15 Ekim 2017 Pazar

Bak Önümüzde Yeni Bir Mevsim raflardaki yerini aldı.

“Bak Önümüzde Yeni Bir Mevsim”, Serkan Türk’ün Yitik Ülke etiketiyle raflarda yerini alan son öykü kitabının adı.
Hız çağının birey üzerindeki etkileri göz önüne alındığında yalnızlaşma olgusunun öncü sarsıntılarıyla yüz yüze gelen insan, kendi içinden başlayarak sosyal yaşamın bütün alanlarına kadar uzanan bir yabancılaşmanın döngüsüne giriyor. Sistemin dayattığı değerler (ki değersizlikler demek daha doğru) ile bireyin öz değerleri çarpışınca, insanı bütünleyen temel yapılar içten içe çürümeye ve dağılmaya başlıyor. Bu saptama her birey için geçerli bir durum değil tabi. İçyapısı daha kırılgan, daha zayıf ya da ezik büyümüş bireylerin duygu dünyası bu çarpışmalar karşısında hızla allak bullak oluyor ve birer “mutsuz insan” olarak aramıza dönüyorlar. Hız çağı dedim, çünkü geç kalma korkusu; bireyin başkalarıyla kendini ölçüp biçme veya sistemin dışına itilmeme kaynaklı bir duygu. Aslında bu çöle saplanma hali. Sürekli değişen ihtiyaçlara ve arayışlara hazırlıksız yakalanma, yalnızlaşma ve giderek öz duygusuna geri dönme isteği. Tam da bu noktada başlıyor işte insanın çaresizliği ya da tutunamayışı.
Serkan Türk, önceki öykülerinde olduğu gibi yine tutunamayan karakterler üzerinden kuruyor son öykülerini de. Bu sefer biraz daha büyümüş ve sosyalleşme savaşını verecek yaşa gelmiş kahramanlarla. Bireyin alt duygu ve düşünsel isteklerini, yaşamın diyalektiğiyle yüzleştirerek sorunu tekilleştirmekten ziyade toplumsal gerçeklikler üzerinden irdeliyor. Yalnızlaşan ve yabancılaşan insanı katı bir görüntü dekoru olmaktan çıkarıp sistemi sorgulayan somut varlıklara dönüştürüyor. Bu anlamda Serkan Türk’ün öykü gelişimi ile yarattığı karakterlerin değişimi doğru bir orantıda yürüyor diyebilirim. Yine sıkıntılı, kırılgan, duygusal, yalnız, işsiz ve mutsuz insanları var yazarın. Ama bu kez onları hız çağının bunaltısıyla baş başa bırakmıyor. Genişletici alanlar açıyor, gidilmemiş yerleri gösteriyor, yetişmek için koşmanın anlamsızlığını ve küçük şeylerin gücünü işaret ediyor.  
Kimin gücü kime yeterse o kalıyor ayakta. ‘Aslanım, hadi öldür şunu, canına oku’ diye bağırıyorlar horoz sahipleri. Önceleri komik gelirdi. Sonra sonra alıştım. Yerde kanlar içinde yatan bir horoz düşünür mü civciv olduğu dönemi? Buna kafa yordum cidden bir süre. Şuna karar verdim sonra. Acı her yerdedir.
