22 Kasım 2013 Cuma

geçmiş yaz'ların ardından

geçmiş yaz'ların ardından


"ve bildim ki yaz kalbimizdeki bir nar lekesinde başka bir şey değildi..."
burcu aker

            bir şairi/yazarı nasıl keşfeder insan? yaz günlerini yaşadığımız günlerde açıldı sayfası bir kitabın. bulutlu günler biraz uzakta kalmıştı. delikanlı sandalyesinde iyice gerinerek bir sayfa daha çevirdi. kız, gülümsedi okuduğu satırda ne yazıyorsa. bense tuhaf bir dönemden geçiyordum. kayıpların aslında ilerleyen yıllarda daha artacağından habersiz,  o günlere ait mutsuzluğu biriktiriyordum. garip bir kolleksiyoncu olmalıydım. biriktirdiğim pulların, kartpostalların yanında bir de mutsuzluk biriktirmek. eskide kalan ne varsa tuhaf bir özlemle hatırlıyordum. kapadığım kapıların yalnızlığı beslediğini ve çıkış yolunun yeniden o kapıları açmak olduğunu o günlerde anladım. ağaçlarla çevrili eski bir bahçede yer yer masalardan gelen konuşmalar, yer yer yükselen müziğin tesiri ile geri dönüyordum. delikanlı elindeki kitabın sayfalarını özenle çeviriyordu. okuduğu yazarın adını bir dergide mi görmüştüm yoksa kitapçı vitrinlerinde mi raslamıştım hatırlamıyorum. zamanla o sayfaları ben de açacaktım. o güzel yaz gününde konuşmaktansa okumayı tercih eden çifti bunca sene sonra hep hatırlayacaktım. masanın üzerine bıraktığı kitabı alıp çevirdim sayfalarını. öylesine açtığım sayfada yeni kitabına başladığını yazıyordu yazar. bense hiç okumamıştım eskide kalan kitaplarını."ucuz hüzünler kiralardım / alyanak bir kuklacıdan" böyle diyordu bir paragrafta. belleğimde kalan bu dizeler hüzün sözcüğünü seven bana bir armağandı sanki. hani o bildik hikayedeki palyaço gibi hissediyordum. hüzünler kiralamıştım ve hüzünleri kiralayanlar yazlarımın ışığını da kesmişti giderken. yeni bir şey keşfedemeyeceğimi bile bile bakıyordum dünyaya. her gün birbirine benzer şeyler yaşanıyordu. kız ile delikanlı önümdeki merdivenleri yavaş yavaş inip kayboldu. kitap elimde duruyordu hâlâ. garson bir bardak çay getirip koydu masaya. başka bir sayfayı çevirmeyip çayımı yudumladım.
            zamanla kazanılan okuma alışkanlığının titiz yanları yok değil. kitabın önsözünden, arka kapağına düşülmüş notlara, yazar/şair'in hayat hikayesine kadar incelikli bir okuma yapabiliyorsunuz. başka bir sabah açtığım geçmiş yaz defterleri'nin ilk sayfalarından başlayan- bir kanamaydı hatırlamak.-hatırlama. "hangi yazları yeniden yaşamak isteyebileceğimi sorar oldum kendi kendime" diyordu hilmi yavuz. yaz'lar bir balkonmuş ve her yerde limon çiçeklerinin kokusu. küçük çocukların ellerindeki bilyeleri ustalıklı bir biçimde bir başkasına atmasını görüyordum içimde. benim dışımda bisikletinin gidonuna sarılmış başka bir yalnız çocuk daha duruyordu sokağın sonunda. bu duruşun müziği kenny g. miydi? sonraları dinlemekten haz aldığım moustaki'nin lé météque'ni şarkısı, eski yazlara bir göz kırpmaydı.
            yaz'ın bittiği her yerde bir sararma yaşanacak. uzak yaz'da da yazdımdı 'köklerin sarsılmış, sarartmış içini unutmaktan uzak zaman.' bir kez daha okuduğum geçmiş yaz defterleri'nde kazım'ın tarlasındaki mısırların gövdeden başlayarak sararması. yazarın ifadesi ile bir yerlerim yeşil-olmakta direnmiyor mu hâlâ? kururken yaşamak hâlâ bu olmalı. bahçemizdeki elma ağacının kuruyan koca gövdesinin kesilip yere uzandığı o sonbahar gününde de gördümdü bunu. dalların bazıları yaşıyordu. beklesek bir sonraki baharın çiçeklenecekti muhtemelen o dallar. sararan frenkincirleri, zeytin ağaçları, yeşil sivri biberlerin rüzgârda hışırdaması. uzun saçları ile bir çocuğun rüzgârın önünde dikilişi, uzaktaki uçurtmaya bakarken. kazım'da bakar mıydı uçurtmalara? kitaptaki anlatıya göre bir gözü görmüyordu. ışıktan besleniyor her şey. bütün tadlarda ışıktan. hayatı tadarken, görmeyen bir göz acılık. uçurtma hep oralarda yükseklerde, bulutlara yakın. önlüklü çocuklar geçiyordur kapının önünden. onların yakalıkları hep beyaz.
            "neydi 'mutluluk' dediğimiz bizim? kestirmeden söyleyeyim: mutluluk algıdır." böyle diyordu yazar/şair. kazım'ın nebile'nin gözlükleri ile dünyayı görmesi de diyebilirdi mutluluk dediğimiz şeye. insanlar birgün birbirlerinin gözlerini ödünç alabilselerdi neye bakarlardı ilkin? ödünç gözlerle inilen merdivenleri dünyanın, kaygıyı azaltır mıydı? ben nereye bakardım ilkin o gözlerle? baktığım uzak yaz'larım değil miydi? var mıydı anların müziği? aydınlık günlerin içinden çıkagelen bitmekte olanın sesi, hüzünlü olduğu kadar dingin. huzur diyebiliriz buna. yaşamın hangi diliminde huzur sözcüğünün karşılığı verecek bir tabloyla karşılaştık? belki okuduğunuz ya da okuyacağınız bu kitapta, belli belirsiz hüzünlerin içinden parıldayan çocuk gözleri de var. bedeni yeniden keşfediş yaz güneşi'nde. şiirsel bir anlatı ile olgunluk evresinde yapılabilecek bir yüzleşme.
