21 Mayıs 2017 Pazar

İbrahim Varelci, Serkan Türk Şiiri ve Uzun Ruhlu Bir Cüce

Şiirin insanların üzerinde bıraktığı etki, o şiirin gücünü ortaya koyar. Şiirdeki etki, eğer varsa, ona karşı konulamaz. Birkaç mısra bile insanı şiire çeker ve artık o kişi, şiirin içindedir ve şiirin ritmine göre soluk alıp veriyordur.
Kelime oyunlarına pek başvurmadan, okuru imge bombardımanına tutmadan, şiirini olabilecek en saf haline dönüştürüp, insanın duygu dünyasından içeri sızmasını sağlayan bir dil kuruyor Serkan Türk.  Okuyunca, hah! İşte tam da hissettiğim buydu dediğiniz, oysa şiiri okumadan önce imgeleri daha önce bu şekilde bir araya getirmediğiniz, bu yüzden, size yabancı gelmeyen bir şiiri var Serkan Türk’ün.

Şiir duyguların ve imgelerin belirli bir hiyerarşiyle sıralanması demek değildir. Elbette, şiirin kendine has bir mevcudiyeti ve buna göre bir sıralama ölçütü var. Ama bunu belirginleştiren unsur şairin kurduğu öznel bir dünyadır. Herkesin kendisinden bir parça toprağa sahip olduğu; ama asla bütününe sahip olamadığı bir dünyadan bahsediyorum. Şair, şiiriyle sadece kapıyı aralar, o kapıdan içeri girip uzun süre o havayı teneffüs edenler de vardır, kapıdan gerisin geri dönenler de. Şairin kurduğu dil burada belirleyici unsur oluyor, yani şiir ne kadar müsaade etmişse, okur da o kadar içeri girebiliyor kapıdan. İşte bu yüzden “ bir kapı en güzel içerden açılır.” diyor bir şiirinde. Bu minvalde Serkan Türk, okuruna davetkâr şiirler sunuyor, şiirlerin hemencecik okur tarafından benimsenmesine ve kolaylıkla içselleştirmesine olanak sağlayan imgeler dünyası kuruyor. Anlaşılması güç bir şiir değil onunkisi, tam tersi derin ama berrak bir suda yüzüyor onun şiiri.
Şiir yazabilmek için, uçsuz bucaksız okyanusları, insanı çaresiz bırakan görkemiyle çölleri, şehrin çıkmaz sokaklarını, beklenmedik tehlikeleri, kapalı odalarda geçirdiğiniz yalnız günleri, beş parasız kaldığınız zamanları, amaçsızca yürüdüğünüz yolları, utancınızdan söyleyemediğiniz sevgi sözcüklerini, sevdiğinize bir türlü alamadığınız o tek taş pırlantayı, hayatınızda derin iz bırakan o çocukluk hastalıklarınızı, şarkıları, radyo dinlediğiniz o nostaljik günleri, yağmurun dinginlik veren sesini, gece olunca ışıldayan ayı, sabahı selamlayan güneşi… Bunları hep hatırlamak gerekir. Hep bunlarla yaşamak, hayatı farklı bir pencereden görmek gerekir. Tabi zaman da hızla akıp geçiyordur, insan da eskiyor her şey gibi. “nasıl da yaşlanıyorsun bedenim / eğilip kalktığımda geçiyor bir mevsim”, diyor ve devam ediyor “teni ölümlü insanın, boyu uzun ruhlu bir cüce.”
İnsan değiştikçe şiir de değişir. Değişmemesi gereken ise şiirin o saflığı ve berraklığıdır. Şiir, gündelik hayattan da bahsetse, en siyasi meselenin dillendirildiği mecra da olsa, o safiyetini ve sadeliğini kaybetmemeli. Şu dizelere bir bakalım ne demek istediğimiz belki daha iyi anlaşılır: “ sınırlar değil mi savaşlardan kalan en büyük yara.” Bir diğer mısrada da               “ düzelebilirdin en dünya şu bombalar olmasa” diyor şair. Çünkü şiir, önce duyguda doğar, akılda değil. Zekânın ve aklın, yani rasyonalitenin konusu değildir şiir. Bu yüzden şiir her ne kadar hayattan beslenmiş olsa da bir yönüyle hayatın uzağında bir yerde konumlanır. Elinizi uzatsanız ona dokunacak kadar yakın, lakin gözünüzün göremeyeceği kadar da uzaktadır. Hem hayatın içindedir hem de dışında, şiiri doğuran ve büyüten de bu ikilemdir. İşte bu ayrımı iyi gören ve bunu oluşturduğu şiir dilinde iyi kullanan şairler geleceğe kalacaklar, diğerleri unutulup gidecek.
