3 Aralık 2013 Salı
22 Kasım 2013 Cuma
geçmiş yaz'ların ardından
geçmiş yaz'ların ardından
"ve bildim ki yaz
kalbimizdeki bir nar lekesinde başka bir şey değildi..."
burcu aker
bir şairi/yazarı nasıl keşfeder
insan? yaz günlerini yaşadığımız günlerde açıldı sayfası bir kitabın. bulutlu
günler biraz uzakta kalmıştı. delikanlı sandalyesinde iyice gerinerek bir sayfa daha
çevirdi. kız, gülümsedi okuduğu satırda ne yazıyorsa. bense tuhaf bir dönemden
geçiyordum. kayıpların aslında ilerleyen yıllarda daha artacağından
habersiz, o günlere ait mutsuzluğu
biriktiriyordum. garip bir kolleksiyoncu olmalıydım. biriktirdiğim pulların,
kartpostalların yanında bir de mutsuzluk biriktirmek. eskide kalan ne varsa
tuhaf bir özlemle hatırlıyordum. kapadığım kapıların yalnızlığı beslediğini ve
çıkış yolunun yeniden o kapıları açmak olduğunu o günlerde anladım. ağaçlarla çevrili eski bir bahçede yer
yer masalardan gelen konuşmalar, yer yer yükselen müziğin tesiri ile geri
dönüyordum. delikanlı elindeki kitabın sayfalarını özenle çeviriyordu. okuduğu
yazarın adını bir dergide mi görmüştüm yoksa kitapçı vitrinlerinde mi
raslamıştım hatırlamıyorum. zamanla o sayfaları ben de açacaktım. o güzel yaz gününde konuşmaktansa
okumayı tercih eden çifti bunca sene sonra hep hatırlayacaktım. masanın üzerine bıraktığı
kitabı alıp çevirdim sayfalarını. öylesine açtığım sayfada yeni kitabına
başladığını yazıyordu yazar. bense hiç okumamıştım eskide kalan
kitaplarını."ucuz hüzünler kiralardım / alyanak bir kuklacıdan" böyle
diyordu bir paragrafta. belleğimde kalan bu dizeler hüzün sözcüğünü seven bana
bir armağandı sanki. hani o bildik hikayedeki palyaço gibi hissediyordum.
hüzünler kiralamıştım ve hüzünleri kiralayanlar yazlarımın ışığını da kesmişti
giderken. yeni bir şey keşfedemeyeceğimi bile bile bakıyordum dünyaya. her gün
birbirine benzer şeyler yaşanıyordu. kız ile delikanlı önümdeki merdivenleri
yavaş yavaş inip kayboldu. kitap elimde duruyordu hâlâ. garson bir bardak çay
getirip koydu masaya. başka bir sayfayı çevirmeyip çayımı yudumladım.
zamanla kazanılan okuma
alışkanlığının titiz yanları yok değil. kitabın önsözünden, arka kapağına
düşülmüş notlara, yazar/şair'in hayat hikayesine kadar incelikli bir okuma
yapabiliyorsunuz. başka bir sabah açtığım geçmiş yaz defterleri'nin
ilk sayfalarından başlayan- bir kanamaydı hatırlamak.-hatırlama. "hangi
yazları yeniden yaşamak isteyebileceğimi sorar oldum kendi kendime"
diyordu hilmi yavuz. yaz'lar bir balkonmuş ve her yerde limon
çiçeklerinin kokusu. küçük çocukların ellerindeki bilyeleri ustalıklı bir
biçimde bir başkasına atmasını görüyordum içimde. benim dışımda bisikletinin gidonuna sarılmış başka
bir yalnız çocuk daha
duruyordu sokağın
sonunda. bu duruşun müziği kenny g. miydi? sonraları dinlemekten haz
aldığım moustaki'nin lé météque'ni şarkısı, eski yazlara bir göz
kırpmaydı.
yaz'ın bittiği her yerde bir sararma
yaşanacak. uzak yaz'da da yazdımdı 'köklerin sarsılmış, sarartmış içini
unutmaktan uzak zaman.' bir kez daha okuduğum geçmiş yaz defterleri'nde
kazım'ın tarlasındaki mısırların gövdeden başlayarak sararması. yazarın ifadesi
ile bir yerlerim yeşil-olmakta direnmiyor mu hâlâ? kururken yaşamak hâlâ bu
olmalı. bahçemizdeki elma ağacının kuruyan koca gövdesinin kesilip yere
uzandığı o sonbahar gününde de gördümdü bunu. dalların bazıları yaşıyordu.
beklesek bir sonraki baharın çiçeklenecekti muhtemelen o dallar.
sararan frenkincirleri, zeytin ağaçları, yeşil sivri biberlerin rüzgârda
hışırdaması. uzun saçları ile bir çocuğun
rüzgârın önünde dikilişi, uzaktaki uçurtmaya bakarken. kazım'da bakar mıydı
uçurtmalara? kitaptaki anlatıya göre bir gözü görmüyordu. ışıktan besleniyor her şey. bütün
tadlarda ışıktan. hayatı tadarken, görmeyen bir göz acılık. uçurtma hep
oralarda yükseklerde, bulutlara yakın. önlüklü çocuklar geçiyordur kapının
önünden. onların yakalıkları hep beyaz.
"neydi 'mutluluk' dediğimiz
bizim? kestirmeden söyleyeyim: mutluluk algıdır." böyle diyordu
yazar/şair. kazım'ın nebile'nin gözlükleri ile dünyayı görmesi de diyebilirdi
mutluluk dediğimiz şeye. insanlar birgün birbirlerinin gözlerini ödünç
alabilselerdi neye bakarlardı ilkin? ödünç gözlerle inilen merdivenleri
dünyanın, kaygıyı azaltır mıydı? ben nereye bakardım ilkin o gözlerle? baktığım
uzak yaz'larım değil miydi? var
mıydı anların müziği? aydınlık günlerin içinden çıkagelen bitmekte olanın sesi,
hüzünlü olduğu kadar dingin. huzur diyebiliriz buna. yaşamın hangi diliminde
huzur sözcüğünün karşılığı verecek bir tabloyla karşılaştık? belki okuduğunuz
ya da okuyacağınız bu kitapta, belli belirsiz hüzünlerin içinden parıldayan
çocuk gözleri de var. bedeni yeniden keşfediş yaz güneşi'nde. şiirsel bir
anlatı ile olgunluk evresinde yapılabilecek bir yüzleşme.
bu kitabı okuduktan çok sonra bir
salon dolusu öğrencininde bulunduğu bir akşam yazar/şair'in kendi sesinden şiirlerini dinliyorduk. " bir
dağın uzantısı olmak / sana yetmediği zaman / gör ki sıra dağlar
talanda..." bütün dağlarımın talan edilmişliği ve tanıksızlığım
duruyordu karşımda. en yabanıl olanda kayboluyor ve bulunamıyordum iç
coğrafyamda. belki çok sonra bende eski yazdığım defterlere dönecek ve o tarih
atılmış zamanları yeniden tad alarak yaşayacaktım. acı da tatdı. "günlerden yola çıkarak geçmişi bir kez daha,
sanki hiçbir şey değişmemiş gibi,..." hep isteyebileceğimiz bir dönüş hali. odalar
dolusu kalabalık. avludan gelen seslere ötelerden eşlik eden çekirge sesleri.
hem tenhaya sığındım, hem de tenhaydım.
bir yazarı okurken onunla yaşamak
gibi birşeydi sözünü ettiğim şey. arka sokakta oturan biri gibi tanıdık
gibiydiniz. okula gidişini gördüğünüz. bıyığının terleyişini, ilk aşkının
sızını, çocuğunun göbek kordonunun kesilişine şahitlik ettiğiniz bir
tanıdıklık. madem bunca yakındınız o yaz'lara, eski bir sandıkta taşınırdı
anıları bilirdiniz. eşyanın hayatımızda durduğu yer. çocukluğumda önce sahip
olup, sonra ablamın hışmına uğrayan-onun olan artık- bavulumu elimden alışına
kızarak, başka bir gün bıçakla onu
kenarından kesişim. kesik bavul duruyor odanın bir köşesinde. saklınızın
yakınınızdaki biri ile paylaşamamaktı bu. ya bu koca defterin incelmiş yazlara
doğru gidilen yerde karşınıza çıkması. nasıl bir yaşam bağışı. organ bağışı
hayat kurtarır. her yazar birazda bağışlar size gözlerini ve kalbini. gövdesini yazmaktadır hilmi
yavuz. yaşarken ölümü görmek başka gözlerde. tenin çoğaldığını, başka
hazlarla yeniden keşfetmek yaşam cennetinde. iki yıl aynı yerden bakmak eskiye.
yeniden kurmak sözcüklerle yaşananı, arınmak belki de iç fırtınalarından."benim
tanıdığım kadınların dudaklarında hep fırtınaların tadı vardı. sevişmek o
kadınlarla, fırtınalarla sevişmekti."