            bu kitabı okuduktan çok sonra bir salon dolusu öğrencininde bulunduğu bir akşam yazar/şair'in kendi sesinden şiirlerini dinliyorduk. " bir dağın uzantısı olmak / sana yetmediği zaman / gör ki sıra dağlar talanda..." bütün dağlarımın talan edilmişliği ve tanıksızlığım duruyordu karşımda. en yabanıl olanda kayboluyor ve bulunamıyordum iç coğrafyamda. belki çok sonra bende eski yazdığım defterlere dönecek ve o tarih atılmış zamanları yeniden tad alarak yaşayacaktım. acı da tatdı. "günlerden yola çıkarak geçmişi bir kez daha, sanki hiçbir şey değişmemiş gibi,..." hep isteyebileceğimiz bir dönüş hali. odalar dolusu kalabalık. avludan gelen seslere ötelerden eşlik eden çekirge sesleri. hem tenhaya sığındım, hem de tenhaydım.
            bir yazarı okurken onunla yaşamak gibi birşeydi sözünü ettiğim şey. arka sokakta oturan biri gibi tanıdık gibiydiniz. okula gidişini gördüğünüz. bıyığının terleyişini, ilk aşkının sızını, çocuğunun göbek kordonunun kesilişine şahitlik ettiğiniz bir tanıdıklık. madem bunca yakındınız o yaz'lara, eski bir sandıkta taşınırdı anıları bilirdiniz. eşyanın hayatımızda durduğu yer. çocukluğumda önce sahip olup, sonra ablamın hışmına uğrayan-onun olan artık- bavulumu elimden alışına kızarak, başka bir gün  bıçakla onu kenarından kesişim. kesik bavul duruyor odanın bir köşesinde. saklınızın yakınınızdaki biri ile paylaşamamaktı bu. ya bu koca defterin incelmiş yazlara doğru gidilen yerde karşınıza çıkması. nasıl bir yaşam bağışı. organ bağışı hayat kurtarır. her yazar birazda bağışlar size gözlerini ve kalbini. gövdesini yazmaktadır hilmi yavuz. yaşarken ölümü görmek başka gözlerde. tenin çoğaldığını, başka hazlarla yeniden keşfetmek yaşam cennetinde. iki yıl aynı yerden bakmak eskiye. yeniden kurmak sözcüklerle yaşananı, arınmak belki de iç fırtınalarından."benim tanıdığım kadınların dudaklarında hep fırtınaların tadı vardı. sevişmek o kadınlarla, fırtınalarla sevişmekti."
            "insanların sesleri bile değişir yazın bitiminde." daha önce hiç dikkat etmediğiniz bu durum, başka mevsimlerde de gösterir kendini. yenilenen ve değişen doğa, insan bedenine dinçleştirir ya da yorgunluk hissi ile dolmasını neden olur. kış'ın bitimine yaklaşırken görünen azıcık güneş sokaklarda insanların artmasını sağlar. daha ince kıyafetler giyerek soyunuruz kabalığımızdan. söylenecek sözleri çoğalttığımız koca bir kış dönüp durduğumuz içimiz biraz rahatlar. nar'a dururuz. dağlarda açan manuşak çiçeklerinin kokusu gelir yerleşir kalan boşluğa. o eski sayfalardan sızan bir kokudur. kokular kalır, biz gideriz. yaz, bir dağın uzantısı gibi heybetli. her yaz'ın bir sevi masalına dönüştüren bellekteki sesler ve kokular.
            "karşımdaysa, içine bir parça gökyüzünün gömülü olduğu ağaç duruyor." başka bir görüntü hayal etmeye çalıştımsa da başaramadım. o küçük şehri her içimden geçirdiğimde benzer şeyler düşünüyordum hep. bir dağ duruyordu orada, karşımda. sarı güller yeni açmışlar bahçede. dut ağacı yapraklanmış, çağla ağacı küçük bir ağızı hatırlatıyor, örtüyor pencereyi. gelecek yıl aynı şehirde olamayacağımı biliyordum. daha sonraki yıllarda nasıl değişecekti bu bahçe. akşam karanlığı çökerken evlerin çatılarından sızan güneş parçacıkları..."bu görüntüyü bulabilecek miyim, gelecek yıl?"sorusu işgal ederken insanın içini, sözcüklerden kuşku duysakta, bazı yanıtları öğrenmek için yaşamak gerekiyor. yazar/şair bir sonraki yıl kazım ve nebile'nin mısır tarlasında yapılan beton havuzu gördüğünde nasıl durup baktıysa kendi içindeki manzaranın değişimine, bende baktım aynı dağın uzantısına. başka biri evime taşınmıştı. bahçemde akşamları çardakta oturup sohbet ediyorlardı. hani bazı zamanlarda sessiz kalmak istersiniz-o bahçe sessizdi.-benim sessizliğimdi. o akşam nezaket gereği çay için davet ettiler. daha önceden tanıdığım insanlardı. bir kaç saatimi onlarla geçirdim. evinizi satmak zorunda kalmışsınızdır-türk filmi gibi düşünün.- evin yeni sahibi, orada yaşadığınız günlere hürmet gösterir ve bir süre daha orada bir sığınmacı gibi kalmanıza izin verir. günlerden cumartesidir. haftanın en uzun günüdür cumartesi. orada kaldığım o iki saat çok kötü hissettim. merdivenlerimin trabzanlarına dokunan eller soğuktu. her şey silikleşmiş görüntü sanki azalmıştı. tam da kazım ve nebile'nin bahçesinden görünen o dağın bir parçasının bir teselliye dönüşmesi gibi. dünyada her şey değişiyor ve azalıyordu. sarı güller yine salkım salkım açmıştı bahçenin bir köşesinde. yine teselliydi, gökyüzünün içine yerleştiği ağaçta görünüyordu bir sonraki yıl, kazım ve nebile'nin bahçesinde.
            hilmi yavuz "zaman'la uğraşıyorum. yanlış anlaşılmasın, geçmiş zaman'ın ardına düşmüş değilim ben;..." diye belirtir içinde olduğu bir ân'ı anımsamak isteğini. hani sizde zorlarsınız belleğinizi ve anımsamak istersiniz bir yüzü. bir kadın, bir çocuk ya da eski sokağınızda yaşamış ihtiyar bir adam vaktinde göçmüş. öyle bir ân'ı hatırlamak zorlaşır zamanla. sesler kendini koruyabilese de görüntüler yalnızca fotoğraflardaki gibi anımsanabiliyor. geçmiş yaz defterleri' nde  en etkilendiğim bölümlerden biri de yıllar sonra anne'ye  yazılmış bir mektup. "sesini içimden hiç esirgeme, olur mu?" yalnızca ara ara hatırlanacak olan olarak kalmak, bunu düşündüm uzun uzun.