“Hadi Öldür Şunu Aslanım” öyküsü, işini gücünü kaybetmiş bir radyo sunucusunun aç kalmamak ve birikmiş kirasını ödeyebilmek için istemeyerek de olsa horoz dövüşlerinde sunuculuk yapmasını işliyor. Kahramanımız aynı zamanda öykünün de anlatıcısı. Kendini “cinayet anlatıcısı” olarak tanımlıyor. Yukarıda da sözünü ettiğim gibi büyümüş ve sorgulamayı öğrenmiş bir karakterle karşı karşıyayız. İnsanoğlunun hırsından kaynaklanan öldürme içgüdüsü başka bir canlıda yok. Öyle ki, bu ilkel zevki ona tattıracak (kendi cinsi de dâhil) her canlıyı kolaylıkla denek olarak kullanabiliyor ve gözünü kırpmadan yaşamına son verebiliyor. Acı her yerdedir, cümlesinden hareketle dünya üzerindeki bütün savaşlara, ölümlere ve her türlü zulme atıfta bulunarak insanın acımasızlığı, öyküdeki kahramanın diliyle sorgulanıyor. İlkelliğin ve ölümün ödüllendirildiği bir ortama itilen mutsuz insan, yol ayrımındadır artık. Kahramanımız, mecbur kalışının geçerli bütün nedenlerine karşın vicdanının çocuk kalan yanına sahip çıkarak aklanmayı seçiyor. Toplumsal trajedilerin insan gerçeğine yönelerek hafifletilebileceği vurgusu diğer öykülerde de belirgin bir şekilde göze çarpıyor.
“Bak Önümüzde Yeni Bir Mevsim ”deki bütün öykülerin başat teması ölüm. Yazar, acılara derinlik vurgusu yaparken ölüm olgusunu özellikle üst perdeden işliyor. Çünkü yaşamın sessizliğini bozan tek gerçek o. Öykülerdeki her bir karakterin yakınından uzağına ya da tanıklığına düşmüş bir ölü var. Kuşkusuz bu gerçeğin öykülerde işleniş biçimi farklı farklı olsa da, okura hissettirdiği duygu aynı: Soğukluk. Ölümün sahiciliğini sorgulayan yazar, “Son Durak” adlı öyküde örneğin; dönüp bir ölünün gözüyle inceliyor arkada kalanları. Bu öyküdeki kurgunun muhteşemliği bir yana, ölü bir adamın kendi ölüm sürecini sorgulaması ile kalbinin ve ruhunun sınırlarını bu gerçeklik üzerinden adlandırmaya yönelmesi sonra da dünyadaki eşiyle iletişime geçme çabaları, yaşamın hep devam ettiği üzerinden yorumlanabilir belki de.
Serkan Türk, kitaba adını verdiği öyküye, “ İnsanlar ölür, elbiseleri kalır geriye” cümlesiyle başlıyor. İnsan ister istemez soruyor: Eve dönmelerini istediğimiz ölüler için her daim hazırda temiz birer elbise mi saklamalıyız?
Serkan Türk, “Bak Önümüzde Yeni Bir Mevsim” ile dilin bütün olanaklarını kullanıyor. Özgün ve yalın kalarak. Öyküleme becerisini, zaman zaman şiirin dilinden ama çoğunlukla gündelik cümlelerin havasından soluyarak sağlıyor. İç konuşmalardaki sessizliği, görüntü değişimlerindeki yumuşak geçişleri ve geriye dönüşlerdeki sahiciliği ancak yazarın metin görgüsüne bağlayabiliriz. Disipline bir dilin özgür fırçaları. Çok fazla felsefeye kaçmadan, derin psikolojik çözümlemelere girişmeden ama yüzeysel de geçiştirmeden yerli yerinde betimlemeler. Yazar hep anlatıcı konumda. Durumdan olaya evrilen, soyuttan somuta dönüşen ve arka arkaya okuru diri tutan bir anlatım söz konusu.
Serkan Türk, taşradan ulusala ağır ağır ama kararlı adımlarla yürüyen genç bir öykücümüz. Arka kapakta yazdığı şekliyle söylersem: Türk öykücülüğünün usul usul yükselen sesi