Yeni bir şiir ortamı türemiş ve dilin imkânları doğrultusunda kendisine yer açan bu yeni şiir, toplumdaki mevcut çatlaklardan içeri sızmış ve bu sızmalar sonucunda kimi zaman taşkınlar oluşturmuş, bazen de amacına ulaşamamış sığ bir duygu tanıtımından öteye geçememiştir. Aslında şiir salt kendi kendini var eden, insandan ve dolayısıyla hayattan kopuk soyut bir varlık değildir. Bilakis hayatın merkezinde konumlanır. Şiir varsa insan vardır, insan varsa şiir vardır. İnsanın yaşadığı dramlar, trajediler, savaşlar, acılar, yalnızlıklar, ölüm, aşk ve ayrılıklar şiirin merkezi konularıdır. Serkan Türk de bu gibi unsurlara şiirinde sıklıkla yer vermiş. Hatta onun şiirindeki üç farklı insan tasviri birbirleriyle çelişir gibi görünse de insanın üç farklı boyutundan bahsediyor. Çünkü insan, çelişkileri kendi içinde barındırır. Örneğin bir şiirinde, “ İnsan insanın uçurumudur” derken; bir başka şiirinde,  “insan insanın tesellisidir” diyor ve yine başka bir şiirde ise, “ insan insana, bütün denizler birbirine dökülür” diyor. Her ne kadar üç farklı insan görsek de bu mısralarda, aslında hepsi aynı insandan bahsediyor.
Bazen şiir okurken dudaklar bile kıpırdamaz, sadece gözle okursunuz. Bazen de sesli okuma ihtiyacı hissedersiniz. Şiir okurken içinden bir ses onu taşır yüreğine, ona yoldaşlık eden sadece kendi içinde büyüttüklerindir. Şiir başka vasıta istemez yalnızlıktan başka. Şiir insanın içinde yankılanır, imgeler ruhun duvarlarına çarpa çarpa erir, kalbin süzgecinden geçer ve süzülür en derin hislerin arasına doğru. Gözden öteye gidemeyen şiir gönüle nasıl ulaşsın? Bu yüzden gerçek şair görmediğine daha çok inanır.
Serkan Türk'ün şiiri hem umudu hem de umutsuzluğu aynı anda barındırıyor. Umut var, çünkü ölüm var. Şiirin en belirgin temalarından birisi ölüm. Ölüm varsa hayat da var. Hayata teslim olan bir insan da buluyoruz mısralar arasında, hayata başkaldıran da. Hayata teslimiyeti eli kolu bağlı bir adamın her şeyden vazgeçişi ve acziyeti değil. Hayata başkaldırışı da yıkıcı ve yakıcı değil. Merkezine insanı almış ve şiirine leke bulaştırmamaya çalışmış. Son şiir kitabı Uzun Ruhlu Bir Cüce, “gayya kuyusu” şiiriyle açılıyor ve “çürüdü” şiiriyle kapanıyor. Gayya kuyusu, cehennemin en dibi, en büyük azabın çekileceği derin ve uçsuz bucaksız bir kuyu. Yeryüzünü aşkın gayya kuyusu olarak betimliyor. Çürümek ise mevcut durumun kimyasının ve yapısının bozulması. Çürüdü şiiriyle de toplumdaki bozulmaların telafi edilemez boyutlara ulaştığını, çürüme eyleminin her alana yayıldığını anlatıyor. Zaten onun şiiri de umutlar tam olarak tükenmeye başladığında ortaya çıkıyor. Şiir var olunca da umutlar tekrar yeşeriyor. Şunu iyi biliyoruz ki şairler hep alıngan olurlar.
“biz çok geçtik kalpsizlerin yolundan yurdundan”
“ o yüzden her taşın altından alınganlığımız çıkar”