            şehrin en işlek yerinde dolaşırken karşınıza çıkan biri kendi kendi ile konuşur, güler. sizde tuhaf karşılarsınız bu durumu -bende öyle karşılıyorum.- ya insanın sürekli kendi içine konuşmasına ne demeli? insan yaşlanırken 'iki başına yürümek' diye bir şeyi keşfediyormuş. kendi ile öteki kendinin söyleşmesi. geçmiş yaz defterleri, yazdan başlıyor temize çekmeye sizi. sonra yazın bittiği yerler ve elbette kış günleri. kitabı bitirip arkanıza yaslandığınızda eylül'de kalmış olsa da satırlar, siz başka güzleri dolaşırken bulursunuz kendinizi. güz'ün güllerin solmaya başladığı zamanlar. ah, cumartesilerinin başlayan başkalığı.


Serkan Türk-2004

4 Eylül 2013 Çarşamba

Göçmüşler Bahçesinde Bir Yazlık Sevi


Bir ağaç gölgesinin altında başlayıp otobüs koltuğunda devam eden okumalar arasında öyle cümlelerle karşılaşırsınız ki, yazar ve okuyucu arasında, ikisinin dışında kimselerin anlayamayacağı bir köprü kurulur ve siz o köprüden her geçişinizde başka tepeler, başka adacıklar, yalnız sahiller edinmek zorunda kalırsınız. “Göçmüş Kediler Bahçesi”ni okurken benimde benzer halleri yaşadığımı söylemeliyim. Çoğumuzun günlük yaşantımızda şahit olacağı olaylar başka bir ânın fotoğrafına dönüşür. İç dünyanızda gizli kalmış, yaşarken bir yerlerden edinilmiş izlenimler okuyucu dünyasında derin kırıkların belirginleşmesine sebep olur. Yitip giden değerler soyunuk bir beden gibi dururken, aynada yansıyan yüzünüz kâh ara sokakta geceleyin karşılaştığınız bir kirpiyi dillendirecek, kâh bir yengecin Donkişot oluşuyla ürpereceksiniz. Değişimi benimsemeyen insanın mücadelesi körlüğe dönüşecektir.
            "Kıyılar, kıyıya çekilmiş sandallar yavaş yavaş karla örtülecek." 
 Bilge Karasu ilk öyküsünde mevsimin değişimini anlatmaktan öte anlamları irdeliyor; kış ve yalnızlık. Kim bir Orfinoz kadar suyu yutacak ve denizin milyonlarca yıldır saklamaya çalıştığı gizleri fısıldayacaktır balıkçının kulağına? "Oysa ölümle bir araya gelmeden, acılar çekip parça parça olmadan, gönlün tazelenmez, yeniden doğamazsın."derken bile zamanın ağır ağır geçip gittiği anları düşünürsünüz.
Her yer deniz gibi karanlık ve sessizdi bu akşam saatlerinde. Üç beş saat öncesini düşlerken birkaç çocuğun çığlığı gelip geçti içimden. Kumların üzerinde küçücük ayaklarıyla koşuyorlardı. Kovalara doldurdukları taş parçacıklarını kumdan tepeciklerin üzerine dökerlerken yavaş yavaş üzerlerine doğru gelen dalganın hışırtısı işitiliyordu. Eskiden kendi de kaleler yapardı. Kalp resmi çizdiği de olurdu, sonra silinip giderlerdi suyun altında, su her şeyi karanlığına alınca. İsimlerinin baş harflerinin yitip gittiği o günler içinin sızısını saklamaya çalıştığı zamanlar-soru sormayın da demezdi kimselere- her yer daha sessizleşirdi. Bir kır kahvesinin önüne atılmış sandalye. Sırtını dayadığın ağaç bir kaç adım öteye çekilmiş olsa, Orfinoz’un kolunu yuttuğu bir adam yavaş yavaş omzuna doğru...
            Denizle insan ilişkisi bir alacak verecek davasıyla mı başladı bilemiyorum ama kimi gün balıkçılar kimi gün deniz kazanmış olacak ki kırgınlıkları uzun sürmüyor. Denize ilk gözyaşını düşürdüğünü de unutmaz insan, ilk misinayı bağrından çekişini de. "Deniz, analar gibi sevdiğini, dölyatağında tutup saklayacaktır, bir daha doğurmamak üzere" cümlesi ile bitiyor ilk masal.
            Bir kumlukta oynamaktasın. Güneş yengeç burcunda mıdır? Taşın altında bir serinlikte gizliyse bir yengeç, neden güneşe göz kırpsın ki? Gücünü nereden alır; bu öykü ona bir övgü ise neden bir kutu içine konulup saklansındı yazarın ifadesiyle kısacı? Delikanlı, suya girdiğinde tutup çıkarmış yengeci koymuş bir taşın üzerine."Dalgırlı mavi-yeşil renkli, kocaman bir şey" diyor anlatıcı onun için. Bizim serinlik düşkünü, onu tutup havaya kaldıranlardan biri ile garip bir savaşın içine girmiş. Küçük çırpınışlarına sesi de karışmış. "Yengecin seçtiği düşmanı olmayı kabul etmiştir." Hem gurur, hem öfke... Filmlerden edindiğimiz savaş görüntüleri gibi karşı karşıya ikisi. Gözleri birbirinin hareketinde. Biri, azıcık dalgınlığa düşecek olsa, diğerinin işini hemencecik bitirecek. Yengeç kendine yukarıdan bakan adamın kıskaçları ile yürüse de üzerine, bir başkası-onu sudan çıkaran- tepesine indirmiş sopayı. Çökmüştür mavi-yeşil sırtı. Güneşten kaçıp sığındığı kayanın altında onu koruyan kabuğu çatırtılar içinde dağılmıştır ama yengeç öfkesi içinde, düşmanın hüznü gözlerindedir. Tutulup suya atılır dağılmıştır ve kan sızmaktadır kabukları arasından. Taşın altındaki kovuğunda saklanmaktadır. Kan kokusunu alır çıyanlar. Yaklaşanları son bir güçle savuşturmaya uzak tutmaya çalışır. Düşman bellediği adam dayanamaz biraz önce üzerine yürüyen yengecin çıyanlara canlı lokma olmasına. Suyun içinden kaptığı gibi parçalar ayağının topukları ile yengeci ve incinmiş gururunu. Ve saklar bir kısacını bu öykü için.
            Yaz, kendini iyice hissettirdiği son günlerde iki yabancı gibiyiz. Bahçemdeki kavak ağaçları yavaş salınışları ile içimde bir serinlik duygusu oluşturamazken, karşı sokakta bir yabancı yüzü gibi gelip yerleşti içime masalın gölgeleri. Az önce pencerenin önündeki çiçekleri suladı kadın ve gökyüzüne bakındı işitir gibi seslerini. Uzun sessizliklerin ardından mı çıkıp gelmişti de, göz göze bakınmak hem heyecan hem de ürkünç hissettiriyordu. Odaları karşılıklı olsa bile iki yabancı ancak başka masalarda oturmalıdır.
Kocaman bir yağ kutusunda her yıl biraz daha azalan toprağa tutunmuş bir dikenli çiçek dururdu köylük yerdeki bir bacada. Zaman zaman sarıçiçekler verirdi dikenlerin arasında. Birilerinin çiçekleri koparmak ya da sulamak için evin çatısına, bacasına çıktığı da olmazdı. Başka evlerde bacalarda balkon ve bahçelerde ortancalar köpürürken, hercai, menekşe ve sardunya yetiştirildiğini de görmüştüm. Kitabın sayfalarını karıştırdığımız sırada karşılaştığımız “Alsemender Hikâyesi “ başlı başına dünya ile hesaplaşacağımız bir zemine çekiyor bizi. Alsemender yetiştirmek kimsenin aklına gelmemiş miydi ya da bu çiçeğe benzer ismini kimsenin hatırlamayacağı bulunmayan başka tür çiçek. Lâleye benzetiyor yazar çiçeği. Yapraklarını yiyen kişiye tesir eden bir etkiden bahsediyor. Gizlice çiçek yetiştiren bir araştırmacı ve etrafında yaşayan insanlar arasında geçen bir hikâye. Bir yaprağını yiyen yalan söylemeyi istese de söyleyemiyor. İki yaprağı bir çılgınlığın eşiğinden geçiriyor sizi. XIII. yüzyıldan kalma bir kitap veya daha önceki yıllardan kalma bir yazma eserde karşınıza çıkması olasılığı olmayan, hayali bir çiçek adı Alsemender, onuncu masal niyetine çıkıyor karşımıza.
            Nasıl bir oyun içindeyiz, kim farkında? Bazen kendinizi bir taş gibi hissettiğiniz, bir piyon gibi söyleneni yaptığınız olmadı mı? Bir şehirde yabancı olmak; müzelerini, parklarını, bahçelerini gezerken edinilecek gizli bir bakış gibi. Otel odasında kartpostallar arkasına acele ile yazılmış dilekler. İnsan yaşarken yeni keşifler yapar ve eski alışkanlıklarını yer yer bırakır, terk eder. Bir zaman gelip aynı şeyle-bildiğinizi düşündüğünüz- karşılaştığında en sıska acemimizin göstermeyeceği beceriksizliği gösterip sonunu hazırlar.
            Hayatında bir kirpi ile söyleşmiş kaç insan vardır evrende? Hikâyelerde her şeyle söyleşebilirsiniz. Kimi gün bir masa, eskimiş bir daktilo veya bisikletin pedalı konuşmaya başlar aniden. Susturmak istemezsiniz. Dikenlerini gösteren, sizi düşmanı belleyen bir kirpiyi geceleyin bir duvar dibinde görüp sesini işittiğinizde buna şaşırmayacaksınızdır. İnsanların kendisini yemek için paylaşamadığını düşündüğü gibi, iyi insanların da yaşadığını düşünecektir belki. Doğup büyüdüğü eve giderken başına geleceklerse sadece hayal dünyanızda canlandıracağınız bir şey değil. Eski oyunlar oynadığınız arsalar kazılmış, anılarımız çalınmıştır. Yaşadığımız evlerin yıkıkları arasından geçip gitmiş bir hayatımızı düşünmek ne kadar üzücü. Giderek mekanikleşmiş yaşamların hepimizden aldıklarını bir kirpinin dilinden dinlemekse ürpertici.
            Bir ip cambazı ölümü görürse bir ben'dir ölüm, ansızın yüzünüze gelir yerleşir."Ölüler içinden soğumağa başlar galiba." Hayatınız boyunca bütün öğretilerin, bütün yaşanılanların sizi gün gelip bir boş arsaya bırakacağını bugünden bilemezsiniz.
            Göğsünüze gelip dolacak, yer edecek hıçkırık benzeri bir an yüzünüze bakacak ne az insan varmış, hayıflanacaksınız. Yazar hikâyesinde kahramanı gökyüzü ile karşı karşıya getiriyor ve "oysa gökyüzünde görülecek bir şey yoktu." diyerek sizi boşluklara bırakıyor.
            Şehrin kalabalık caddelerinden geçerken mi görürsünüz kartpostal satıcılarını? Başka manzaralar, kent görünümleri. Tatil beldeleri hep sizi kucaklamaya hazır gibi duran daracık sokakları, merdivenli sokakları ile birkaç haftalık yorgunlukları saklar. Kıyı kahveleri yalnız âşıkları, mutlu bir görüntü sergilemeye gelen aileleri ve daha nicelerini çağırmıştır uzaklardan. Size de olmuş mudur uzaklar çağırdı mı, sesini işittiniz mi gitmeseniz içinizdeki kuş ölecek sanırsınız. Onu kafesinden salıverseniz konacak bir dal, çiçeğini yeni açmış bir kayısı veya çok yapraklanan bir kavak hışırtısı, rahata ermesini sağlar mı dersiniz içinizin?
            Gidip görmelisiniz, tarih kitaplarında adını bildiğiniz, kimi zehirli bir içki ile ölüp gitmiş, kimi kılıç darbesiyle son nefesini vermiş kahramanların yaşadığı sokakları. “Geceden geceye arabayı kaçıran” isimli hikâyede yıllarca hayalini kurduğu Sazandere’ye gidemeyişini, gitme isteğini her duyduğunda başka nedenlerle bu isteğini yerine getiremeyişini yazar anlatılıyor. Çarpıcı bir son bekliyor okuyucuyu. Karanlık gece, alışıldık sesler duyamamak ve 'buna da alışırım' diyebilmek. Üşümüşlüğünü yanan odun ateşi ile giderme ve etrafında dişsiz ağızlar, çökmüş avurtlar, çukurlaşmış gözler… Ve ölüm bir yol alma isteğidir.