24 Eylül 2017 Pazar

Umut Fısıltıları: Rüzgârlı Camlar!

Kitap üç bölümden oluşuyor: Camlar, Rüzgârlar, Bulutlar. Serkan Türk aynı zamanda bir şair… Öykülerinde şiirsel bir dil yer alıyor; Rüzgârlı Camlar’da da öyle… Sessiz sedasız akıp giden nehirlerin dinginliği öyküler boyunca hissediliyor. En kaoslu yolu en çıkmaza düşmüş öykü mekânlarında bile yaşamaya dair umut çağrısı var Rüzgârlı Camlar’da…

“Suda Ölen Yalı”, kendisini içinde bulunduğu şaşaalı hayattan soyutlayan öykü kişisinin iç dünyasını görmeye davet ediyor okuru. Çevresine, mekâna, zemine, atmosfere uyum sağlayamayan bir çocuk var o iç dünyada… Kimi yüzlerde görünen maskelerin dışında konumlanan çocuk, öykünün merkezinde bulunuyor. Varlığın çiğ görünümüyle oyalanmak yerine hayallerin ihtimaline dokunmak evladır bazen. Yapay gülümsemeler yerine yalnızlıktan uzak bakışımlardan geçiyor öykü kişisi.

“Utanç duyardım bu yarı sahte olduğunu düşündüğüm kahkahalardan. Böyle anlarda, o kalabalıktan kaçar ve odama, kendi dünyama sığınırdım. Yatağıma uzanıp tavana bakar; o eski kabartmalara, oyma şemselere dalıp giderdim.”  Kendisiyle tanışmış olmakla birlikte çevresine yabancı kalmışlık bu bir bakıma… Çocuk yalnızlığı…
Hayali arkadaşı Celile’yle gelen şaşkınlık, onun fark edilmesini, çevresindekilerce görülmesini sağlayan bir ayna oluyor ve Celile’nin hayali arkadaşlığına sığındıkça ailesi onu fark etmeye başlıyor. En sonunda yapaylıkla, sahte yüzlerle, yalancı samimiyetlerle hesaplaşırcasına Celile’den aldığı kibritle yaşadıkları yalıyı yakıyor. Çocuk aklı bu sahteliğin yanıp kül olacağına, varlığını yok edince tümüyle kaybolacağına inanıyor belki… Zamanda asılı kalanları unutarak… Celile ile de bir tür gizli anlaşma yapmışçasına… İç hesaplaşma da denilebilir. “Yalıyı yaktığım günden sonra görmedim Celile’yi.” Hayatta var olmuş muydu? Yoksa hayatı bir tür nefes alma biçiminden öte değil miydi?  Hiç kimsenin o güne dek yeterince fark etmediği varlığı, şimdi görülebilir aykırılıkta; Celile’nin hayata yansıması da evle birlikte yok oluyor. Cioran, Çürümenin Kitabı’nda ne demişti hatırlayalım mı?
‘İdeal’siz bir dünya, doktrinsiz bir can çekişme, yaşamsız bir ebediyet hasreti… Cennet… Fakat kendimizi oyalamaksızın bir saniye bile var olamazdık: İçimizdeki peygamber, bizi kendi boşluğumuzda ihya eden deli tarafımızdır.[1]
Çocuk yahut Celile de, ‘ne yaşar ne yaşamaz’ olarak zamanın bir anına çakılı kalmıştır. Kendini düşle oyalayarak var olma eğilimi gösterip aslında hiç yaşamamış bir siluet görünümünde…
Hayali varlıklara “Muhittin’in Cinleri”nde de rastlıyoruz. Değişip dönüşen yüzler, kimlikler öykü boyunca devinim halinde varlıklarını sürdürüyor. Kırılgan, yalnız, o kadar yalnız ki kendisine hayali varlıklar edinmiş öykü kişileri, biri diğerinden daha baskın olmaksızın varlıklarını koruyor. Bu öyküdeki başat unsur, karakterler değil, yalnızlık duygusu…  Bir öykü karakteri olarak yalnızlık… Peşi sıra gelen yansımalar… Öyle sanmalarımız, hayatımızı ele geçirdikten sonra bize kalan hüzün… Değişip dönüşen yüzlerde asılı kalan: Yalnızlık!
Tanıdığımı sandığım birinin aslında başka birisine dönüştüğünü; özelliklerinin, hayattaki duruş biçiminin, inandıklarının bana yabancı olduğunu anlatmıştım. Yaşadığımız o ânın fotoğrafını çekecek olsaydık; onunkinde kırılganlıklar görünür, benim yüzümde ise merak.
Yalnızlığını köstebeğe dönüştüren öykü kişisi, Gregor Samsa’ya da selam gönderiyor benzer ruh iklimlerinden… Köstebek isimli öykü hem bireysel açmazlara hem de toplumdan bireye doğru evrilen çıkmazlara götürüyor okuru… Maden ocağında çalışmanın bir zorunluluk olduğu hayatlara ayna tutmayı ihmâl etmiyor. Bir babanın, yavrusunun yetişkinliğini göremeyecek olması, bir ihtimalken bile canı fazlasıyla acıtıyor; “Ama görüyorsun ya sevgili dostum, ölümle her gün burun buruna yaşamak korkusu daha da öldürüyor insanı.  İlk geldiğim günlerde yaşanan grizu patlamasından sonra günlerce bu madene inmemeyi düşünmüştüm ama işte gördüğün gibi korkularıma rağmen ölüme meydan okuyabiliyorum.”
