yılların ortalarında vefat eden Bektaşi dervişi Gül Baba türbesi Buda’nın sırtlarında. Geçmiş yüzyıllarda bizim topraklarımızda birlikte yaşadığımız insanların varlığının neredeyse inkâr edildiği bir dönemde Avrupa’nın orta yerinde bir ülkede Mustafa Kemal yürüyüş yolunu gördüğümdeyse tebessüm ediyorum sadece.
Temiz sokaklarında sabahın dördünde bile insanların rahatlıkla dolaşabildiği, huzurlu bir kent Budapeşte. Macar ekonomisinin kötü durumda olmasına rağmen mesai bitimi 18:00’de iş yerlerinin çoğunun kapanması ilginç. Aynı zamanda birçok işyerinin küçücük pencerelerden oluşan vitrinleri, abartısız tabelaları dikkatimi çeken diğer bir nokta... İki günlük gezim sırasında boğucu olmayan, yaşayan bir kent gördüm. Mutlaka bir kere daha gelmek isteyeceğim bir kent Budapeşte. Aklıma şiir düşüren bir yer.
Brüksel Günlüğü
Geçtiğimiz hafta içerisinde iki Avrupa kentinde geçirdim. Belçika’nın başkenti Brüksel ve Macaristan’ın kalbi Budapeşte... İki kentle ilgili daha önce sayısız şey duymuştum. Şüphesiz bilmediğiniz bir ülkeye şehre giderken belli araştırmalar yapar gittiğinizde yabancılık çekmemek için gerekli tüm önlemleri alırsınız. Bu defa bildiklerimi unutmak ve hafızamda yeni yerler yaratmak için hiçbir araştırma yapmadım. Hatta çanta hazırlığımı uçağımın hareket saatinden iki saat önce yaptım.
Brüksel’e uçağımız pazartesi dört sularında indi. Benim dışımda çeşitli kentlerden gelen gazeteci arkadaşlarım da vardı. Havalimanından kalacağımız otele giderken bildik tanıdık görüntülerle karşılaşmayı umarak pencereden geçtiğimiz yollara, caddelere, sıra sıra dizilmiş eski apartmanlara baktım. Nedense ülkemdekine benzeyen bir şey aradım. İlk başta mimarisiyle kentin beni etkisi altına aldığını söyleyebilirim. Yüzyıllık taş binaların önlerinden gökyüzüne doğru dalları uzanmış ağaçlar, modern bir Avrupa kentinde olduğunuzun işareti geniş bulvarlar ve parklar. Her binanın gövdesinde bir meyveymiş gibi boy veren heykeller. Bir benzerlik keşfediyorum ilk on beş dakikada. Daha otele gitmeden parklarda elişi ören gurbetçi kadınlarımızı görüyorum.
Otele yerleştikten bir süre sonra gazeteci arkadaşlarla kent meydanına gidiyoruz. Brüksel’in orta yerinde turistlerin akın ettiği Grand-Place ve çevresi muhteşem bir mimarinin özelliğini taşıyor. Hükümet konağı olarak da kullanılan bina 50 yılı aşkın sürede yapılmış. Brüksel’e gelenlerin ilk uğrak yerleri bu meydan ve çevresinde sayısız insan fotoğrafla ölümsüzleştirmeye çalışıyor gezisini. Akşam yemeğini bu meydandaki restoranlardan birinde yedikten sonra kenti keşfetmeyi sürdürüyoruz.
Ertesi gün daha önceden belirlenmiş çeşitli kurum ve kuruluşlardan temsilcilerle görüşmek üzere otelden yola çıkıyoruz. Türkiye ve AB ilişkileri, Avrupa Birliğine Türkiye’nin katılımı konusunda bizi Eski AB Büyükelçisi Profesör Albert Maes bilgilendiriyor. Bugüne kadar AB’ne neden giremediğimizi, girmemizin hangi şartlarda gerçekleşebileceğinin altını çiziyor Albert Maes.
Daha sonra Brüksel’deki Türk gazetecilerle öğle yemeğinde buluşuyoruz.