            Göçmüş Kediler Bahçesi’nin sayfaları arasında sizi bekleyen şiirsel bir anlatım. Şu koca evrende-bazen tersini de düşünürsünüz- yere sağlam basacak ne kadar az yer var. Bilge Karasu, hikâyelerini sağlam bir zemine oturtuyor. Yıllara yayarak tamamladığı hikâyeleri beklentilerinizi gün aydınlığından karanlığa doğru yaklaşırken sorguluyor.

28 Ağustos 2013 Çarşamba

İlhan Berk Giderken


gece yeni bir ölüyü saklıyor benim için
kâğıtlar birikiyor ayakları sallanan masasında
bir uç beyi fırçasıyla yeniden ürüyor şiirde

sarı bir gece lambası yanıyor
kalemlerin üzerine düşüyor gölgesi
boynuna dolanan o kış atkısı ve sesleri kartoplarının
duruyor kitaplarının arasında

çiçekli minderi koltuğuna yapışmış
bekliyor kemikli gövdesini gövdesi
kaç yıl aynı ten yapışmış ruhuna da uçuvermiş o kırmızılar
yalnız narlar açılmış bir boşlukta tanrı’ya
elleri habersiz bundan

ay belli belirsiz örtüyordu örümcek ağlarını
kimi hışırtı dedi gelip geçene
kimi ninni sandı duyduğu sesleri

uzun bir karartı avluya düşüyor ve dallara söylüyor gittiğini
öğleyin kuşlar duyuyor yapraklardan
bizlerde böyle yaşayıp gidiyorduk
hepsi bu

masasının yanında duran kavanoza boya kalemleri değil de
şekerler doldurmak istiyor
verilmek üzere çocukların avucuna.

  


Serkan Türk

içimiz çölse biri geçmiştir kitabından.