Soluduğumuz hava değişsin, yaşadığımız atmosfer başka bir hal alsın isteriz bazen. Mekânımızı değiştirdiğimizde; algımız, duygumuz, hislerimiz ve nihayet biz; tümden değişecek, evren birden bambaşka görünecek, biz bambaşka olacağız sanırız. Bu bir yanılsamadır. Nereye gidersek gidelim, içinde yaşadığımız “o şehir” bizimle birlikte gelir. Öykümüzün başladığı noktaya selâm göndeririz uzağına düştüğümüz yerlerden…  Bazen bilinçdışında bazen bilinç düzeyinde “o şehir” hayatın içinde devinimlenen öykümüze öyle ya da böyle eşlik eder. “Sanki Yarın Issızlık” öyküsündeki Muhsin de aynı savaşımlardan geçiyor. Sokağını değiştirse dünyasının değişeceğini sanıyor. Bir yere ait hissedememenin o sancılı hissi Muhsin karakterinde yeniden can buluyor. Kaçsa kurtulsa olmuyor, kalsa boğulsa yine olmuyor. “Bazı yüzleri sonsuza kadar hafızamda tutmak istiyorum. Her şeyin giderek kirlendiği bir dünyada güzel şeylere ihtiyacım var.”
Çocukluğumuzda içimizden kuvvet alarak kulağımıza fısıldayan ses(ler), yıllar sonra bile ruhumuzdaki yankılarını bulmaya devam eder. Rüzgârlı Camlar’daki çocuk karakterler, neşesini yitirmiş, ihmal edilmiş, dışlanmış/bastırılmış özellikler taşıyor. Sessizlikleri için için öfkeyi büyütüyor; yansıması çoğu öyküde yıkım/kin/nefret oluyor. Ya bir evi yakıyor ya da yalnızlıklarını, ihmal edilmişliklerini yeşertiyorlar öykülerin zemininde… “Sesime Üşüşür Ölü Kuşlar”da babasını yitiren öykü kişisinin “pencerenin arkasından bakan, terkedilmiş bir çocuk gibi el salladım boynum bükük bahçedeki suya” diyerek öyküyü sonlandırması da yine aynı duyguyu okura hissettiriyor: Yalnızlık…
Zaman kavramı görecelidir. Bilinen bir şeydir: Sevdiğimiz şeylerle meşgulken zaman pek kısadır, hoşlanmadıklarımızla uğraşırkense epey uzun… “İki Kısa Gece”de kavuşmanın ve ayrılığın birlikte ve aynı anda olmasını, duygu bulanıklığını; bir kavuşmayı okurken aslında ayrılığı duyumsuyoruz. İki Kısa Gece, Serkan Türk’ün “çöl ve kir”inde yer alan dizeleri çağrıştırıyor bu bakımdan:
“hem ağrısısın içimin
hem istediği şenlik”[2]
Hiç bitmesin istenen zaman dışı zamanlar. Tüm evrenin işleyişinden münezzeh, belki de galakside yer bulamayacak kadar küçük bir evre, ruhun ritminde uzun süre döndürür çarkını. Yaşarken anlaşılmaz, geçip gidiveren zaman. Geriye baktıkça anısı tüm ömrümüze yayılır. Oysa… “Tanrı’nın en kısa iki günüydü”. Ağaçlarla kuşlarla rüzgârın yapraklara bıraktığı sesle hemhal olunur böyle zamanlarda. Geriye “İki Kısa Gece”de olduğu gibi derin bir kırgınlık bırakır giden.
İnsan insanın avcısı… Kanıyorum bir taşın dibinde. Ben kanadıkça akıyorum başka tozlara doğru. Her biri başka tarafa dağılan kum tanecikleri iki kısa gece için ömür biçiyorlar bana. Bahçedeki çayırlara doğru bakıyorum, ötesindeki köprüye…
Böylece öykü kişisi, yaşadığı duygulanımların ardından belleğini soluduğu zamana taşır. Geçmişin taşları ruhunu ağırlaştırsa da ertesi çayırlara bakma dinginliğindedir. Benzer görüntü “Golgotha”da da var. Yine bir kaybın/ölümün ardından hayatın devam eden akışını seyreder: Çayırlıklar, gökyüzü, bulutlar… Yaşamın ve ölümün biraradalığı, iç içe geçmişliği “Golgotha”nın alt metninde görülebilir. Buradaki öykü kişileri yaşamıyor adeta yaşama belirtileri gösteriyor. Onların hayatta olma yeterliliklerinden uzakta olduklarını görüyoruz.  Sonlanan her soluktan habersiz, hayattan bir can yitmemiş gibi öte dünyalara; göğü yeniden izleriz …
Yiten her yaşanmışlığa aldırmadan devam eden bir akış var Rüzgârlı Camlar’da…