"insanların sesleri bile
değişir yazın bitiminde." daha önce hiç dikkat etmediğiniz bu durum, başka mevsimlerde de
gösterir kendini. yenilenen ve değişen doğa, insan bedenine dinçleştirir ya da
yorgunluk hissi ile dolmasını neden olur. kış'ın bitimine yaklaşırken görünen
azıcık güneş sokaklarda insanların artmasını sağlar. daha ince kıyafetler
giyerek soyunuruz kabalığımızdan. söylenecek sözleri çoğalttığımız koca bir kış
dönüp durduğumuz içimiz biraz rahatlar. nar'a dururuz. dağlarda açan manuşak
çiçeklerinin kokusu gelir yerleşir kalan boşluğa. o eski sayfalardan sızan bir
kokudur. kokular
kalır, biz gideriz. yaz, bir dağın uzantısı gibi
heybetli. her yaz'ın bir sevi masalına dönüştüren bellekteki sesler ve kokular.
"karşımdaysa, içine bir
parça gökyüzünün gömülü olduğu ağaç duruyor." başka bir görüntü hayal
etmeye çalıştımsa da başaramadım. o küçük şehri her içimden geçirdiğimde benzer şeyler düşünüyordum hep. bir
dağ duruyordu orada, karşımda. sarı güller yeni açmışlar
bahçede. dut ağacı yapraklanmış, çağla ağacı küçük bir ağızı hatırlatıyor,
örtüyor pencereyi. gelecek yıl aynı şehirde olamayacağımı biliyordum. daha
sonraki yıllarda nasıl değişecekti bu bahçe. akşam karanlığı çökerken evlerin
çatılarından sızan güneş parçacıkları..."bu görüntüyü bulabilecek
miyim, gelecek yıl?"sorusu işgal ederken insanın içini, sözcüklerden
kuşku duysakta, bazı yanıtları öğrenmek için yaşamak gerekiyor. yazar/şair bir
sonraki yıl kazım ve nebile'nin mısır tarlasında yapılan beton havuzu
gördüğünde nasıl durup baktıysa kendi içindeki manzaranın değişimine, bende
baktım aynı dağın uzantısına. başka biri evime taşınmıştı. bahçemde akşamları
çardakta oturup sohbet ediyorlardı. hani bazı zamanlarda sessiz kalmak
istersiniz-o bahçe sessizdi.-benim sessizliğimdi. o akşam nezaket gereği çay için
davet ettiler. daha önceden tanıdığım insanlardı. bir kaç saatimi onlarla
geçirdim. evinizi satmak zorunda kalmışsınızdır-türk filmi gibi düşünün.- evin
yeni sahibi, orada yaşadığınız günlere hürmet gösterir ve bir süre daha orada
bir sığınmacı gibi kalmanıza izin verir. günlerden cumartesidir. haftanın en
uzun günüdür cumartesi. orada kaldığım o iki saat çok kötü hissettim.
merdivenlerimin trabzanlarına dokunan eller soğuktu. her şey silikleşmiş
görüntü sanki azalmıştı. tam da kazım ve nebile'nin bahçesinden görünen o dağın
bir parçasının bir teselliye dönüşmesi gibi. dünyada her şey değişiyor ve
azalıyordu. sarı güller yine salkım salkım açmıştı bahçenin bir köşesinde. yine
teselliydi, gökyüzünün içine yerleştiği ağaçta görünüyordu bir sonraki yıl, kazım
ve nebile'nin bahçesinde.
hilmi yavuz "zaman'la uğraşıyorum. yanlış
anlaşılmasın, geçmiş zaman'ın ardına düşmüş değilim ben;..." diye
belirtir içinde olduğu bir ân'ı anımsamak isteğini. hani sizde zorlarsınız
belleğinizi ve anımsamak istersiniz bir yüzü. bir kadın, bir çocuk ya da eski
sokağınızda yaşamış ihtiyar bir adam vaktinde göçmüş. öyle bir ân'ı hatırlamak
zorlaşır zamanla. sesler kendini koruyabilese de görüntüler yalnızca
fotoğraflardaki gibi anımsanabiliyor. geçmiş yaz defterleri' nde en etkilendiğim
bölümlerden biri de yıllar sonra anne'ye
yazılmış bir mektup. "sesini içimden hiç esirgeme, olur
mu?" yalnızca ara ara hatırlanacak olan olarak kalmak, bunu düşündüm
uzun uzun.
şehrin en işlek yerinde dolaşırken
karşınıza çıkan biri kendi kendi ile konuşur, güler. sizde tuhaf karşılarsınız
bu durumu -bende öyle karşılıyorum.- ya insanın sürekli kendi içine konuşmasına
ne demeli? insan yaşlanırken 'iki başına yürümek' diye bir şeyi keşfediyormuş.
kendi ile öteki kendinin söyleşmesi. geçmiş yaz defterleri, yazdan başlıyor
temize çekmeye sizi. sonra yazın bittiği yerler ve elbette kış günleri. kitabı
bitirip arkanıza yaslandığınızda eylül'de kalmış olsa da satırlar, siz başka
güzleri dolaşırken bulursunuz kendinizi. güz'ün güllerin solmaya başladığı zamanlar.
ah, cumartesilerinin başlayan başkalığı.
Serkan Türk-2004
21 Ekim 2013 Pazartesi
27 Eylül 2013 Cuma
4 Eylül 2013 Çarşamba
Göçmüşler Bahçesinde Bir Yazlık Sevi
Bir ağaç gölgesinin altında başlayıp otobüs koltuğunda devam eden okumalar
arasında öyle cümlelerle karşılaşırsınız ki, yazar ve okuyucu arasında,
ikisinin dışında kimselerin anlayamayacağı bir köprü kurulur ve siz o köprüden
her geçişinizde başka tepeler, başka adacıklar, yalnız sahiller edinmek zorunda
kalırsınız. “Göçmüş Kediler Bahçesi”ni okurken benimde benzer halleri
yaşadığımı söylemeliyim. Çoğumuzun günlük yaşantımızda şahit olacağı olaylar başka bir ânın fotoğrafına
dönüşür. İç dünyanızda gizli kalmış, yaşarken bir yerlerden edinilmiş
izlenimler okuyucu dünyasında derin kırıkların belirginleşmesine sebep olur. Yitip
giden değerler soyunuk bir beden gibi dururken, aynada yansıyan yüzünüz kâh ara
sokakta geceleyin karşılaştığınız bir kirpiyi dillendirecek, kâh bir yengecin Donkişot
oluşuyla ürpereceksiniz. Değişimi benimsemeyen insanın mücadelesi körlüğe
dönüşecektir.
"Kıyılar, kıyıya çekilmiş
sandallar yavaş yavaş karla örtülecek."
Bilge Karasu ilk öyküsünde mevsimin değişimini
anlatmaktan öte anlamları irdeliyor; kış ve yalnızlık. Kim bir Orfinoz kadar
suyu yutacak ve denizin milyonlarca yıldır saklamaya çalıştığı gizleri
fısıldayacaktır balıkçının kulağına? "Oysa ölümle bir araya gelmeden,
acılar çekip parça parça olmadan, gönlün tazelenmez, yeniden
doğamazsın."derken bile zamanın ağır ağır geçip gittiği anları
düşünürsünüz.
Her yer
deniz gibi karanlık ve sessizdi bu akşam saatlerinde. Üç beş saat öncesini
düşlerken birkaç çocuğun çığlığı gelip geçti içimden. Kumların üzerinde küçücük
ayaklarıyla koşuyorlardı. Kovalara doldurdukları taş parçacıklarını kumdan
tepeciklerin üzerine dökerlerken yavaş yavaş üzerlerine doğru gelen dalganın
hışırtısı işitiliyordu. Eskiden kendi de kaleler yapardı. Kalp resmi çizdiği de
olurdu, sonra silinip giderlerdi suyun altında, su her şeyi karanlığına alınca.
İsimlerinin baş harflerinin yitip gittiği o günler içinin sızısını saklamaya
çalıştığı zamanlar-soru sormayın da demezdi kimselere- her yer daha
sessizleşirdi. Bir kır kahvesinin önüne atılmış sandalye. Sırtını dayadığın
ağaç bir kaç adım öteye çekilmiş olsa, Orfinoz’un kolunu yuttuğu bir adam yavaş
yavaş omzuna doğru...