AA Brüksel Muhabiri Feyzullah Yarımbaş, Zaman Brüksel Temsilcisi Selçuk Gültaşlı, NTV Brüksel Temsilcisi Güldener Sonumut ve Belçika’da gazete çıkaran Yusuf Cinal ile keyifli bir söyleşi gerçekleşirken hiç de alışık olmadığımız bir yemek yiyoruz. Buharda pişirilmiş Somon. Gazeteciler bize özellikle Belçika’da yaşayan Türk nüfusla ilgili bilgiler verirken aynı zamanda Avrupa’daki Türk politikacılardan bahsediyorlar.
Brüksel’deki görüşmelerimizdeki en ilginç toplantılardan birini Türkiye Raportörü Ria Oomen-Ruijten ile yapıyoruz. Rujiten’in konuşmasında her gün Türkiye’de olup biteni takip ettiğini, gazeteleri okuduğunu, basın çevrelerinden siyasetçilerden Türkiye ile ilgili herkesin ziyaretlerini kabul ettiğini söylüyor. Ayrıca “Her ay Avrupa Komisyonu’nun Ankara’daki temsilciliğinden ilerleme raporu geliyor. Bunları irdeliyorum. Yani sadece rapor yazmak değil her yönüyle Türkiye’yle ilgileniyorum. Yalnız şu sıralar ne yazık ki Türkiye’yi ziyaret edemiyorum çünkü malumunuz seçim var ve bu sürece dahil edilmek istemiyorum.” diyor.
Bir gazetecinin “Gazeteci tutuklamalarına karşı özellikle hükümetin savunması, söz konusu kişilerin yazdıkları yazılardan, yaptıkları haberlerden dolayı değil; yasadışı örgüte üye olduklarından dolayı tutuklandıklarını yönünde. Basın özgürlüğü adına basın mensuplarının suç işleme konusunda başka hakları, imkânları mı var?” sorusuna ise şu yanıtı veriyor.
“Bir suç karşısında elbette herkes eşittir, kimsenin ayrıcalığı yoktur. Ancak medyanın da tam özgür olması gerekmektedir. Medya üzerinde baskı varsa sağlıklı bir toplum yok demektir. Türkiye’de tutuklanmış gazetecilerin sayısı inanılmaz derecede. Burada bir problem olduğu kesindir. Benim raporda üzerinde durduğum bir konu da, gazetecilerin tutuklu kalma süreçlerinin çok uzun olmasıdır. Evet, savcıların bu insanların başka suçlardan dolayı sorgulandıkları yönünde açıklamaları var. Ben olayların muhtemel sonuçları ile ilgileniyorum. Türkiye’de 3 yıldan uzun süredir tutuklu bulunan ve mahkemesi yapılmayan insanlar var. Bu akıl alır bir durum değildir. Buna tepki göstermek zorundayız.”
Görüşmelerimizden fırsat buldukça Grand-Place ve çevresini tekrar tekrar dolaşıyoruz. Brüksel meydanındaki yatar şeklindeki Everard' t Serclaes'in İsa Heykelini bir inanışa göre sol elleriyle sıvazlayan turistler bir kere daha bu meydana gelebiliyorlar. İşi garantiye almak için hem sağ hem de sol elle bu ritüeli yerine getiriyorum.
Yine aynı meydana yakın Manneken Pis (işeyen çocuk heykeli) ziyaretçilerin en çok ilgisini çeken yerlerden biri. Manneken Pis ile ilgili sayısız hikâye anlatılıyor bunlardan birkaçı şöyle sıralayabilirim. Savaş sırasında şehri çevreleyen duvarların dibine bir bomba düşmüş, hem de cephaneliklerin yanına. Küçük bir çocuk bu bombanın üzerine işemiş ve şehir kurtulmuş. Diğeriyse küçük çocuk heykelin bulunduğu sokakta oturan bir cadının evinin kapısına işemiş. Buna çok sinirlenen cadı çocuğu taşa çevirmiş. Bir diğer efsane ise çocuğunu kaybeden bir adam ile ilgilidir. Adam kaybolan çocuğunu iki gün sonra heykelin bulunduğu sokak yakınlarında işerken bulur. Çocuğuna kavuşan baba bu ani ölümsüzleştirmek için heykeli yaptırır.