[1] E. M. Cioran, Çürümenin Kitabı, Metis Yayınları, Beşinci Basım, Sayfa:10, Çev. Haldun Bayrı
[2] Serkan Türk, Uzun Ruhlu Bir Cüce, Yitik Ülke Yayınları, Birinci Basım, Sayfa: 22
Mavi Ateş'in kaleminden Roman kahramanları dergisinde yer almıştır. 2017

21 Mayıs 2017 Pazar

İbrahim Varelci, Serkan Türk Şiiri ve Uzun Ruhlu Bir Cüce

Şiirin insanların üzerinde bıraktığı etki, o şiirin gücünü ortaya koyar. Şiirdeki etki, eğer varsa, ona karşı konulamaz. Birkaç mısra bile insanı şiire çeker ve artık o kişi, şiirin içindedir ve şiirin ritmine göre soluk alıp veriyordur.
Kelime oyunlarına pek başvurmadan, okuru imge bombardımanına tutmadan, şiirini olabilecek en saf haline dönüştürüp, insanın duygu dünyasından içeri sızmasını sağlayan bir dil kuruyor Serkan Türk.  Okuyunca, hah! İşte tam da hissettiğim buydu dediğiniz, oysa şiiri okumadan önce imgeleri daha önce bu şekilde bir araya getirmediğiniz, bu yüzden, size yabancı gelmeyen bir şiiri var Serkan Türk’ün.