Denizle insan ilişkisi bir alacak
verecek davasıyla mı başladı bilemiyorum ama kimi gün balıkçılar kimi gün deniz
kazanmış olacak ki kırgınlıkları uzun sürmüyor. Denize ilk gözyaşını
düşürdüğünü de unutmaz insan, ilk misinayı bağrından çekişini de. "Deniz,
analar gibi sevdiğini, dölyatağında tutup saklayacaktır, bir daha doğurmamak
üzere" cümlesi ile bitiyor ilk masal.
Bir kumlukta oynamaktasın. Güneş
yengeç burcunda mıdır? Taşın altında bir serinlikte gizliyse bir yengeç, neden
güneşe göz kırpsın ki? Gücünü nereden alır; bu öykü ona bir övgü ise neden bir
kutu içine konulup saklansındı yazarın ifadesiyle kısacı? Delikanlı, suya
girdiğinde tutup çıkarmış yengeci koymuş bir taşın üzerine."Dalgırlı
mavi-yeşil renkli, kocaman bir şey" diyor anlatıcı onun için. Bizim
serinlik düşkünü, onu tutup havaya kaldıranlardan biri ile garip bir savaşın
içine girmiş. Küçük çırpınışlarına sesi de karışmış. "Yengecin seçtiği
düşmanı olmayı kabul etmiştir." Hem gurur, hem öfke... Filmlerden
edindiğimiz savaş görüntüleri gibi karşı karşıya ikisi. Gözleri birbirinin
hareketinde. Biri, azıcık dalgınlığa düşecek olsa, diğerinin işini hemencecik
bitirecek. Yengeç kendine yukarıdan bakan adamın kıskaçları ile yürüse de
üzerine, bir başkası-onu sudan çıkaran- tepesine indirmiş sopayı. Çökmüştür
mavi-yeşil sırtı. Güneşten kaçıp sığındığı kayanın altında onu koruyan kabuğu
çatırtılar içinde dağılmıştır ama yengeç öfkesi içinde, düşmanın hüznü
gözlerindedir. Tutulup suya atılır dağılmıştır ve kan sızmaktadır kabukları
arasından. Taşın altındaki kovuğunda saklanmaktadır. Kan kokusunu alır
çıyanlar. Yaklaşanları son bir güçle savuşturmaya uzak tutmaya çalışır. Düşman
bellediği adam dayanamaz biraz önce üzerine yürüyen yengecin çıyanlara canlı
lokma olmasına. Suyun içinden kaptığı gibi parçalar ayağının topukları ile
yengeci ve incinmiş gururunu. Ve saklar bir kısacını bu öykü için.
Yaz, kendini iyice hissettirdiği son
günlerde iki yabancı gibiyiz. Bahçemdeki kavak ağaçları yavaş salınışları ile
içimde bir serinlik duygusu oluşturamazken, karşı sokakta bir yabancı yüzü gibi
gelip yerleşti içime masalın gölgeleri. Az önce pencerenin önündeki çiçekleri
suladı kadın ve gökyüzüne bakındı işitir gibi seslerini. Uzun sessizliklerin
ardından mı çıkıp gelmişti de, göz göze bakınmak hem heyecan hem de ürkünç
hissettiriyordu. Odaları karşılıklı olsa bile iki yabancı ancak başka masalarda
oturmalıdır.
Kocaman bir yağ kutusunda her yıl biraz daha azalan toprağa tutunmuş bir
dikenli çiçek dururdu köylük yerdeki bir bacada. Zaman zaman sarıçiçekler
verirdi dikenlerin arasında. Birilerinin çiçekleri koparmak ya da sulamak için
evin çatısına, bacasına çıktığı da olmazdı. Başka evlerde bacalarda balkon ve
bahçelerde ortancalar köpürürken, hercai, menekşe ve sardunya yetiştirildiğini
de görmüştüm. Kitabın sayfalarını karıştırdığımız sırada karşılaştığımız “Alsemender Hikâyesi “ başlı başına dünya
ile hesaplaşacağımız bir zemine çekiyor bizi. Alsemender yetiştirmek kimsenin
aklına gelmemiş miydi ya da bu çiçeğe benzer ismini kimsenin hatırlamayacağı
bulunmayan başka tür çiçek. Lâleye benzetiyor yazar çiçeği. Yapraklarını yiyen
kişiye tesir eden bir etkiden bahsediyor. Gizlice çiçek yetiştiren bir
araştırmacı ve etrafında yaşayan insanlar arasında geçen bir hikâye. Bir
yaprağını yiyen yalan söylemeyi istese de söyleyemiyor. İki yaprağı bir
çılgınlığın eşiğinden geçiriyor sizi. XIII. yüzyıldan kalma bir kitap veya daha
önceki yıllardan kalma bir yazma eserde karşınıza çıkması olasılığı olmayan,
hayali bir çiçek adı Alsemender, onuncu masal niyetine çıkıyor karşımıza.
Nasıl bir oyun içindeyiz, kim
farkında? Bazen kendinizi bir taş gibi hissettiğiniz, bir piyon gibi söyleneni
yaptığınız olmadı mı? Bir şehirde yabancı olmak; müzelerini, parklarını,
bahçelerini gezerken edinilecek gizli bir bakış gibi. Otel odasında
kartpostallar arkasına acele ile yazılmış dilekler. İnsan yaşarken yeni
keşifler yapar ve eski alışkanlıklarını yer yer bırakır, terk eder. Bir zaman
gelip aynı şeyle-bildiğinizi düşündüğünüz- karşılaştığında en sıska acemimizin
göstermeyeceği beceriksizliği gösterip sonunu hazırlar.
Hayatında bir kirpi ile söyleşmiş
kaç insan vardır evrende? Hikâyelerde her şeyle söyleşebilirsiniz. Kimi gün bir
masa, eskimiş bir daktilo veya bisikletin pedalı konuşmaya başlar aniden. Susturmak
istemezsiniz. Dikenlerini gösteren, sizi düşmanı belleyen bir kirpiyi geceleyin
bir duvar dibinde görüp sesini işittiğinizde buna şaşırmayacaksınızdır. İnsanların
kendisini yemek için paylaşamadığını düşündüğü gibi, iyi insanların da
yaşadığını düşünecektir belki. Doğup büyüdüğü eve giderken başına geleceklerse
sadece hayal dünyanızda canlandıracağınız bir şey değil. Eski oyunlar
oynadığınız arsalar kazılmış, anılarımız çalınmıştır. Yaşadığımız evlerin
yıkıkları arasından geçip gitmiş bir hayatımızı düşünmek ne kadar üzücü. Giderek
mekanikleşmiş yaşamların hepimizden aldıklarını bir kirpinin dilinden
dinlemekse ürpertici.
Bir ip cambazı ölümü görürse bir
ben'dir ölüm, ansızın yüzünüze gelir yerleşir."Ölüler içinden soğumağa
başlar galiba." Hayatınız boyunca bütün öğretilerin, bütün yaşanılanların
sizi gün gelip bir boş arsaya bırakacağını bugünden bilemezsiniz.
Göğsünüze gelip dolacak, yer edecek
hıçkırık benzeri bir an yüzünüze bakacak ne az insan varmış, hayıflanacaksınız.
Yazar hikâyesinde kahramanı gökyüzü ile karşı karşıya getiriyor ve "oysa
gökyüzünde görülecek bir şey yoktu." diyerek sizi boşluklara bırakıyor.
Şehrin kalabalık caddelerinden
geçerken mi görürsünüz kartpostal satıcılarını? Başka manzaralar, kent
görünümleri. Tatil beldeleri hep sizi kucaklamaya hazır gibi duran daracık
sokakları, merdivenli sokakları ile birkaç haftalık yorgunlukları saklar. Kıyı
kahveleri yalnız âşıkları, mutlu bir görüntü sergilemeye gelen aileleri ve daha
nicelerini çağırmıştır uzaklardan. Size de olmuş mudur uzaklar çağırdı mı,
sesini işittiniz mi gitmeseniz içinizdeki kuş ölecek sanırsınız. Onu kafesinden
salıverseniz konacak bir dal, çiçeğini yeni açmış bir kayısı veya çok
yapraklanan bir kavak hışırtısı, rahata ermesini sağlar mı dersiniz içinizin?