Trabzonla neredeyse aynı havayı gördüğüm Brüksel’de bugünlerde baharın başlangıcı yaşanıyor. Çiçeklenen ağaçlar bu resmi kentin yüzünü bir nebze olsun değiştirmiş gibi. Üç gün kaldığımız Brüksel’den ayrılıp Budapeşte’ye doğru giderken aklımda bir de mağaza vitrinlerini süsleyen çikolatacılar kalıyor.
Brüksel’e uçağımız pazartesi dört sularında indi. Benim dışımda çeşitli kentlerden gelen gazeteci arkadaşlarım da vardı. Havalimanından kalacağımız otele giderken bildik tanıdık görüntülerle karşılaşmayı umarak pencereden geçtiğimiz yollara, caddelere, sıra sıra dizilmiş eski apartmanlara baktım. Nedense ülkemdekine benzeyen bir şey aradım. İlk başta mimarisiyle kentin beni etkisi altına aldığını söyleyebilirim. Yüzyıllık taş binaların önlerinden gökyüzüne doğru dalları uzanmış ağaçlar, modern bir Avrupa kentinde olduğunuzun işareti geniş bulvarlar ve parklar. Her binanın gövdesinde bir meyveymiş gibi boy veren heykeller. Bir benzerlik keşfediyorum ilk on beş dakikada. Daha otele gitmeden parklarda elişi ören gurbetçi kadınlarımızı görüyorum.
Otele yerleştikten bir süre sonra gazeteci arkadaşlarla kent meydanına gidiyoruz. Brüksel’in orta yerinde turistlerin akın ettiği Grand-Place ve çevresi muhteşem bir mimarinin özelliğini taşıyor. Hükümet konağı olarak da kullanılan bina 50 yılı aşkın sürede yapılmış. Brüksel’e gelenlerin ilk uğrak yerleri bu meydan ve çevresinde sayısız insan fotoğrafla ölümsüzleştirmeye çalışıyor gezisini. Akşam yemeğini bu meydandaki restoranlardan birinde yedikten sonra kenti keşfetmeyi sürdürüyoruz.
Ertesi gün daha önceden belirlenmiş çeşitli kurum ve kuruluşlardan temsilcilerle görüşmek üzere otelden yola çıkıyoruz. Türkiye ve AB ilişkileri, Avrupa Birliğine Türkiye’nin katılımı konusunda bizi Eski AB Büyükelçisi Profesör Albert Maes bilgilendiriyor. Bugüne kadar AB’ne neden giremediğimizi, girmemizin hangi şartlarda gerçekleşebileceğinin altını çiziyor Albert Maes.
Daha sonra Brüksel’deki Türk gazetecilerle öğle yemeğinde buluşuyoruz.
AA Brüksel Muhabiri Feyzullah Yarımbaş, Zaman Brüksel Temsilcisi Selçuk Gültaşlı, NTV Brüksel Temsilcisi Güldener Sonumut ve Belçika’da gazete çıkaran Yusuf Cinal ile keyifli bir söyleşi gerçekleşirken hiç de alışık olmadığımız bir yemek yiyoruz. Buharda pişirilmiş Somon. Gazeteciler bize özellikle Belçika’da yaşayan Türk nüfusla ilgili bilgiler verirken aynı zamanda Avrupa’daki Türk politikacılardan bahsediyorlar.
Brüksel’deki görüşmelerimizdeki en ilginç toplantılardan birini Türkiye Raportörü Ria Oomen-Ruijten ile yapıyoruz. Rujiten’in konuşmasında her gün Türkiye’de olup biteni takip ettiğini, gazeteleri okuduğunu, basın çevrelerinden siyasetçilerden Türkiye ile ilgili herkesin ziyaretlerini kabul ettiğini söylüyor. Ayrıca “Her ay Avrupa Komisyonu’nun Ankara’daki temsilciliğinden ilerleme raporu geliyor. Bunları irdeliyorum. Yani sadece rapor yazmak değil her yönüyle Türkiye’yle ilgileniyorum. Yalnız şu sıralar ne yazık ki Türkiye’yi ziyaret edemiyorum çünkü malumunuz seçim var ve bu sürece dahil edilmek istemiyorum.” diyor.