Şiir duyguların ve imgelerin belirli bir hiyerarşiyle sıralanması demek değildir. Elbette, şiirin kendine has bir mevcudiyeti ve buna göre bir sıralama ölçütü var. Ama bunu belirginleştiren unsur şairin kurduğu öznel bir dünyadır. Herkesin kendisinden bir parça toprağa sahip olduğu; ama asla bütününe sahip olamadığı bir dünyadan bahsediyorum. Şair, şiiriyle sadece kapıyı aralar, o kapıdan içeri girip uzun süre o havayı teneffüs edenler de vardır, kapıdan gerisin geri dönenler de. Şairin kurduğu dil burada belirleyici unsur oluyor, yani şiir ne kadar müsaade etmişse, okur da o kadar içeri girebiliyor kapıdan. İşte bu yüzden “ bir kapı en güzel içerden açılır.” diyor bir şiirinde. Bu minvalde Serkan Türk, okuruna davetkâr şiirler sunuyor, şiirlerin hemencecik okur tarafından benimsenmesine ve kolaylıkla içselleştirmesine olanak sağlayan imgeler dünyası kuruyor. Anlaşılması güç bir şiir değil onunkisi, tam tersi derin ama berrak bir suda yüzüyor onun şiiri.
Şiir yazabilmek için, uçsuz bucaksız okyanusları, insanı çaresiz bırakan görkemiyle çölleri, şehrin çıkmaz sokaklarını, beklenmedik tehlikeleri, kapalı odalarda geçirdiğiniz yalnız günleri, beş parasız kaldığınız zamanları, amaçsızca yürüdüğünüz yolları, utancınızdan söyleyemediğiniz sevgi sözcüklerini, sevdiğinize bir türlü alamadığınız o tek taş pırlantayı, hayatınızda derin iz bırakan o çocukluk hastalıklarınızı, şarkıları, radyo dinlediğiniz o nostaljik günleri, yağmurun dinginlik veren sesini, gece olunca ışıldayan ayı, sabahı selamlayan güneşi… Bunları hep hatırlamak gerekir. Hep bunlarla yaşamak, hayatı farklı bir pencereden görmek gerekir. Tabi zaman da hızla akıp geçiyordur, insan da eskiyor her şey gibi. “nasıl da yaşlanıyorsun bedenim / eğilip kalktığımda geçiyor bir mevsim”, diyor ve devam ediyor “teni ölümlü insanın, boyu uzun ruhlu bir cüce.”
İnsan değiştikçe şiir de değişir. Değişmemesi gereken ise şiirin o saflığı ve berraklığıdır. Şiir, gündelik hayattan da bahsetse, en siyasi meselenin dillendirildiği mecra da olsa, o safiyetini ve sadeliğini kaybetmemeli. Şu dizelere bir bakalım ne demek istediğimiz belki daha iyi anlaşılır: “ sınırlar değil mi savaşlardan kalan en büyük yara.” Bir diğer mısrada da               “ düzelebilirdin en dünya şu bombalar olmasa” diyor şair. Çünkü şiir, önce duyguda doğar, akılda değil. Zekânın ve aklın, yani rasyonalitenin konusu değildir şiir. Bu yüzden şiir her ne kadar hayattan beslenmiş olsa da bir yönüyle hayatın uzağında bir yerde konumlanır. Elinizi uzatsanız ona dokunacak kadar yakın, lakin gözünüzün göremeyeceği kadar da uzaktadır. Hem hayatın içindedir hem de dışında, şiiri doğuran ve büyüten de bu ikilemdir. İşte bu ayrımı iyi gören ve bunu oluşturduğu şiir dilinde iyi kullanan şairler geleceğe kalacaklar, diğerleri unutulup gidecek.