Gidip görmelisiniz, tarih
kitaplarında adını bildiğiniz, kimi zehirli bir içki ile ölüp gitmiş, kimi
kılıç darbesiyle son nefesini vermiş kahramanların yaşadığı sokakları. “Geceden geceye arabayı kaçıran” isimli
hikâyede yıllarca hayalini kurduğu Sazandere’ye gidemeyişini, gitme isteğini
her duyduğunda başka nedenlerle bu isteğini yerine getiremeyişini yazar
anlatılıyor. Çarpıcı bir son bekliyor okuyucuyu. Karanlık gece, alışıldık
sesler duyamamak ve 'buna da alışırım' diyebilmek. Üşümüşlüğünü yanan odun
ateşi ile giderme ve etrafında dişsiz ağızlar, çökmüş avurtlar, çukurlaşmış
gözler… Ve ölüm bir yol alma isteğidir.
Göçmüş
Kediler Bahçesi’nin sayfaları arasında sizi bekleyen şiirsel bir anlatım. Şu
koca evrende-bazen tersini de düşünürsünüz- yere sağlam basacak ne kadar az yer
var. Bilge Karasu, hikâyelerini sağlam bir zemine oturtuyor. Yıllara yayarak
tamamladığı hikâyeleri beklentilerinizi gün aydınlığından karanlığa doğru
yaklaşırken sorguluyor.
28 Ağustos 2013 Çarşamba
İlhan Berk Giderken
gece yeni bir ölüyü saklıyor
benim için
kâğıtlar birikiyor ayakları
sallanan masasında
bir uç beyi fırçasıyla yeniden
ürüyor şiirde
sarı bir gece lambası yanıyor
kalemlerin üzerine düşüyor
gölgesi
boynuna dolanan o kış atkısı
ve sesleri kartoplarının
duruyor kitaplarının arasında
çiçekli minderi koltuğuna
yapışmış
bekliyor kemikli gövdesini
gövdesi
kaç yıl aynı ten yapışmış
ruhuna da uçuvermiş o kırmızılar
yalnız narlar açılmış bir
boşlukta tanrı’ya
elleri habersiz bundan
ay belli belirsiz örtüyordu
örümcek ağlarını
kimi hışırtı dedi gelip geçene
kimi ninni sandı duyduğu
sesleri
uzun bir karartı avluya
düşüyor ve dallara söylüyor gittiğini
öğleyin kuşlar duyuyor
yapraklardan
bizlerde böyle yaşayıp
gidiyorduk
hepsi bu
masasının yanında duran
kavanoza boya kalemleri değil de
şekerler doldurmak istiyor
verilmek üzere çocukların avucuna.
Serkan
Türk
içimiz çölse biri geçmiştir kitabından.
26 Haziran 2013 Çarşamba
Otuzların Kadını
Geçtiğimiz sabahlardan birinde
çevresi ağaçlarla çevrili bir pastanede bugün küskün olduğum bir arkadaşımla
oturuyordum. Masamızın hemen yakınlarında duvara monte edilmiş büyük ekran
televizyonda eski bir şarkıcının klibi oynuyordu. İkimiz bir şeyler konuşmak
yerine doğru sözcüğü arıyormuş gibi susuyorduk. Aramızdaki gerginliği azaltacak
o sözcüğü ve başlangıcı yapamadık. Çevremizde oturmakta olan yüzlere, kahvaltı
tabaklarına, çeşit çeşit tuzluklara, peçetelere, küllüklere, sandalyelerin arkalarına asılmış
yağmurluklara, kazaklara bakıyorduk. Bir yandan düşünüyorduk geçirdiğimiz
süreci. Bizden birkaç masa ötede iki yazar oturmuş bir konu hakkında hararetli
konuşuyordu. Yazarlardan birinin sıkı okuru sayılabilirdim. Diğerini son on
yıldır dergilerden okuyordum. Hatta bir etkinlikte yan yana gelme fırsatını da
yakalamıştım. Tanıdık bir yüz görmüş olmanın sevinci doldu içime. Sanırım benim
sürekli yaşadığım kentte değildi bu pastane. Daha önce de gelmemiştim.
İkimiz de o sessiz geçen
dakikalardan sonra karşılıklı oturmaktan sıkıldık ve kalktık masadan. Nasıl
vedalaştık? Birbirimize neler söyledik, sarılıp mı ayrıldık hatırlamıyorum.
Bazı şeylerin hafızanızda neden yer etmediğini bilemezsiniz ya bunun nedenini bunca
gün sonra bile bulamadığımı fark ediyorum.
Bir süre pastanenin etrafındaki
ağaçların altında yürüdüm. Baharın kendini yeni yeni hissettirdiği bir dönemden
geçiyorduk. Ağaçlar çiçeklenmiş, çimler daha bir yeşildi. Gökyüzü olabildiğine
mavilik içinde.
Sonra pastaneye geri döndüm. Bu kez
az önceki masanın etrafı daha kalabalıktı. Daha önce ikisi dışında yan yana
görmediğim insanlar bir konu üzerine konuşuyordu. Masaya doğru yürürken Karin
Karakaşlı ile göz göze geldik. Hemen ardından Müge İplikçi ve Ercan Yılmaz’la…
Tomris Uyar’ın sırtı bana dönüktü. Omuzlarından
dökülen mor bir şalı vardı. Yanlarına yaklaşıp selamlaştım. Göz göze geldiğimiz
an bana göz kırptı.
Cemal Süreya, Edip Cansever ve
Turgut Uyar’ın hakkında şiirler yazdığı özel bir kadındı Tomris Uyar. Neşeli
görünüyordu. Onunla karşılaşmaktan mutluluk duydum. Birkaç sene önce öldüğü bir
an için bile gelmedi aklıma. Nedense Otuzların
Kadını kitabındaki yağmurlu günü anımsadım. Tepedeki eve ulaşmaya
çalışırken yardım istediği genç çocuğu. Yolun bir yerinden sonra tedirgin
oluşunu ve çocuktan kurtulmak için etrafına yardım isteyen gözlerle bakışını ve
düşüncelerini. Hikâye bana kalırsa Çengelköy sırtlarında geçiyordu.
Ben bunları düşünürken Tomris Uyar
masadan kalkıp birkaç metre uzaklaştı.
Elindeki fotoğraf makinesini daha sonra fark ettim. Ercan yanımdaki
sandalyeye geçti. Müge ve Karin birbirine yaklaştı. Masaya ben oturduktan sonra Karin’in yeni
çıkan kitabından bahsettik.
“Kitabın çıktığı günün anısına
gülümseyin” dedi Tomris Uyar.
Küskün olduğum arkadaşımla az önce
oturduğum masaya sarmaş dolaş mutlu bir çift oturdu o an. Bir an gözlerimi
onların üzerinde buldum. Kız, bahar çiçekleri gibi güzeldi.
“Genç adam, makine bu tarafta bu
yöne bakacaksın” dedikten sonra Tomris Uyar flaşı patlattı. Flaşın etkisiyle
gözlerim kamaştı, başım döndü bir an. Karanlık bir koridordan koşarak geçtim sanki.
Gözlerimi kapatıp açtığımda odamda
buldum kendimi. Duvardaki poster yerindeydi. Başımın üstündeki ağaçların
dalları tavana doğru uzanıyordu. Tuhaf bir duygu içinde yatakta sola döndüm. Hepsi
rüya olamayacak kadar gerçekti. Masanın üzerinde yarım bardak su ve sıkı bir
okuru olduğum Ayfer Tunç’un son romanı Yeşil Peri Gecesi duruyordu.
10 Mayıs 2013 Cuma
her şeyin güzel olma nedenleri üzerine bir değerlendirme
Günden güne, bunalmış, eli kolu bağlı insanların
oluşturduğu bir topluma dönüşüyoruz. Rutin yaşamlarında sorunlarıyla, geçim
sıkıntılarıyla, ülkenin aniden değiştirilen gündemlerini kaygıyla izleyen,
çeşitli açmazların koynunda mutsuz insan suretleriyle dolu yanımız yöremiz.
Globalleşen dünyanın sömürü düzeni, insanların iç dünyalarında ve etik
değerlerinde de yitimlere neden olmakta, duyarlılıklarını erozyona uğratmakta.
Bu tabloyu izlemek üzüyor ve yoruyor beni… Elime bir fırça alıp Türkiye
haritasının üzerine, maviler, turuncular, rengârenk bir gökkuşağı boyamak
istiyorum!