26 Haziran 2013 Çarşamba

Otuzların Kadını


Geçtiğimiz sabahlardan birinde çevresi ağaçlarla çevrili bir pastanede bugün küskün olduğum bir arkadaşımla oturuyordum. Masamızın hemen yakınlarında duvara monte edilmiş büyük ekran televizyonda eski bir şarkıcının klibi oynuyordu. İkimiz bir şeyler konuşmak yerine doğru sözcüğü arıyormuş gibi susuyorduk. Aramızdaki gerginliği azaltacak o sözcüğü ve başlangıcı yapamadık. Çevremizde oturmakta olan yüzlere, kahvaltı tabaklarına, çeşit çeşit tuzluklara, peçetelere, küllüklere,  sandalyelerin arkalarına asılmış yağmurluklara, kazaklara bakıyorduk. Bir yandan düşünüyorduk geçirdiğimiz süreci. Bizden birkaç masa ötede iki yazar oturmuş bir konu hakkında hararetli konuşuyordu. Yazarlardan birinin sıkı okuru sayılabilirdim. Diğerini son on yıldır dergilerden okuyordum. Hatta bir etkinlikte yan yana gelme fırsatını da yakalamıştım. Tanıdık bir yüz görmüş olmanın sevinci doldu içime. Sanırım benim sürekli yaşadığım kentte değildi bu pastane. Daha önce de gelmemiştim.
İkimiz de o sessiz geçen dakikalardan sonra karşılıklı oturmaktan sıkıldık ve kalktık masadan. Nasıl vedalaştık? Birbirimize neler söyledik, sarılıp mı ayrıldık hatırlamıyorum. Bazı şeylerin hafızanızda neden yer etmediğini bilemezsiniz ya bunun nedenini bunca gün sonra bile bulamadığımı fark ediyorum.
Bir süre pastanenin etrafındaki ağaçların altında yürüdüm. Baharın kendini yeni yeni hissettirdiği bir dönemden geçiyorduk. Ağaçlar çiçeklenmiş, çimler daha bir yeşildi. Gökyüzü olabildiğine mavilik içinde.
Sonra pastaneye geri döndüm. Bu kez az önceki masanın etrafı daha kalabalıktı. Daha önce ikisi dışında yan yana görmediğim insanlar bir konu üzerine konuşuyordu. Masaya doğru yürürken Karin Karakaşlı ile göz göze geldik. Hemen ardından Müge İplikçi ve Ercan Yılmaz’la… Tomris Uyar’ın sırtı bana dönüktü.  Omuzlarından dökülen mor bir şalı vardı. Yanlarına yaklaşıp selamlaştım. Göz göze geldiğimiz an bana göz kırptı.
Cemal Süreya, Edip Cansever ve Turgut Uyar’ın hakkında şiirler yazdığı özel bir kadındı Tomris Uyar. Neşeli görünüyordu. Onunla karşılaşmaktan mutluluk duydum. Birkaç sene önce öldüğü bir an için bile gelmedi aklıma. Nedense Otuzların Kadını kitabındaki yağmurlu günü anımsadım. Tepedeki eve ulaşmaya çalışırken yardım istediği genç çocuğu. Yolun bir yerinden sonra tedirgin oluşunu ve çocuktan kurtulmak için etrafına yardım isteyen gözlerle bakışını ve düşüncelerini. Hikâye bana kalırsa Çengelköy sırtlarında geçiyordu.
Ben bunları düşünürken Tomris Uyar masadan kalkıp birkaç metre uzaklaştı.  Elindeki fotoğraf makinesini daha sonra fark ettim. Ercan yanımdaki sandalyeye geçti. Müge ve Karin birbirine yaklaştı.  Masaya ben oturduktan sonra Karin’in yeni çıkan kitabından bahsettik.
“Kitabın çıktığı günün anısına gülümseyin” dedi Tomris Uyar. 
Küskün olduğum arkadaşımla az önce oturduğum masaya sarmaş dolaş mutlu bir çift oturdu o an. Bir an gözlerimi onların üzerinde buldum. Kız, bahar çiçekleri gibi güzeldi. 
“Genç adam, makine bu tarafta bu yöne bakacaksın” dedikten sonra Tomris Uyar flaşı patlattı. Flaşın etkisiyle gözlerim kamaştı, başım döndü bir an.  Karanlık bir koridordan koşarak geçtim sanki.

Gözlerimi kapatıp açtığımda odamda buldum kendimi. Duvardaki poster yerindeydi. Başımın üstündeki ağaçların dalları tavana doğru uzanıyordu. Tuhaf bir duygu içinde yatakta sola döndüm. Hepsi rüya olamayacak kadar gerçekti. Masanın üzerinde yarım bardak su ve sıkı bir okuru olduğum Ayfer Tunç’un son romanı Yeşil Peri Gecesi duruyordu. 

10 Mayıs 2013 Cuma

her şeyin güzel olma nedenleri üzerine bir değerlendirme


Günden güne, bunalmış, eli kolu bağlı insanların oluşturduğu bir topluma dönüşüyoruz. Rutin yaşamlarında sorunlarıyla, geçim sıkıntılarıyla, ülkenin aniden değiştirilen gündemlerini kaygıyla izleyen, çeşitli açmazların koynunda mutsuz insan suretleriyle dolu yanımız yöremiz. Globalleşen dünyanın sömürü düzeni, insanların iç dünyalarında ve etik değerlerinde de yitimlere neden olmakta, duyarlılıklarını erozyona uğratmakta. Bu tabloyu izlemek üzüyor ve yoruyor beni… Elime bir fırça alıp Türkiye haritasının üzerine, maviler, turuncular, rengârenk bir gökkuşağı boyamak istiyorum!
Yaşamı güzele dönüştürme çabasında, her geçen gün biraz daha kaybolan insan duyarlığını canlı tutabilme uğraşındaki sanatçılarımızın yarattıkları güzellikler, içimizi kanatan ülke gerçeklerine ne kadar katkıda bulunabiliyor? Ben inanıyorum ve gözlüyorum ki, ülkemin sanatçıları, tüm olumsuzluklara karşın duyarlılıklarını ortaya koyuyorlar, direngen bir umutla güzelliklere açmaya çağırıyorlar yürek gözümüzü…
“sözüm söz, sesim sana iyi olmayı öğretecek!” diyen genç bir şairle birlikte şiir yolculuğumuza çıkıyoruz bu kez. Serkan Türk; “her şeyin güzel olma nedenleri” adlı ilk şiir kitabıyla yaşamı sorgularken, doğanın yaratıcılığıyla beslediği şiirleriyle, insana dair olanı, güzel olanı duyumsatıyor okuyucusuna…
Serkan Türk,” her şeyin güzel olma nedenleri” adlı kitabında şiirlerini  “ kıblesi olmuşsun yüzümün” ve “ zaman benim acı yontucum” adlı iki bölümde toplamış. Her iki bölümde de on dört şiir yer alıyor.
“bütün kederler bir gün gelir eskiye döner” diyor şair, çünkü yaşamı güzelleştiren o kadar çok şey vardır ki, çok uzak değil “geçmiş” olan dün için bile;“ sana açtığım kapılara, baktığım gökyüzüne/ rüzgâr fısıldayacak taş binaların arkasından/ yalnız ağaç eğilecek ardından kırılmış cama/ oysa anı diyecek birileri yaşanmışa/ yaşanmamışına üzülecek birileri de”…  Hayata açılan pencerelerden bakarken o kadar çok olumsuzluklarla karşılaşıyoruz ki, insan olarak küçük mutluluklara tutunup ayakta kalmayı başarmak düşüyor bizlere. Unutmalım ki her şeyin güzel olma nedenleri, biraz da yaşamı sorgulamaktan geçiyor; “yazın sırrıysa beklemek, aşk benim/ sesime yakışır, sende büyür/ ne kadar dağ varsa durur orada/ duvarda atlas, kıyımda deniz/ geçerim her kenti ödünç bir sabırla”… Nedir mürekkebi kurumuş bir dalgakıran? Denizin maviliği mi yitmiş yetim gecede, sevgilinin dokunuşlarını anımsayan yalnız parmaklar uzaklıkları çizerken kâğıtlara;
“ gittiğin belli değil/ sana uzandım orası çöl/ içim eski bir pazar kadar dağınık”…
Eğrelti otları, meşe palamutları, ıtırlar… Şiirsel sezgiyi ön plana çıkarmaya çalışan şair, doğanın güzellikleriyle şiirin okuyucusunu içine çekme çabasında, kendi evreninin kapılarını aralamaktadır. “kimin sessizliği böyle kırmakta gönlümü/ yoksun gün devirmekte kırkını”… Mavi bir gökyüzü altında, küçük bir ağacı sallayan çocuklar kadar umut dolu oldunuz mu bir yokluğun ardından; “yalnız bırakışın sokağı aklımda/ gözlerime üşüşen sahipsiz bir bulut/ alıp başını gider içime ovduğun gül/ kalır aklımda”… Sevdiklerimizin gölgesi kalmıştır ayrılıklardan geriye ki, içimize eğilen kuyunun suyu ne görür iyileşmeyecek yaralarımızdan başka? “hepsi resim kâğıdının üzerine düşmüş bir sarı/ narlar da ayrılıklardan gelir/ dağılan sonbahara kalmış bütün kederler/ öpüşün bir denize açılmakla aynı anlama gelir”…
Babanızı kaybettiniz mi siz bir güz sabahında? Anneniz, kararan bulutlara bakarak bekledi mi yağmurları babanıza sarılacağını sanarak? “ babam bir çiçek şimdi, adsız bir ot/… / babam bir güz ölüsü,/ bu yüzden sevmem kasımı/ dökülen yapraklarını ağaçların”… Su dökülmez her gidenin ardından, toprak dökerek uğurlamıştır şair “önemli bir şeyini”, bu yüzden der ki; “sırtıma alamadığım için acılarını içimde taşıyorum”…
Şair Serkan Türk, iç yolculuklar, geçmişe dönüşler, uzağın ve yakının çağrışımlarıyla besleyerek arıyor, sorguluyor “her şeyin güzel olma nedenleri”ni… Ayrılıklar üşütür içimizi, boşluktur bize kalan gidenlerin ya da yitirdiklerimizin ardından, yıldızları kayar göğümüzün, dağınık bir odada çınlar sesimiz; “ kaç çığlığımı görmezden geldi zaman/ göğsüme dar gelen sözcüklerimi/ fısıltıyla bıraktım gökyüzüne/ bu bulutlar/ yeni bir ülkeden gelmiyor/ biliyorum” ve bildiği bir başka şey; “insanın sesinde yalnız uçurumlar değil/ sarp yamaçlarda birikir”
Şair Serkan Türk, gerçek hayattan beslenen şiiriyle kendi yolunda akan bir ırmak gibi, diline yeni olanaklar kazandırma arayışını sürdürüyor; “ sen hiç kimsenin elleri/ yalnızlığın kiriyle çoğaltırsın gövdemi/ gözünü bilen uzaklardan/  kalbimin içtiği su, gözyaşı/ bütün susmaların ondan tufan”… Ayrılıklara kısa çizgiler kala, içimizdeki gölgesi kısalıyor akşamın, gönlümüzün kumbarasında zamanın fotoğrafları…”yelkenlerimi indiriyorum yalnız senin denizlerinde/ sularında kalbim oyuncak bir gemi dönüyor/ dokunuyor fırtınam içimde/ ah yalnız tanrım, sana da dokunuyor mu/ benim tek başınalığım”…
Günden güne içimizde körelip yok olan “aşk”a sahip çıkma adına, gözümüzü ve yüreğimizi açık tutalım, çünkü her şeyin güzel olma nedenlerinden en önemlisi değil midir aşk?
Değerli şairimiz Arif Damar, şiir konulu bir yazısında diyor ki; “Şiir deniz gibidir. Nasıl denizi kimse anlatamazsa şiir tıpkı öyledir. Şiir bir yelkenlidir. Bir korsan yelkenlisidir. Hayduttur şiir. Şiir aldatmaz, çalıp çırpmaz. Doğruluktur şiir, emektir, alın teridir. Şiir inatçıdır, hırçındır ve hep ama hep yürür gider.”
Sevgili Serkan Türk, şiirin çetin yollarında azimle yürürken, yelkenlin sonsuzluklarda güzelliklere açılsın ve günlerimiz sanatın, müziğin, şiirin uçurtmasında salınsın.