Yeni bir şiir ortamı türemiş ve dilin imkânları doğrultusunda kendisine yer açan bu yeni şiir, toplumdaki mevcut çatlaklardan içeri sızmış ve bu sızmalar sonucunda kimi zaman taşkınlar oluşturmuş, bazen de amacına ulaşamamış sığ bir duygu tanıtımından öteye geçememiştir. Aslında şiir salt kendi kendini var eden, insandan ve dolayısıyla hayattan kopuk soyut bir varlık değildir. Bilakis hayatın merkezinde konumlanır. Şiir varsa insan vardır, insan varsa şiir vardır. İnsanın yaşadığı dramlar, trajediler, savaşlar, acılar, yalnızlıklar, ölüm, aşk ve ayrılıklar şiirin merkezi konularıdır. Serkan Türk de bu gibi unsurlara şiirinde sıklıkla yer vermiş. Hatta onun şiirindeki üç farklı insan tasviri birbirleriyle çelişir gibi görünse de insanın üç farklı boyutundan bahsediyor. Çünkü insan, çelişkileri kendi içinde barındırır. Örneğin bir şiirinde, “ İnsan insanın uçurumudur” derken; bir başka şiirinde,  “insan insanın tesellisidir” diyor ve yine başka bir şiirde ise, “ insan insana, bütün denizler birbirine dökülür” diyor. Her ne kadar üç farklı insan görsek de bu mısralarda, aslında hepsi aynı insandan bahsediyor.
Bazen şiir okurken dudaklar bile kıpırdamaz, sadece gözle okursunuz. Bazen de sesli okuma ihtiyacı hissedersiniz. Şiir okurken içinden bir ses onu taşır yüreğine, ona yoldaşlık eden sadece kendi içinde büyüttüklerindir. Şiir başka vasıta istemez yalnızlıktan başka. Şiir insanın içinde yankılanır, imgeler ruhun duvarlarına çarpa çarpa erir, kalbin süzgecinden geçer ve süzülür en derin hislerin arasına doğru. Gözden öteye gidemeyen şiir gönüle nasıl ulaşsın? Bu yüzden gerçek şair görmediğine daha çok inanır.
Serkan Türk'ün şiiri hem umudu hem de umutsuzluğu aynı anda barındırıyor. Umut var, çünkü ölüm var. Şiirin en belirgin temalarından birisi ölüm. Ölüm varsa hayat da var. Hayata teslim olan bir insan da buluyoruz mısralar arasında, hayata başkaldıran da. Hayata teslimiyeti eli kolu bağlı bir adamın her şeyden vazgeçişi ve acziyeti değil. Hayata başkaldırışı da yıkıcı ve yakıcı değil. Merkezine insanı almış ve şiirine leke bulaştırmamaya çalışmış. Son şiir kitabı Uzun Ruhlu Bir Cüce, “gayya kuyusu” şiiriyle açılıyor ve “çürüdü” şiiriyle kapanıyor. Gayya kuyusu, cehennemin en dibi, en büyük azabın çekileceği derin ve uçsuz bucaksız bir kuyu. Yeryüzünü aşkın gayya kuyusu olarak betimliyor. Çürümek ise mevcut durumun kimyasının ve yapısının bozulması. Çürüdü şiiriyle de toplumdaki bozulmaların telafi edilemez boyutlara ulaştığını, çürüme eyleminin her alana yayıldığını anlatıyor. Zaten onun şiiri de umutlar tam olarak tükenmeye başladığında ortaya çıkıyor. Şiir var olunca da umutlar tekrar yeşeriyor. Şunu iyi biliyoruz ki şairler hep alıngan olurlar.
“biz çok geçtik kalpsizlerin yolundan yurdundan”
“ o yüzden her taşın altından alınganlığımız çıkar”