Yaşamı güzele dönüştürme çabasında, her geçen gün
biraz daha kaybolan insan duyarlığını canlı tutabilme uğraşındaki
sanatçılarımızın yarattıkları güzellikler, içimizi kanatan ülke gerçeklerine ne
kadar katkıda bulunabiliyor? Ben inanıyorum ve gözlüyorum ki, ülkemin
sanatçıları, tüm olumsuzluklara karşın duyarlılıklarını ortaya koyuyorlar,
direngen bir umutla güzelliklere açmaya çağırıyorlar yürek gözümüzü…
“sözüm söz, sesim sana iyi olmayı öğretecek!” diyen
genç bir şairle birlikte şiir yolculuğumuza çıkıyoruz bu kez. Serkan Türk; “her
şeyin güzel olma nedenleri” adlı ilk şiir kitabıyla yaşamı sorgularken, doğanın
yaratıcılığıyla beslediği şiirleriyle, insana dair olanı, güzel olanı
duyumsatıyor okuyucusuna…
Serkan Türk,” her şeyin güzel olma nedenleri” adlı
kitabında şiirlerini “ kıblesi olmuşsun
yüzümün” ve “ zaman benim acı yontucum” adlı iki bölümde toplamış. Her iki
bölümde de on dört şiir yer alıyor.
“bütün kederler bir gün gelir eskiye döner” diyor
şair, çünkü yaşamı güzelleştiren o kadar çok şey vardır ki, çok uzak değil
“geçmiş” olan dün için bile;“ sana açtığım kapılara, baktığım gökyüzüne/ rüzgâr
fısıldayacak taş binaların arkasından/ yalnız ağaç eğilecek ardından kırılmış
cama/ oysa anı diyecek birileri yaşanmışa/ yaşanmamışına üzülecek birileri de”…
Hayata açılan pencerelerden bakarken o
kadar çok olumsuzluklarla karşılaşıyoruz ki, insan olarak küçük mutluluklara
tutunup ayakta kalmayı başarmak düşüyor bizlere. Unutmalım ki her şeyin güzel
olma nedenleri, biraz da yaşamı sorgulamaktan geçiyor; “yazın sırrıysa
beklemek, aşk benim/ sesime yakışır, sende büyür/ ne kadar dağ varsa durur
orada/ duvarda atlas, kıyımda deniz/ geçerim her kenti ödünç bir sabırla”…
Nedir mürekkebi kurumuş bir dalgakıran? Denizin maviliği mi yitmiş yetim
gecede, sevgilinin dokunuşlarını anımsayan yalnız parmaklar uzaklıkları
çizerken kâğıtlara;
“ gittiğin
belli değil/ sana uzandım orası çöl/ içim eski bir pazar kadar dağınık”…
Eğrelti otları, meşe palamutları, ıtırlar… Şiirsel
sezgiyi ön plana çıkarmaya çalışan şair, doğanın güzellikleriyle şiirin
okuyucusunu içine çekme çabasında, kendi evreninin kapılarını aralamaktadır.
“kimin sessizliği böyle kırmakta gönlümü/ yoksun gün devirmekte kırkını”… Mavi
bir gökyüzü altında, küçük bir ağacı sallayan çocuklar kadar umut dolu oldunuz
mu bir yokluğun ardından; “yalnız bırakışın sokağı aklımda/ gözlerime üşüşen
sahipsiz bir bulut/ alıp başını gider içime ovduğun gül/ kalır aklımda”…
Sevdiklerimizin gölgesi kalmıştır ayrılıklardan geriye ki, içimize eğilen
kuyunun suyu ne görür iyileşmeyecek yaralarımızdan başka? “hepsi resim kâğıdının
üzerine düşmüş bir sarı/ narlar da ayrılıklardan gelir/ dağılan sonbahara
kalmış bütün kederler/ öpüşün bir denize açılmakla aynı anlama gelir”…
Babanızı kaybettiniz mi siz bir güz sabahında?
Anneniz, kararan bulutlara bakarak bekledi mi yağmurları babanıza sarılacağını
sanarak? “ babam bir çiçek şimdi, adsız bir ot/… / babam bir güz ölüsü,/ bu
yüzden sevmem kasımı/ dökülen yapraklarını ağaçların”… Su dökülmez her gidenin
ardından, toprak dökerek uğurlamıştır şair “önemli bir şeyini”, bu yüzden der
ki; “sırtıma alamadığım için acılarını içimde taşıyorum”…
Şair Serkan Türk, iç yolculuklar, geçmişe dönüşler,
uzağın ve yakının çağrışımlarıyla besleyerek arıyor, sorguluyor “her şeyin
güzel olma nedenleri”ni… Ayrılıklar üşütür içimizi, boşluktur bize kalan
gidenlerin ya da yitirdiklerimizin ardından, yıldızları kayar göğümüzün,
dağınık bir odada çınlar sesimiz; “ kaç çığlığımı görmezden geldi zaman/
göğsüme dar gelen sözcüklerimi/ fısıltıyla bıraktım gökyüzüne/ bu bulutlar/
yeni bir ülkeden gelmiyor/ biliyorum” ve bildiği bir başka şey; “insanın
sesinde yalnız uçurumlar değil/ sarp yamaçlarda birikir”
Şair Serkan Türk, gerçek hayattan beslenen şiiriyle
kendi yolunda akan bir ırmak gibi, diline yeni olanaklar kazandırma arayışını
sürdürüyor; “ sen hiç kimsenin elleri/ yalnızlığın kiriyle çoğaltırsın gövdemi/
gözünü bilen uzaklardan/ kalbimin içtiği
su, gözyaşı/ bütün susmaların ondan tufan”… Ayrılıklara kısa çizgiler kala,
içimizdeki gölgesi kısalıyor akşamın, gönlümüzün kumbarasında zamanın
fotoğrafları…”yelkenlerimi indiriyorum yalnız senin denizlerinde/ sularında
kalbim oyuncak bir gemi dönüyor/ dokunuyor fırtınam içimde/ ah yalnız tanrım,
sana da dokunuyor mu/ benim tek başınalığım”…
Günden güne içimizde körelip yok olan “aşk”a sahip
çıkma adına, gözümüzü ve yüreğimizi açık tutalım, çünkü her şeyin güzel olma nedenlerinden
en önemlisi değil midir aşk?
Değerli şairimiz Arif Damar, şiir konulu bir yazısında
diyor ki; “Şiir deniz gibidir. Nasıl denizi kimse anlatamazsa şiir tıpkı
öyledir. Şiir bir yelkenlidir. Bir korsan yelkenlisidir. Hayduttur şiir. Şiir
aldatmaz, çalıp çırpmaz. Doğruluktur şiir, emektir, alın teridir. Şiir
inatçıdır, hırçındır ve hep ama hep yürür gider.”
Sevgili Serkan Türk, şiirin çetin yollarında azimle
yürürken, yelkenlin sonsuzluklarda güzelliklere açılsın ve günlerimiz sanatın,
müziğin, şiirin uçurtmasında salınsın.
Her şeyin Güzel Olma Nedenleri/Dedalus Kitap/Nisan
2013
Neriman Calap
9 Nisan 2013 Salı
'Her Şeyin Güzel Olma Nedenleri' Üzerine
her duyduğum ölüm kamburum
olurdu. sonsuz gökleri sarsardı yağmur
ellerinde kir birikmiş günahkar bir kadın
beyaz bir çarşafı gererdi bahçesinde
(notre dame'ın küskünü)
Bülent Şanlı: Bu şiirlerin bir evi var, dönüp dolaşıp sığındıkları. Atların, avluların, rüzgârın, göğün ve ayrılığın yanıbaşında bir ev. - Deyişi şiire varıncaya dek ince duyarlıklarla örmek. Bunun ardında kazanım ve yitirmelerin doğurduğu çığlığın yansısı, yaşanmışlıklarla bezeli bir zaman dilimi var, ' ağlayınca boşluk oluyor, gidince yokluk'.Şiirlerin yazılma sürecinde neler yaşarsınız. Hangi 'şey'ler o düşsel yazı odasında size eşlik eder?
Serkan Türk: Çocukluk dönemlerimde her yıl çıkan ajandalardan edinmeye özen gösterirdim. Her günün karşısına mutlaka yazılacak birkaç cümle. Sonraki dönemlerde günü gününe olmasa da haftada bir, ayda iki kere yazmaya özen gösterir olduğumu anımsıyorum. Sürekli yazma alışkanlığı kazandıktan sonra bu gün kavramı değişti tabii. Yazabildiğim her anın öncesinde çok büyük sessizlikler ya da büyük gürültüler gelir yakalar beni. Penceremin dışındakini, odamı, bahçemi, uzaklardaki dağların fısıltılarını duymaya çalışırım. Sanki içimdekine bir şey söylemek ister her biri. Giderek duyumsadığım o uğultu dinlediğim müziğin de etkisiyle sözcüklere, mısralara dönüşür. Bittiğini düşündüğüm bir metnin, şiirin sonrasında inanılmaz bir gönül rahatlığı yaşarım. Kendimi üzerek, kanatarak, kışkırtarak ve bilmediklerimi keşfettirerek yaşamayı öğretiyor bana yazın odası.