Her şeyin Güzel Olma Nedenleri/Dedalus Kitap/Nisan 2013

Neriman Calap

9 Nisan 2013 Salı

'Her Şeyin Güzel Olma Nedenleri' Üzerine


her duyduğum ölüm kamburum
olurdu. sonsuz gökleri sarsardı yağmur
ellerinde kir birikmiş günahkar bir kadın
beyaz bir çarşafı gererdi bahçesinde

(notre dame'ın küskünü)


Bülent Şanlı: Bu şiirlerin bir evi var, dönüp dolaşıp sığındıkları. Atların, avluların, rüzgârın, göğün ve ayrılığın yanıbaşında bir ev. - Deyişi şiire varıncaya dek ince duyarlıklarla örmek. Bunun ardında kazanım ve yitirmelerin doğurduğu çığlığın yansısı, yaşanmışlıklarla bezeli bir zaman dilimi var, ' ağlayınca boşluk oluyor, gidince yokluk'.Şiirlerin yazılma sürecinde neler yaşarsınız. Hangi 'şey'ler o düşsel yazı odasında size eşlik eder?

Serkan Türk: Çocukluk dönemlerimde her yıl çıkan ajandalardan edinmeye özen gösterirdim. Her günün karşısına mutlaka yazılacak birkaç cümle. Sonraki dönemlerde günü gününe olmasa da haftada bir, ayda iki kere yazmaya özen gösterir olduğumu anımsıyorum. Sürekli yazma alışkanlığı kazandıktan sonra bu gün kavramı değişti tabii. Yazabildiğim her anın öncesinde çok büyük sessizlikler ya da büyük gürültüler gelir yakalar beni. Penceremin dışındakini, odamı, bahçemi, uzaklardaki dağların fısıltılarını duymaya çalışırım. Sanki içimdekine bir şey söylemek ister her biri. Giderek duyumsadığım o uğultu dinlediğim müziğin de etkisiyle sözcüklere, mısralara dönüşür. Bittiğini düşündüğüm bir metnin, şiirin sonrasında inanılmaz bir gönül rahatlığı yaşarım. Kendimi üzerek, kanatarak, kışkırtarak ve bilmediklerimi keşfettirerek yaşamayı öğretiyor bana yazın odası.

'' Mutluluk bir çeşit dengesizlik işi… ''


Bülent Şanlı: Bir şeyleri söylememek, o boşluğun imlediği aslında söylenilmeyenin bahsini açmıyor mu dolaylı olarak. Her Şeyin Güzel Olma Nedenleri'nde yazıya geçmeyen ama suskuda ifade bulan coşkular, kırıklıklar yok mu? Bunlardan bahsedebilir misiniz?

Serkan Türk.: ‘Zaman acı yontucum’ derken sanırım tam bunu demeye çalışmıştım. Yaşam deneyimlerimiz bizi diğerlerine karşı hazırlar. Nerden, nasıl yaralanacağımızı biliriz. Bilinçli olarak bazen izin verdiğimiz de olur kanatılmaya. Yalnız bir şeyi kendimize yön seçer ve seçtiğimiz yöne doğru koşarız. Düştüğümüz de olur, her şey güzel giderken vazgeçmişliğimiz de. Mutluluk bir çeşit dengesizlik işi… Tam olarak yakalamanın mümkün olmadığını anladığınız anda size doğru gelmeyen şeyleri yapar bulabiliyorsunuz kendinizi. ‘allah biliyor gönlümüz bazen şen/bulduğumuza şükrediyorum birbirimizi’ dedirten gerçekte böyle bir şey. ‘ah yalnız tanrım, sana da dokunuyor mu/benim tek başınalığım’ ı söyleten de. Kitabın büyük bölümü iki mevsimde yazıldı. Elbette yaz’ın ve güz’ün seslerinin daha çok sindiği bir kitap oldu. Kapaktaki şeytan tüyü çiçeğinin seçilmesi de bir şeyi imliyor. Gerçekleşemeyen dileklerimizi benimser olduk.