İbrahim Varelci-İZDİHAM


Tanrının Yalnız Kırları

Gölge Konuşuyor:
Uzaklık Cehennemi. Geçmişten bir kaç an. Orada öyle asılı duruyor. O anlar hiç yok olmuyorlar. Hayatının en mutlu anları. Başka türlü yaşanır mıydı, konuşulmuyor. Her seferinde gözden kaçmış bir ayrıntı yakalanıyor gibi…
Gledicha. Şair, düzyazı yazmayı ne kadar isterse istesin dili şiirli oluyor. “Bütün griler yerini yeşile bırakıyor.” başlangıç cümlesi zaten bu imgesel ve simgesel dünyaların kapısını aralıyor. Yer ve coğrafya da önemli şiirde. Her şiir, her öykü aynı zamanda bir betimleme örneğidir. Konuşan en zorunun insanın kendisiyle ilgili olanı olduğunu söylüyor. İnsanın bakıp gördükleri, görüp bildikleri var. Ama kendisiyle ilgili olanı en zoru. Çünkü insan kendisine ayna tutamıyor. Bu noktada Serkan Türk okuru çağırıyor yardıma sorular sorarak. Sorularla bölüyor anlatıyı…
Herkesin Yalnızlığı Kendine. Öyle ama sanki yazar daha şanslı bu konuda. Onda da o geçmiş an var ama, o yalnızlığını imgesel olanla ikame etme şansına sahip.
Yusufçuk Kuşları. Şu cümleler öyküyü özetliyor, aynı zamanda da diğer öyküler hakkında fikir veriyor: “Ara sıra başını sallıyordu adam. Dinlermiş gibi yapıyordu. Temize çekiyordu kendi hayatının olmazlarını. İnsanoğlu böyledir, birini dinlerken kendini de dinler…”
Solucan. Bazen bizim öyküyü ölü gömme törenlerine benzetiyorum. Gerçekten yas havasını çok seviyoruz biz. Kaybolan, eksilen şeylerle çok ilgilenir olduğumuzun işaretidir. Öykücüler de damarı yakaladılar bu sayede. Kendi adıma şikayetçi olmadığımı söylemeliyim.
Bakmalar Koleksiyonu. Yalnızlığı çok seviyor bazılarımız. Hatta adamızı işgale hazırlananlara karşı duruyoruz.  Bu da hayatta bizim en önemli şeyin düş kurmak olduğunu gösteriyor…
Kül. Serkan Türk iyi bir trajedi yazarı olduğunu da göstermiş. Euripides’e Sophokles’e özenmiş sanki. Bir lanet miydi birbirini seven çifte musallat olan belli değil ama ölüm belki tek kurtarcılarıydı. Sevgilinin külleri tüm bizlerin utancı gibi havada asılı duruyor halen….
Beni Bir Kere Çevirir Misin? Hangimiz teknoloji çağında şeytana uymayız ki. İnternet ve akıllı telefonlarımız varken özellikle. Kendimizi olduğumuz yerden daha yüksekte göstermeye çalışıyoruz ama bir yandan da o şeyi denemek istiyoruz. Yasağa delme arzusu mu diyelim, uzak olan, bilinmez olanın çekiciliği…
Çini ve Gölgeler. Hayvan olduğumuza dair en önemli emarelerden biri de alışkanlıklarımızdır. Çoğunlukla bizi harekete geçiren, artık içgüdüsel olarak gerçekleştirdiğimiz alışkanlıklarımızdır. Toplumlar belki de bu nedenle değişmiyorlar. Hani kimi kuramların “toplumsal dinamikler” dediği şeyler gerçekleşmiyor çoğu zaman. Ama kimbilir, belki edebiyatın böyle bir gücü vardır.
Ayaklarımı Saklamıyorum. Belki de en sevdiğim öykü. İşte öykünün anahtar cümleleri: “Gökyüzü çocukluğumda bir salıncaktı.” “Anıları çağıran kokular olmalı.”
Küçük Bir Oda. Biraz daha farkına vardım Serkan Türk’ün ne kadar iyi bir öykücü olduğuna. No way out şeklindeki bir öyküyü bir umut kırıntısıyla sunma biçiminden dolayı. Kötü bir çocukluk; öksüz kalma, salgın hastalık yoksulluk vs. Tesadüfen yaşama tutunmuş olmak. Zorluklara dayanmak. Mücadele alanı olmamasına rağmen yaşamda kalabilmek. Tüm bunlar belki mutluluğun kapısını aralayacaktı…
Mercan Hanım’ın Gözleri. Memleketimden insan manzaraları şeklinde bir okuma da yapılabilir öykülerin bütününden. Mercan Hanım’ın öyküsü oldukça tanıdık keza. Ama yaşanmış Mercan  Hanım öykülerinin izlerinin çabucak silinmesine hayıflanmadım değil. Serkan Türk beni utandırdı…
Tanrının Yalnız Kırları. Fotoğraflardan o anı tekrar okumak. Fotoğraftaki boşluk, kendi boşluğumuz. Bir zamanlar orada biz vardık. Şimdi odalardayım ıssızım şarkısı…

bağdaşkurangölge'nin kaleminden.

Ömer Kaya yazdı: ÇIKIŞI ARAYANLAR İÇİN BİR ROMAN: AUSGANG

Romanın Konusu: Alışılmış düzende olaya yaslanan, kolay özetlenebilir pek çok metin okumuşuzdur. Bu minvalde çoğu metin, toplumsal bir mesel...