'' Mutluluk bir çeşit dengesizlik işi… ''
Bülent Şanlı: Bir şeyleri söylememek, o boşluğun imlediği aslında söylenilmeyenin bahsini açmıyor mu dolaylı olarak. Her Şeyin Güzel Olma Nedenleri'nde yazıya geçmeyen ama suskuda ifade bulan coşkular, kırıklıklar yok mu? Bunlardan bahsedebilir misiniz?
Serkan Türk.: ‘Zaman acı yontucum’ derken sanırım tam bunu demeye çalışmıştım. Yaşam deneyimlerimiz bizi diğerlerine karşı hazırlar. Nerden, nasıl yaralanacağımızı biliriz. Bilinçli olarak bazen izin verdiğimiz de olur kanatılmaya. Yalnız bir şeyi kendimize yön seçer ve seçtiğimiz yöne doğru koşarız. Düştüğümüz de olur, her şey güzel giderken vazgeçmişliğimiz de. Mutluluk bir çeşit dengesizlik işi… Tam olarak yakalamanın mümkün olmadığını anladığınız anda size doğru gelmeyen şeyleri yapar bulabiliyorsunuz kendinizi. ‘allah biliyor gönlümüz bazen şen/bulduğumuza şükrediyorum birbirimizi’ dedirten gerçekte böyle bir şey. ‘ah yalnız tanrım, sana da dokunuyor mu/benim tek başınalığım’ ı söyleten de. Kitabın büyük bölümü iki mevsimde yazıldı. Elbette yaz’ın ve güz’ün seslerinin daha çok sindiği bir kitap oldu. Kapaktaki şeytan tüyü çiçeğinin seçilmesi de bir şeyi imliyor. Gerçekleşemeyen dileklerimizi benimser olduk.
Bülent Şanlı: Birçok yazarın yazın yaşamında ürünlerinin şiir, öykü ve roman sırası dikkat çekmiştir.'Şiirle başlanılmış sonrasında öykü ve en nihayetinde romana ulaşılmış' mıdır? İki öykü kitabınızın olduğunu da göz önüne alırsak sizin yazma serüveninizde türler arası kurduğunuz diyalog ve yazma ediminizi yönlendiren savlar nelerdir?
Serkan Türk: Esas olan yazabilmek olsa gerek. Şiirle bağım öyküden daha eski. Zaman zaman insan iyi arkadaşlarını kaybedebiliyor ya da nedensiz uzaklaşabiliyor. Belli aralardan sonra yeniden yan yana geldiklerinde her şeyin aynı kaldığını, devam edebildiğini görüyor. Benim düz yazıya yakınlığımdan sonra şiirle yeniden buluşmamı bu arkadaşlığa benzetiyorum. Aradan ne kadar süre geçerse geçsin hep aynı dosttan bahsetmekten haz alır gibi şiirim yazılarımın içinde oldu. Şiirime de öyküsel ifadeler yerleştirmeyi belki bu yüzden seviyorum. Büyülü olan sözcükler ve söylenebiliyor olmaları. Ben romana ulaşır mıyım, şimdilik kuşkularım var. Biraz daha şiir ve öyküyle devam edecek serüven.
''Hiçbir şair yüzüstü bırakmadı beni.''
Bülent Şanlı: Her Şeyin Güzel Olma Nedenleri ”' nde Meriç'in Suyu adlı bir şiiriniz de var. Edirne sizin için özel bir şehir olmalı.
Serkan Türk.: Bazı kentlere hiç gitmeseniz de o kentin sizin belleğinizde başka türlü bir yeri olabiliyor. Duyduklarınız, okuduklarınız ve dinlediklerinizle oluşan bu fikir size farklı kapılar açabiliyor. Seksenli yılların sonunda ülkemize bir şekilde kaçak yollarla girmeye çalışan insan hikâyelerini, suyun fazlasının nasıl bizi acılara boğduğuna dair haberleri duyarak, yaşadığım kentten kilometrelerce ötede bu kentle bir bağ kurduğumu hissettim. Sonra bir gece ansızın kendini yazdırdı şiir. Tunca’yı, Meriç’i yalnız o zaman haber bülteninde görmüşlüğüm vardı. Edirne’yi sonraki yıllarda görme fırsatını yakaladığımda daha iyi anladım nedenini. Meriç’i akıp gittiği nehir yatağı, çevresindeki o büyük ağaçlar ve üzerindeki gökyüzü tanıdıktı benim için. Nehrin üzerindeki köprüde durup yeniden soluklanma şansım olsun istiyorum.
Bülent Şanlı: ''Yazarlardan çok şairlerden beslendiğim doğru. Bir dizenin sizi alıp götürdüğü yer bir öyküye sığamayacak kadar geniş olabiliyor. Şairlerim, sözcükleri paylaştığım akrabalarım hepsi. Ruh akrabalığımız yıllardır sürüyor. Büyükbabam sigarası için ‘tek arkadaşım’ derdi. Hiçbir şair yüzüstü bırakmadı beni.'' demişsiniz bir röportajınızda. 'Her Şeyin Güzel Olma Nedenleri'nde Gülten Akın, Ahmet Oktay, Haydar Ergülen, Birhan Keskin, gibi şairlerden alıntılar yapmışsınız. Şiirinize yön veren, sizde sarsıcı bir etki bırakmış şiirler şairler söyleyebilir misiniz?
Serkan Türk: Bahsettiğiniz şairlere ilave birkaç isim verebilirim. İlhan Berk, Hilmi Yavuz, Kenan Sarıalioğlu, Behçet Aysan, Çiğdem Sezer, İbrahim Tenekeci, Derya Önder gibi. Farklı şiir anlayışlarına sahip bu şairlerin benim duygu ve düşünce dünyama yansıma biçimini tam olarak kestiremesem bile, her şair yeni gözler demek benim için. Ve edindiğim yeni gözlerle soluk alan çalıyı, taşın sesini, güneşin sevecenliğini duyumsayabiliyorum. Bu da az şey değil sanırım.
Bülent Şanlı: Son olarak 'Düş' okurlarına neler söylemek istersiniz ?
Serkan Türk.: Şiir okumak için yalnız aşık olmak gerekmez. Günde vitamin niyetine bir şiir bütün uyuşmuş yerlerinizi fark etmenize yeterli gelir. Ülkemizde olup bitenleri anlayabilmek için birbirimize bakmayı başarmamız gerekiyor. Bunu yapabilirsek kolaylaşacak başkalarına sarılmamız, bir arada yaşamamız.
olurdu. sonsuz gökleri sarsardı yağmur
ellerinde kir birikmiş günahkar bir kadın
beyaz bir çarşafı gererdi bahçesinde
(notre dame'ın küskünü)
Bülent Şanlı: Bu şiirlerin bir evi var, dönüp dolaşıp sığındıkları. Atların, avluların, rüzgârın, göğün ve ayrılığın yanıbaşında bir ev. - Deyişi şiire varıncaya dek ince duyarlıklarla örmek. Bunun ardında kazanım ve yitirmelerin doğurduğu çığlığın yansısı, yaşanmışlıklarla bezeli bir zaman dilimi var, ' ağlayınca boşluk oluyor, gidince yokluk'.Şiirlerin yazılma sürecinde neler yaşarsınız. Hangi 'şey'ler o düşsel yazı odasında size eşlik eder?
Serkan Türk: Çocukluk dönemlerimde her yıl çıkan ajandalardan edinmeye özen gösterirdim. Her günün karşısına mutlaka yazılacak birkaç cümle. Sonraki dönemlerde günü gününe olmasa da haftada bir, ayda iki kere yazmaya özen gösterir olduğumu anımsıyorum. Sürekli yazma alışkanlığı kazandıktan sonra bu gün kavramı değişti tabii. Yazabildiğim her anın öncesinde çok büyük sessizlikler ya da büyük gürültüler gelir yakalar beni. Penceremin dışındakini, odamı, bahçemi, uzaklardaki dağların fısıltılarını duymaya çalışırım. Sanki içimdekine bir şey söylemek ister her biri. Giderek duyumsadığım o uğultu dinlediğim müziğin de etkisiyle sözcüklere, mısralara dönüşür. Bittiğini düşündüğüm bir metnin, şiirin sonrasında inanılmaz bir gönül rahatlığı yaşarım. Kendimi üzerek, kanatarak, kışkırtarak ve bilmediklerimi keşfettirerek yaşamayı öğretiyor bana yazın odası.
'' Mutluluk bir çeşit dengesizlik işi… ''
Bülent Şanlı: Bir şeyleri söylememek, o boşluğun imlediği aslında söylenilmeyenin bahsini açmıyor mu dolaylı olarak. Her Şeyin Güzel Olma Nedenleri'nde yazıya geçmeyen ama suskuda ifade bulan coşkular, kırıklıklar yok mu? Bunlardan bahsedebilir misiniz?