Bir gazetecinin “Gazeteci tutuklamalarına karşı özellikle hükümetin savunması, söz konusu kişilerin yazdıkları yazılardan, yaptıkları haberlerden dolayı değil; yasadışı örgüte üye olduklarından dolayı tutuklandıklarını yönünde. Basın özgürlüğü adına basın mensuplarının suç işleme konusunda başka hakları, imkânları mı var?” sorusuna ise şu yanıtı veriyor.
“Bir suç karşısında elbette herkes eşittir, kimsenin ayrıcalığı yoktur. Ancak medyanın da tam özgür olması gerekmektedir. Medya üzerinde baskı varsa sağlıklı bir toplum yok demektir. Türkiye’de tutuklanmış gazetecilerin sayısı inanılmaz derecede. Burada bir problem olduğu kesindir. Benim raporda üzerinde durduğum bir konu da, gazetecilerin tutuklu kalma süreçlerinin çok uzun olmasıdır. Evet, savcıların bu insanların başka suçlardan dolayı sorgulandıkları yönünde açıklamaları var. Ben olayların muhtemel sonuçları ile ilgileniyorum. Türkiye’de 3 yıldan uzun süredir tutuklu bulunan ve mahkemesi yapılmayan insanlar var. Bu akıl alır bir durum değildir. Buna tepki göstermek zorundayız.”
Görüşmelerimizden fırsat buldukça Grand-Place ve çevresini tekrar tekrar dolaşıyoruz. Brüksel meydanındaki yatar şeklindeki Everard' t Serclaes'in İsa Heykelini bir inanışa göre sol elleriyle sıvazlayan turistler bir kere daha bu meydana gelebiliyorlar. İşi garantiye almak için hem sağ hem de sol elle bu ritüeli yerine getiriyorum.
Yine aynı meydana yakın Manneken Pis (işeyen çocuk heykeli) ziyaretçilerin en çok ilgisini çeken yerlerden biri. Manneken Pis ile ilgili sayısız hikâye anlatılıyor bunlardan birkaçı şöyle sıralayabilirim. Savaş sırasında şehri çevreleyen duvarların dibine bir bomba düşmüş, hem de cephaneliklerin yanına. Küçük bir çocuk bu bombanın üzerine işemiş ve şehir kurtulmuş. Diğeriyse küçük çocuk heykelin bulunduğu sokakta oturan bir cadının evinin kapısına işemiş. Buna çok sinirlenen cadı çocuğu taşa çevirmiş. Bir diğer efsane ise çocuğunu kaybeden bir adam ile ilgilidir. Adam kaybolan çocuğunu iki gün sonra heykelin bulunduğu sokak yakınlarında işerken bulur. Çocuğuna kavuşan baba bu ani ölümsüzleştirmek için heykeli yaptırır.
Trabzonla neredeyse aynı havayı gördüğüm Brüksel’de bugünlerde baharın başlangıcı yaşanıyor. Çiçeklenen ağaçlar bu resmi kentin yüzünü bir nebze olsun değiştirmiş gibi. Üç gün kaldığımız Brüksel’den ayrılıp Budapeşte’ye doğru giderken aklımda bir de mağaza vitrinlerini süsleyen çikolatacılar kalıyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Ömer Kaya yazdı: ÇIKIŞI ARAYANLAR İÇİN BİR ROMAN: AUSGANG
Romanın Konusu: Alışılmış düzende olaya yaslanan, kolay özetlenebilir pek çok metin okumuşuzdur. Bu minvalde çoğu metin, toplumsal bir mesel...
-
harun bildiğin tüm yeminleri yaz derler söyle derler güz geride kaldı şimdi kış odun gerek kürek gerek kol kanat bildiğin şeyler, i...
-
Öğretmenlik sıfatımı takındığımda en çok korktuğum şeylerden biri de edebiyattaki istisnalardır. Öyle ki bir anda öğrencinin gözünde yeter...