9 Mayıs 2011 Pazartesi

Brüksel Günlüğü

Geçtiğimiz hafta içerisinde iki Avrupa kentinde geçirdim. Belçika’nın başkenti Brüksel ve Macaristan’ın kalbi Budapeşte... İki kentle ilgili daha önce sayısız şey duymuştum. Şüphesiz bilmediğiniz bir ülkeye şehre giderken belli araştırmalar yapar gittiğinizde yabancılık çekmemek için gerekli tüm önlemleri alırsınız. Bu defa bildiklerimi unutmak ve hafızamda yeni yerler yaratmak için hiçbir araştırma yapmadım. Hatta çanta hazırlığımı uçağımın hareket saatinden iki saat önce yaptım.
Brüksel’e uçağımız pazartesi dört sularında indi. Benim dışımda çeşitli kentlerden gelen gazeteci arkadaşlarım da vardı. Havalimanından kalacağımız otele giderken bildik tanıdık görüntülerle karşılaşmayı umarak pencereden geçtiğimiz yollara, caddelere, sıra sıra dizilmiş eski apartmanlara baktım. Nedense ülkemdekine benzeyen bir şey aradım. İlk başta mimarisiyle kentin beni etkisi altına aldığını söyleyebilirim. Yüzyıllık taş binaların önlerinden gökyüzüne doğru dalları uzanmış ağaçlar, modern bir Avrupa kentinde olduğunuzun işareti geniş bulvarlar ve parklar. Her binanın gövdesinde bir meyveymiş gibi boy veren heykeller. Bir benzerlik keşfediyorum ilk on beş dakikada. Daha otele gitmeden parklarda elişi ören gurbetçi kadınlarımızı görüyorum.

Otele yerleştikten bir süre sonra gazeteci arkadaşlarla kent meydanına gidiyoruz. Brüksel’in orta yerinde turistlerin akın ettiği Grand-Place ve çevresi muhteşem bir mimarinin özelliğini taşıyor. Hükümet konağı olarak da kullanılan bina 50 yılı aşkın sürede yapılmış. Brüksel’e gelenlerin ilk uğrak yerleri bu meydan ve çevresinde sayısız insan fotoğrafla ölümsüzleştirmeye çalışıyor gezisini. Akşam yemeğini bu meydandaki restoranlardan birinde yedikten sonra kenti keşfetmeyi sürdürüyoruz.
Ertesi gün daha önceden belirlenmiş çeşitli kurum ve kuruluşlardan temsilcilerle görüşmek üzere otelden yola çıkıyoruz. Türkiye ve AB ilişkileri, Avrupa Birliğine Türkiye’nin katılımı konusunda bizi Eski AB Büyükelçisi Profesör Albert Maes bilgilendiriyor. Bugüne kadar AB’ne neden giremediğimizi, girmemizin hangi şartlarda gerçekleşebileceğinin altını çiziyor Albert Maes.

Daha sonra Brüksel’deki Türk gazetecilerle öğle yemeğinde buluşuyoruz.
AA Brüksel Muhabiri Feyzullah Yarımbaş, Zaman Brüksel Temsilcisi Selçuk Gültaşlı, NTV Brüksel Temsilcisi Güldener Sonumut ve Belçika’da gazete çıkaran Yusuf Cinal ile keyifli bir söyleşi gerçekleşirken hiç de alışık olmadığımız bir yemek yiyoruz. Buharda pişirilmiş Somon. Gazeteciler bize özellikle Belçika’da yaşayan Türk nüfusla ilgili bilgiler verirken aynı zamanda Avrupa’daki Türk politikacılardan bahsediyorlar.