Bülent Şanlı: Birçok yazarın yazın yaşamında ürünlerinin şiir, öykü ve roman sırası dikkat çekmiştir.'Şiirle başlanılmış sonrasında öykü ve en nihayetinde romana ulaşılmış' mıdır? İki öykü kitabınızın olduğunu da göz önüne alırsak sizin yazma serüveninizde türler arası kurduğunuz diyalog ve yazma ediminizi yönlendiren savlar nelerdir?

Serkan Türk: Esas olan yazabilmek olsa gerek. Şiirle bağım öyküden daha eski. Zaman zaman insan iyi arkadaşlarını kaybedebiliyor ya da nedensiz uzaklaşabiliyor. Belli aralardan sonra yeniden yan yana geldiklerinde her şeyin aynı kaldığını, devam edebildiğini görüyor. Benim düz yazıya yakınlığımdan sonra şiirle yeniden buluşmamı bu arkadaşlığa benzetiyorum. Aradan ne kadar süre geçerse geçsin hep aynı dosttan bahsetmekten haz alır gibi şiirim yazılarımın içinde oldu. Şiirime de öyküsel ifadeler yerleştirmeyi belki bu yüzden seviyorum. Büyülü olan sözcükler ve söylenebiliyor olmaları. Ben romana ulaşır mıyım, şimdilik kuşkularım var. Biraz daha şiir ve öyküyle devam edecek serüven.

''Hiçbir şair yüzüstü bırakmadı beni.''

Bülent Şanlı: Her Şeyin Güzel Olma Nedenleri ”' nde Meriç'in Suyu adlı bir şiiriniz de var. Edirne sizin için özel bir şehir olmalı.

Serkan Türk.: Bazı kentlere hiç gitmeseniz de o kentin sizin belleğinizde başka türlü bir yeri olabiliyor. Duyduklarınız, okuduklarınız ve dinlediklerinizle oluşan bu fikir size farklı kapılar açabiliyor. Seksenli yılların sonunda ülkemize bir şekilde kaçak yollarla girmeye çalışan insan hikâyelerini, suyun fazlasının nasıl bizi acılara boğduğuna dair haberleri duyarak, yaşadığım kentten kilometrelerce ötede bu kentle bir bağ kurduğumu hissettim. Sonra bir gece ansızın kendini yazdırdı şiir. Tunca’yı, Meriç’i yalnız o zaman haber bülteninde görmüşlüğüm vardı. Edirne’yi sonraki yıllarda görme fırsatını yakaladığımda daha iyi anladım nedenini. Meriç’i akıp gittiği nehir yatağı, çevresindeki o büyük ağaçlar ve üzerindeki gökyüzü tanıdıktı benim için. Nehrin üzerindeki köprüde durup yeniden soluklanma şansım olsun istiyorum.

Bülent Şanlı:  ''Yazarlardan çok şairlerden beslendiğim doğru. Bir dizenin sizi alıp götürdüğü yer bir öyküye sığamayacak kadar geniş olabiliyor. Şairlerim, sözcükleri paylaştığım akrabalarım hepsi. Ruh akrabalığımız yıllardır sürüyor. Büyükbabam sigarası için ‘tek arkadaşım’ derdi. Hiçbir şair yüzüstü bırakmadı beni.'' demişsiniz bir röportajınızda. 'Her Şeyin Güzel Olma Nedenleri'nde Gülten Akın, Ahmet Oktay, Haydar Ergülen, Birhan Keskin, gibi şairlerden alıntılar yapmışsınız. Şiirinize yön veren, sizde sarsıcı bir etki bırakmış şiirler şairler söyleyebilir misiniz?

Serkan Türk: Bahsettiğiniz şairlere ilave birkaç isim verebilirim. İlhan Berk, Hilmi Yavuz, Kenan Sarıalioğlu, Behçet Aysan, Çiğdem Sezer, İbrahim Tenekeci, Derya Önder gibi. Farklı şiir anlayışlarına sahip bu şairlerin benim duygu ve düşünce dünyama yansıma biçimini tam olarak kestiremesem bile, her şair yeni gözler demek benim için. Ve edindiğim yeni gözlerle soluk alan çalıyı, taşın sesini, güneşin sevecenliğini duyumsayabiliyorum. Bu da az şey değil sanırım.


Bülent Şanlı:  Son olarak 'Düş' okurlarına neler söylemek istersiniz ?

Serkan Türk.: Şiir okumak için yalnız aşık olmak gerekmez. Günde vitamin niyetine bir şiir bütün uyuşmuş yerlerinizi fark etmenize yeterli gelir. Ülkemizde olup bitenleri anlayabilmek için birbirimize bakmayı başarmamız gerekiyor. Bunu yapabilirsek kolaylaşacak başkalarına sarılmamız, bir arada yaşamamız. 

Düş Fanzin Söyleşisi-Bülent Şanlı

4 Nisan 2013 Perşembe

ADA DERGİSİ KARADENİZ EDEBİYAT BULUŞMALARI-3


ADA DERGİSİ KARADENİZ EDEBİYAT BULUŞMALARI-3
Ada Dergisi ve Türkiye Yazarlar Birliği Trabzon Şubesinin birlikte organize ettiği Karadeniz Edebiyat Buluşmaları'nın 3.sünde Serkan Türk bu defa genç kuşağın iki önemli romancısı Güray Süngü ve Işık Yanar'ı konuk ediyor.
Oğuz Atay Roman Ödülü ve Türkiye Yazarlar Birliği Roman ödülünü kazanan Güray Süngü, Son romanı Taşra Şairi ile dikkatleri üzerine çeken Işık Yanar yazma deneyimlerini ve merak edilen soruları yanıtlıyor.
Trabzon Sanayici ve Girişimci İş adamları Derneği (TSGİAD) ve TÖMER Dil Merkezi Trabzon Şubesi ve Teorem Sanat Merkezinin katkı sunduğu Karadeniz Edebiyat Buluşmaları'nın program günü ve saatleri şöyle:
5 Nisan Cuma günü KTÜ İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü 17:00-19:00 arasında, 6 Nisan Cumartesi önce Teorem Sanat Merkezinde resim bölümü öğrencileri ile 13:00-14:00 arası özel bir söyleşi gerçekleştirecek olan yazarlar son olarak aynı gün Trabzon Sanavevi’nde Salon Garaj’da 17:00-19:00 saatleri arasında Karadeniz Edebiyat Buluşmalarında kapsamında okurlarla buluşacak ve ardından kitaplarını imzalayacaklar.
Ada dergisi editörü Serkan Türk’ün sunduğu program kapsamında geçtiğimiz aylarda Mehmet Yaşın ve Yavuz Ekinci’de Trabzon’da okurlarla buluşmuştu.