Serkan Türk.: ‘Zaman acı yontucum’ derken sanırım tam bunu demeye çalışmıştım. Yaşam deneyimlerimiz bizi diğerlerine karşı hazırlar. Nerden, nasıl yaralanacağımızı biliriz. Bilinçli olarak bazen izin verdiğimiz de olur kanatılmaya. Yalnız bir şeyi kendimize yön seçer ve seçtiğimiz yöne doğru koşarız. Düştüğümüz de olur, her şey güzel giderken vazgeçmişliğimiz de. Mutluluk bir çeşit dengesizlik işi… Tam olarak yakalamanın mümkün olmadığını anladığınız anda size doğru gelmeyen şeyleri yapar bulabiliyorsunuz kendinizi. ‘allah biliyor gönlümüz bazen şen/bulduğumuza şükrediyorum birbirimizi’ dedirten gerçekte böyle bir şey. ‘ah yalnız tanrım, sana da dokunuyor mu/benim tek başınalığım’ ı söyleten de. Kitabın büyük bölümü iki mevsimde yazıldı. Elbette yaz’ın ve güz’ün seslerinin daha çok sindiği bir kitap oldu. Kapaktaki şeytan tüyü çiçeğinin seçilmesi de bir şeyi imliyor. Gerçekleşemeyen dileklerimizi benimser olduk.
Bülent Şanlı: Birçok yazarın yazın yaşamında ürünlerinin şiir, öykü ve roman sırası dikkat çekmiştir.'Şiirle başlanılmış sonrasında öykü ve en nihayetinde romana ulaşılmış' mıdır? İki öykü kitabınızın olduğunu da göz önüne alırsak sizin yazma serüveninizde türler arası kurduğunuz diyalog ve yazma ediminizi yönlendiren savlar nelerdir?
Serkan Türk: Esas olan yazabilmek olsa gerek. Şiirle bağım öyküden daha eski. Zaman zaman insan iyi arkadaşlarını kaybedebiliyor ya da nedensiz uzaklaşabiliyor. Belli aralardan sonra yeniden yan yana geldiklerinde her şeyin aynı kaldığını, devam edebildiğini görüyor. Benim düz yazıya yakınlığımdan sonra şiirle yeniden buluşmamı bu arkadaşlığa benzetiyorum. Aradan ne kadar süre geçerse geçsin hep aynı dosttan bahsetmekten haz alır gibi şiirim yazılarımın içinde oldu. Şiirime de öyküsel ifadeler yerleştirmeyi belki bu yüzden seviyorum. Büyülü olan sözcükler ve söylenebiliyor olmaları. Ben romana ulaşır mıyım, şimdilik kuşkularım var. Biraz daha şiir ve öyküyle devam edecek serüven.
''Hiçbir şair yüzüstü bırakmadı beni.''
Bülent Şanlı: Her Şeyin Güzel Olma Nedenleri ”' nde Meriç'in Suyu adlı bir şiiriniz de var. Edirne sizin için özel bir şehir olmalı.
Serkan Türk.: Bazı kentlere hiç gitmeseniz de o kentin sizin belleğinizde başka türlü bir yeri olabiliyor. Duyduklarınız, okuduklarınız ve dinlediklerinizle oluşan bu fikir size farklı kapılar açabiliyor. Seksenli yılların sonunda ülkemize bir şekilde kaçak yollarla girmeye çalışan insan hikâyelerini, suyun fazlasının nasıl bizi acılara boğduğuna dair haberleri duyarak, yaşadığım kentten kilometrelerce ötede bu kentle bir bağ kurduğumu hissettim. Sonra bir gece ansızın kendini yazdırdı şiir. Tunca’yı, Meriç’i yalnız o zaman haber bülteninde görmüşlüğüm vardı. Edirne’yi sonraki yıllarda görme fırsatını yakaladığımda daha iyi anladım nedenini. Meriç’i akıp gittiği nehir yatağı, çevresindeki o büyük ağaçlar ve üzerindeki gökyüzü tanıdıktı benim için. Nehrin üzerindeki köprüde durup yeniden soluklanma şansım olsun istiyorum.
Bülent Şanlı: ''Yazarlardan çok şairlerden beslendiğim doğru. Bir dizenin sizi alıp götürdüğü yer bir öyküye sığamayacak kadar geniş olabiliyor. Şairlerim, sözcükleri paylaştığım akrabalarım hepsi. Ruh akrabalığımız yıllardır sürüyor. Büyükbabam sigarası için ‘tek arkadaşım’ derdi. Hiçbir şair yüzüstü bırakmadı beni.'' demişsiniz bir röportajınızda. 'Her Şeyin Güzel Olma Nedenleri'nde Gülten Akın, Ahmet Oktay, Haydar Ergülen, Birhan Keskin, gibi şairlerden alıntılar yapmışsınız. Şiirinize yön veren, sizde sarsıcı bir etki bırakmış şiirler şairler söyleyebilir misiniz?
Serkan Türk: Bahsettiğiniz şairlere ilave birkaç isim verebilirim. İlhan Berk, Hilmi Yavuz, Kenan Sarıalioğlu, Behçet Aysan, Çiğdem Sezer, İbrahim Tenekeci, Derya Önder gibi. Farklı şiir anlayışlarına sahip bu şairlerin benim duygu ve düşünce dünyama yansıma biçimini tam olarak kestiremesem bile, her şair yeni gözler demek benim için. Ve edindiğim yeni gözlerle soluk alan çalıyı, taşın sesini, güneşin sevecenliğini duyumsayabiliyorum. Bu da az şey değil sanırım.
Bülent Şanlı: Son olarak 'Düş' okurlarına neler söylemek istersiniz ?
Serkan Türk.: Şiir okumak için yalnız aşık olmak gerekmez. Günde vitamin niyetine bir şiir bütün uyuşmuş yerlerinizi fark etmenize yeterli gelir. Ülkemizde olup bitenleri anlayabilmek için birbirimize bakmayı başarmamız gerekiyor. Bunu yapabilirsek kolaylaşacak başkalarına sarılmamız, bir arada yaşamamız.
Düş Fanzin Söyleşisi-Bülent Şanlı
4 Nisan 2013 Perşembe
ADA DERGİSİ KARADENİZ EDEBİYAT BULUŞMALARI-3
ADA DERGİSİ KARADENİZ
EDEBİYAT BULUŞMALARI-3
Ada Dergisi ve Türkiye
Yazarlar Birliği Trabzon Şubesinin birlikte organize ettiği Karadeniz Edebiyat
Buluşmaları'nın 3.sünde Serkan Türk bu defa genç kuşağın iki önemli romancısı
Güray Süngü ve Işık Yanar'ı konuk ediyor.
Oğuz Atay Roman Ödülü
ve Türkiye Yazarlar Birliği Roman ödülünü kazanan Güray Süngü, Son romanı Taşra
Şairi ile dikkatleri üzerine çeken Işık Yanar yazma deneyimlerini ve merak
edilen soruları yanıtlıyor.
Trabzon Sanayici ve
Girişimci İş adamları Derneği (TSGİAD) ve TÖMER Dil Merkezi Trabzon Şubesi ve
Teorem Sanat Merkezinin katkı sunduğu Karadeniz Edebiyat Buluşmaları'nın
program günü ve saatleri şöyle:
5 Nisan Cuma günü KTÜ İngiliz
Dili ve Edebiyatı Bölümü 17:00-19:00 arasında, 6 Nisan Cumartesi önce Teorem
Sanat Merkezinde resim bölümü öğrencileri ile 13:00-14:00 arası özel bir
söyleşi gerçekleştirecek olan yazarlar son olarak aynı gün Trabzon Sanavevi’nde
Salon Garaj’da 17:00-19:00 saatleri arasında Karadeniz Edebiyat Buluşmalarında
kapsamında okurlarla buluşacak ve ardından kitaplarını imzalayacaklar.
Ada dergisi editörü Serkan
Türk’ün sunduğu program kapsamında geçtiğimiz aylarda Mehmet Yaşın ve Yavuz
Ekinci’de Trabzon’da okurlarla buluşmuştu.
29 Mart 2013 Cuma
12 Mart 2013 Salı
31 Ocak 2013 Perşembe
Çöl'de Şaire Rastlamak
her mısra şaire
ait/ niye kendimi okuyormuş gibiyim? / şiire başlamak mümkün de / şiiri
bitirmek neden imkânsız? / mısraları unutsam kelimeleri hatırlıyorum/
kelimeleri unutsam harflerin sesleri yankılanıyor / bütün şiirleri tersinden
okumayı diliyorum/ daha çok unutmak için…
ayna insan dergisi 6.sayıda yer almıştır.