Brüksel’deki görüşmelerimizdeki en ilginç toplantılardan birini Türkiye Raportörü Ria Oomen-Ruijten ile yapıyoruz. Rujiten’in konuşmasında her gün Türkiye’de olup biteni takip ettiğini, gazeteleri okuduğunu, basın çevrelerinden siyasetçilerden Türkiye ile ilgili herkesin ziyaretlerini kabul ettiğini söylüyor. Ayrıca “Her ay Avrupa Komisyonu’nun Ankara’daki temsilciliğinden ilerleme raporu geliyor. Bunları irdeliyorum. Yani sadece rapor yazmak değil her yönüyle Türkiye’yle ilgileniyorum. Yalnız şu sıralar ne yazık ki Türkiye’yi ziyaret edemiyorum çünkü malumunuz seçim var ve bu sürece dahil edilmek istemiyorum.” diyor.

Bir gazetecinin “Gazeteci tutuklamalarına karşı özellikle hükümetin savunması, söz konusu kişilerin yazdıkları yazılardan, yaptıkları haberlerden dolayı değil; yasadışı örgüte üye olduklarından dolayı tutuklandıklarını yönünde. Basın özgürlüğü adına basın mensuplarının suç işleme konusunda başka hakları, imkânları mı var?” sorusuna ise şu yanıtı veriyor.

“Bir suç karşısında elbette herkes eşittir, kimsenin ayrıcalığı yoktur. Ancak medyanın da tam özgür olması gerekmektedir. Medya üzerinde baskı varsa sağlıklı bir toplum yok demektir. Türkiye’de tutuklanmış gazetecilerin sayısı inanılmaz derecede. Burada bir problem olduğu kesindir. Benim raporda üzerinde durduğum bir konu da, gazetecilerin tutuklu kalma süreçlerinin çok uzun olmasıdır. Evet, savcıların bu insanların başka suçlardan dolayı sorgulandıkları yönünde açıklamaları var. Ben olayların muhtemel sonuçları ile ilgileniyorum. Türkiye’de 3 yıldan uzun süredir tutuklu bulunan ve mahkemesi yapılmayan insanlar var. Bu akıl alır bir durum değildir. Buna tepki göstermek zorundayız.”
Görüşmelerimizden fırsat buldukça Grand-Place ve çevresini tekrar tekrar dolaşıyoruz. Brüksel meydanındaki yatar şeklindeki Everard' t Serclaes'in İsa Heykelini bir inanışa göre sol elleriyle sıvazlayan turistler bir kere daha bu meydana gelebiliyorlar. İşi garantiye almak için hem sağ hem de sol elle bu ritüeli yerine getiriyorum.

Yine aynı meydana yakın Manneken Pis (işeyen çocuk heykeli) ziyaretçilerin en çok ilgisini çeken yerlerden biri. Manneken Pis ile ilgili sayısız hikâye anlatılıyor bunlardan birkaçı şöyle sıralayabilirim. Savaş sırasında şehri çevreleyen duvarların dibine bir bomba düşmüş, hem de cephaneliklerin yanına. Küçük bir çocuk bu bombanın üzerine işemiş ve şehir kurtulmuş. Diğeriyse küçük çocuk heykelin bulunduğu sokakta oturan bir cadının evinin kapısına işemiş. Buna çok sinirlenen cadı çocuğu taşa çevirmiş. Bir diğer efsane ise çocuğunu kaybeden bir adam ile ilgilidir. Adam kaybolan çocuğunu iki gün sonra heykelin bulunduğu sokak yakınlarında işerken bulur. Çocuğuna kavuşan baba bu ani ölümsüzleştirmek için heykeli yaptırır.
Trabzonla neredeyse aynı havayı gördüğüm Brüksel’de bugünlerde baharın başlangıcı yaşanıyor. Çiçeklenen ağaçlar bu resmi kentin yüzünü bir nebze olsun değiştirmiş gibi. Üç gün kaldığımız Brüksel’den ayrılıp Budapeşte’ye doğru giderken aklımda bir de mağaza vitrinlerini süsleyen çikolatacılar kalıyor.

Ömer Kaya yazdı: ÇIKIŞI ARAYANLAR İÇİN BİR ROMAN: AUSGANG

Romanın Konusu: Alışılmış düzende olaya yaslanan, kolay özetlenebilir pek çok metin okumuşuzdur. Bu minvalde çoğu metin, toplumsal bir mesel...