31 Ocak 2013 Perşembe

Çöl'de Şaire Rastlamak

her mısra şaire ait/ niye kendimi okuyormuş gibiyim? / şiire başlamak mümkün de / şiiri bitirmek neden imkânsız? / mısraları unutsam kelimeleri hatırlıyorum/ kelimeleri unutsam harflerin sesleri yankılanıyor / bütün şiirleri tersinden okumayı diliyorum/ daha çok unutmak için…
Çöl’e telmihte bulunmuşsa şair uzak bir yolculuğa hazırlanmak düşer okuyucuya. Şair
uzakta olanı bile yanı başındaymış gibi anlatır.  Biz yanı başımızdakine bile uzak düşeriz. Hayat ve şiir/ tezat: ” İçimiz çölse biri geçmiştir.” Bazıları da içimizden geçip çöle varmadıysa ne yazık!  İçimiz çölse dışarıda bir vadi mi vardır? Bereketli topraklardan, gürül gürül akan sulardan sonra bir çöle nasıl varır insan? Daha doğrusu çöl’ün mecazları çoğaldıkça  anlamı değişir mi?  Serkan Türk’ün Serander yayınlarından çıkan şiir kitabı  – içimiz çölse biri geçmiştir- adını taşıyor.  Kitabın kapağındaki resmi ve bu mısrayı birlikte okuyunca çöl uzun bir nehre dönüştü zihnimde. Çöl ve nil. İki  hece ayrı ayrı ve birçok şeyin özeti. Uçsuz bucaksız bir kumda bir yolcunun ayak izleri. Çölün gövdesinde biriken anılar derken bir kum fırtınası ve her şey tarumar. Aşka sonundan başlamak. Nehir çölün neresinde? Nehir şairin kalbinde, kelimelerinde okurken duyuyorum suyun / şairin sesini.   

“her dua bir yalnız işi
kimin sessizliği böyle kırmakta gönlümü
yoksun gün devirmekte kırkını”

Mırıltıların duaya dönüşmesi mi, sessizliğin bir yontucu gibi şairi yontması mı yokluğun yoksulluğu mu hangisi olduğunu bilemediğim çağrışım uzak duran bir sevgilinin imgesini belirginleştiriyor zihnimde. Kimseler anlamıyor bu uzaklığı. Şair de mi? Evet en çok o anlamıyor. Aldanmayın şairlerin her şeyi bildiklerine! Kitabın sayfalarını çeviriyorum çöl’e başlar gibi. “terleyen bir kalp” kitabın ilk bölümü. Hatırlıyorum kalbimin terlediği anları ve kalbinden terlemeyi bilemeyenleri. Şairlerin yüzleri terler önce sonra kalpleri biliyorum. Bir çöl nasıl geçilir ki başka türlü.
           
“hem ağrısısın içimin
 hem istediği şenlik”

Ağrıyan bir ben özlemle bekler ağrının dineceği zamanları. Uzaktaki bir zamana postalanan bu dilek, uzaktaki sevgilinin bir gülüşüyle gerçekleşecektir. Ne var ki o gülüşün bir tarihi yoktur. Şair ve dil’e dökülen yalnız olamama hali/ yalnızlık şairin en yalın hali

            “her sarsıntı bir başlangıç,
            dallarımı kıran rüzgar
            uykusuz geceleri kovamadığımdan
            peri’ye kıyamadım
            içimin bıçağıyla oydum durdum gövdemi”

Oyulduğumuz yerden bir başkası çıksa. Ne çok başkaları olur bize benzemeyen. Bize benzemeyenleri sevişimiz öldürüyor bizi. Ölmemek için başkasını doğuruyoruz.
            “o peri’yi öldüresiye sevdim içimden “
İçimizden sevdiklerimiz! İşte nehrin kıvrıla kıvrıla akışı yeniden çölün sessizliğini unutturuyor bana. Şairin hatırladıkları okuyucunun geçmiş yaşantısıdır.


            “benim sırtım kime dönük
             tanrı bilir o değil mi içime dolduran ağaçları
            susayan nehirleri kalbimden geçiren”

Tanrı en çok içimiz çölken mi anıyor bizi? Ve biz neden duyamıyoruz Tanrı’nın bizi andığını. Şair duyuyor duymasına da kilidi kırıp  bir adım öteye geçemiyor.

“ben kendimi dike dike
söke söke derimden
bazı kazak, bazı çorap
ördüm içimde”

Sökmesini bilen şair, örülense şiirdir. Kim için örüldüyse şiir “ona” yokluğa emanet! Şairi var eden her mısra ‘o’ nu daha da uzaklaştırıyor. Susmak için, noktayı koyabilmek için bazen ne çok konuşuruz. Anlattıkça hafifleyip, içimizdeki yükten kurtulacağımızı sanırız. Bir el, içimizde öre durur anlattıklarımızı, bir de bakarız her şey yerli yerinde.

Kitabın ikinci bölümü “ kaburgalar ülkesi” kalbime dokundum! Yerindeydi evet! Bütün iç organlarım da yerli yerindeydi. Ve kaburgalarım bir zırh gibi gövdemi örtüyordu. Şair ne diyordu:
sahip çıkılmamış bir kalp duruyor
            ölü doğmuş bir çocuktur aramızdaki mesafe
görmek acısı, yurdu uzak kaburgalar ülkesi
yollar köprüler atılıyor.

“ölü doğmuş bir çocuktur aramızdaki mesafe” uzaklığın en uzak hali. Ne denir ki! Susmak geliyor içimden.

“bana kendi dilinde sus yaşlı dünya
sana bütün dillerde yanayım”

Serkan Türk’ün ikinci şiir kitabı imge yüklü. Çöl’den geçip de gelmişlere, çöl’ü hiç bilmeyenlere,  içi çöl olanlara ve de uzaktakilere gönderilmiş mısralar yalnızlığı en yalın haliyle duyumsatıyor. Açılmayı bekleyen kilitler vardır. O kadar uzun sürer ki o kilitleri açmak. Her okuyucunun açtığı kilit farklı olacaktır. Kim bilir kaç okuyucunun düş gücüyle açılacak kilitler? Ne yazık hiç birimiz o anı göremeyeceğiz yine de hissedeceğiz…

                                                                                    Arzu ALKAN ATEŞ       


ayna insan dergisi 6.sayıda yer almıştır.

10 Ocak 2013 Perşembe

gece defteri

beni unutuyorsun artık
aşkını unuttuğun gibi unutuyorsun
yavaş yavaş siliniyor her şey belleğinden

kiminin yazgısı belirirken
kiminin ömrü tükeniyor bu karanlıkta

ah gece, sesini duyduğumdan beri
yıldızlarına bakıyorum
uzun uzun öpüyorum gönderilen mektupları

eskiyen bir yaz’ı buluyorum resimlerde
uzayıp gidiyor o günler 
sonumuz ayrılık olmasın diyorum

ben bildiğim her şeyin ona çıktığını sanıyordum
sen bildiğin her şeyin ondan geçtiğine inanıyordun
oysa ikimiz de kan ağladık, 
bir güz bitkisinin kaderini yaşadık, 

beni unutuyorsun artık
aşkını unuttuğun gibi unutuyorsun
körün istediği göz onun kalbi

Serkan Türk

Ayna İnsan 6.sayı

Ömer Kaya yazdı: ÇIKIŞI ARAYANLAR İÇİN BİR ROMAN: AUSGANG

Romanın Konusu: Alışılmış düzende olaya yaslanan, kolay özetlenebilir pek çok metin okumuşuzdur. Bu minvalde çoğu metin, toplumsal bir mesel...