Çöl’e telmihte
bulunmuşsa şair uzak bir yolculuğa hazırlanmak düşer okuyucuya. Şair
uzakta olanı bile yanı
başındaymış gibi anlatır. Biz yanı
başımızdakine bile uzak düşeriz. Hayat ve şiir/ tezat: ” İçimiz çölse biri
geçmiştir.” Bazıları da içimizden geçip çöle varmadıysa ne yazık! İçimiz çölse dışarıda bir vadi mi vardır?
Bereketli topraklardan, gürül gürül akan sulardan sonra bir çöle nasıl varır
insan? Daha doğrusu çöl’ün mecazları çoğaldıkça
anlamı değişir mi? Serkan Türk’ün
Serander yayınlarından çıkan şiir kitabı – içimiz çölse biri geçmiştir- adını
taşıyor. Kitabın kapağındaki resmi ve bu
mısrayı birlikte okuyunca çöl uzun bir nehre dönüştü zihnimde. Çöl ve nil.
İki hece ayrı ayrı ve birçok şeyin özeti.
Uçsuz bucaksız bir kumda bir yolcunun ayak izleri. Çölün gövdesinde biriken
anılar derken bir kum fırtınası ve her şey tarumar. Aşka sonundan başlamak.
Nehir çölün neresinde? Nehir şairin kalbinde, kelimelerinde okurken duyuyorum
suyun / şairin sesini.
“her dua bir
yalnız işi
kimin
sessizliği böyle kırmakta gönlümü
yoksun gün
devirmekte kırkını”
Mırıltıların
duaya dönüşmesi mi, sessizliğin bir yontucu gibi şairi yontması mı yokluğun
yoksulluğu mu hangisi olduğunu bilemediğim çağrışım uzak duran bir sevgilinin
imgesini belirginleştiriyor zihnimde. Kimseler anlamıyor bu uzaklığı. Şair de
mi? Evet en çok o anlamıyor. Aldanmayın şairlerin her şeyi bildiklerine!
Kitabın sayfalarını çeviriyorum çöl’e başlar gibi. “terleyen bir kalp” kitabın
ilk bölümü. Hatırlıyorum kalbimin terlediği anları ve kalbinden terlemeyi
bilemeyenleri. Şairlerin yüzleri terler önce sonra kalpleri biliyorum. Bir çöl
nasıl geçilir ki başka türlü.
“hem ağrısısın
içimin
hem istediği şenlik”
Ağrıyan bir
ben özlemle bekler ağrının dineceği zamanları. Uzaktaki bir zamana postalanan
bu dilek, uzaktaki sevgilinin bir gülüşüyle gerçekleşecektir. Ne var ki o
gülüşün bir tarihi yoktur. Şair ve dil’e dökülen yalnız olamama hali/ yalnızlık
şairin en yalın hali
“her
sarsıntı bir başlangıç,
dallarımı
kıran rüzgar
uykusuz
geceleri kovamadığımdan
peri’ye
kıyamadım
içimin
bıçağıyla oydum durdum gövdemi”
Oyulduğumuz
yerden bir başkası çıksa. Ne çok başkaları olur bize benzemeyen. Bize
benzemeyenleri sevişimiz öldürüyor bizi. Ölmemek için başkasını doğuruyoruz.
“o
peri’yi öldüresiye sevdim içimden “
İçimizden sevdiklerimiz! İşte
nehrin kıvrıla kıvrıla akışı yeniden çölün sessizliğini unutturuyor bana.
Şairin hatırladıkları okuyucunun geçmiş yaşantısıdır.
“benim
sırtım kime dönük
tanrı bilir o değil mi içime dolduran ağaçları
susayan
nehirleri kalbimden geçiren”
Tanrı en çok
içimiz çölken mi anıyor bizi? Ve biz neden duyamıyoruz Tanrı’nın bizi andığını.
Şair duyuyor duymasına da kilidi kırıp bir adım öteye geçemiyor.
“ben kendimi
dike dike
söke söke derimden
bazı kazak,
bazı çorap
ördüm içimde”
Sökmesini
bilen şair, örülense şiirdir. Kim için örüldüyse şiir “ona” yokluğa emanet!
Şairi var eden her mısra ‘o’ nu daha da uzaklaştırıyor. Susmak için, noktayı koyabilmek
için bazen ne çok konuşuruz. Anlattıkça hafifleyip, içimizdeki yükten
kurtulacağımızı sanırız. Bir el, içimizde öre durur anlattıklarımızı, bir de
bakarız her şey yerli yerinde.
Kitabın ikinci
bölümü “ kaburgalar ülkesi” kalbime dokundum! Yerindeydi evet! Bütün iç
organlarım da yerli yerindeydi. Ve kaburgalarım bir zırh gibi gövdemi
örtüyordu. Şair ne diyordu:
sahip
çıkılmamış bir kalp duruyor
ölü doğmuş bir çocuktur
aramızdaki mesafe
görmek acısı,
yurdu uzak kaburgalar ülkesi
yollar köprüler
atılıyor.
“ölü doğmuş
bir çocuktur aramızdaki mesafe” uzaklığın en uzak hali. Ne denir ki! Susmak
geliyor içimden.
“bana kendi
dilinde sus yaşlı dünya
sana bütün
dillerde yanayım”
Serkan Türk’ün
ikinci şiir kitabı imge yüklü. Çöl’den geçip de gelmişlere, çöl’ü hiç
bilmeyenlere, içi çöl olanlara ve de
uzaktakilere gönderilmiş mısralar yalnızlığı en yalın haliyle duyumsatıyor.
Açılmayı bekleyen kilitler vardır. O kadar uzun sürer ki o kilitleri açmak. Her
okuyucunun açtığı kilit farklı olacaktır. Kim bilir kaç okuyucunun düş gücüyle
açılacak kilitler? Ne yazık hiç birimiz o anı göremeyeceğiz yine de
hissedeceğiz…
Arzu ALKAN ATEŞ
10 Ocak 2013 Perşembe
gece defteri
beni unutuyorsun artık
aşkını unuttuğun gibi unutuyorsun
yavaş yavaş siliniyor her şey belleğinden
kiminin yazgısı belirirken
kiminin ömrü tükeniyor bu karanlıkta
ah gece, sesini duyduğumdan beri
yıldızlarına bakıyorum
uzun uzun öpüyorum gönderilen mektupları
eskiyen bir yaz’ı buluyorum resimlerde
uzayıp gidiyor o günler
sonumuz ayrılık olmasın diyorum
ben bildiğim her şeyin ona çıktığını sanıyordum
sen bildiğin her şeyin ondan geçtiğine inanıyordun
oysa ikimiz de kan ağladık,
bir güz bitkisinin kaderini yaşadık,
beni unutuyorsun artık
aşkını unuttuğun gibi unutuyorsun
körün istediği göz onun kalbi
Serkan Türk
Ayna İnsan 6.sayı
aşkını unuttuğun gibi unutuyorsun
yavaş yavaş siliniyor her şey belleğinden
kiminin yazgısı belirirken
kiminin ömrü tükeniyor bu karanlıkta
ah gece, sesini duyduğumdan beri
yıldızlarına bakıyorum
uzun uzun öpüyorum gönderilen mektupları
eskiyen bir yaz’ı buluyorum resimlerde
uzayıp gidiyor o günler
sonumuz ayrılık olmasın diyorum
ben bildiğim her şeyin ona çıktığını sanıyordum
sen bildiğin her şeyin ondan geçtiğine inanıyordun
oysa ikimiz de kan ağladık,
bir güz bitkisinin kaderini yaşadık,
beni unutuyorsun artık
aşkını unuttuğun gibi unutuyorsun
körün istediği göz onun kalbi
Serkan Türk
Ayna İnsan 6.sayı
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Ömer Kaya yazdı: ÇIKIŞI ARAYANLAR İÇİN BİR ROMAN: AUSGANG
Romanın Konusu: Alışılmış düzende olaya yaslanan, kolay özetlenebilir pek çok metin okumuşuzdur. Bu minvalde çoğu metin, toplumsal bir mesel...
-
harun bildiğin tüm yeminleri yaz derler söyle derler güz geride kaldı şimdi kış odun gerek kürek gerek kol kanat bildiğin şeyler, i...
-
Öğretmenlik sıfatımı takındığımda en çok korktuğum şeylerden biri de edebiyattaki istisnalardır. Öyle ki bir anda öğrencinin gözünde yeter...