İbrahim Varelci-İZDİHAM


Tanrının Yalnız Kırları

Gölge Konuşuyor:
Uzaklık Cehennemi. Geçmişten bir kaç an. Orada öyle asılı duruyor. O anlar hiç yok olmuyorlar. Hayatının en mutlu anları. Başka türlü yaşanır mıydı, konuşulmuyor. Her seferinde gözden kaçmış bir ayrıntı yakalanıyor gibi…
Gledicha. Şair, düzyazı yazmayı ne kadar isterse istesin dili şiirli oluyor. “Bütün griler yerini yeşile bırakıyor.” başlangıç cümlesi zaten bu imgesel ve simgesel dünyaların kapısını aralıyor. Yer ve coğrafya da önemli şiirde. Her şiir, her öykü aynı zamanda bir betimleme örneğidir. Konuşan en zorunun insanın kendisiyle ilgili olanı olduğunu söylüyor. İnsanın bakıp gördükleri, görüp bildikleri var. Ama kendisiyle ilgili olanı en zoru. Çünkü insan kendisine ayna tutamıyor. Bu noktada Serkan Türk okuru çağırıyor yardıma sorular sorarak. Sorularla bölüyor anlatıyı…
Herkesin Yalnızlığı Kendine. Öyle ama sanki yazar daha şanslı bu konuda. Onda da o geçmiş an var ama, o yalnızlığını imgesel olanla ikame etme şansına sahip.
Yusufçuk Kuşları. Şu cümleler öyküyü özetliyor, aynı zamanda da diğer öyküler hakkında fikir veriyor: “Ara sıra başını sallıyordu adam. Dinlermiş gibi yapıyordu. Temize çekiyordu kendi hayatının olmazlarını. İnsanoğlu böyledir, birini dinlerken kendini de dinler…”
Solucan. Bazen bizim öyküyü ölü gömme törenlerine benzetiyorum. Gerçekten yas havasını çok seviyoruz biz. Kaybolan, eksilen şeylerle çok ilgilenir olduğumuzun işaretidir. Öykücüler de damarı yakaladılar bu sayede. Kendi adıma şikayetçi olmadığımı söylemeliyim.
Bakmalar Koleksiyonu. Yalnızlığı çok seviyor bazılarımız. Hatta adamızı işgale hazırlananlara karşı duruyoruz.  Bu da hayatta bizim en önemli şeyin düş kurmak olduğunu gösteriyor…
Kül. Serkan Türk iyi bir trajedi yazarı olduğunu da göstermiş. Euripides’e Sophokles’e özenmiş sanki. Bir lanet miydi birbirini seven çifte musallat olan belli değil ama ölüm belki tek kurtarcılarıydı. Sevgilinin külleri tüm bizlerin utancı gibi havada asılı duruyor halen….
Beni Bir Kere Çevirir Misin? Hangimiz teknoloji çağında şeytana uymayız ki. İnternet ve akıllı telefonlarımız varken özellikle. Kendimizi olduğumuz yerden daha yüksekte göstermeye çalışıyoruz ama bir yandan da o şeyi denemek istiyoruz. Yasağa delme arzusu mu diyelim, uzak olan, bilinmez olanın çekiciliği…
Çini ve Gölgeler. Hayvan olduğumuza dair en önemli emarelerden biri de alışkanlıklarımızdır. Çoğunlukla bizi harekete geçiren, artık içgüdüsel olarak gerçekleştirdiğimiz alışkanlıklarımızdır. Toplumlar belki de bu nedenle değişmiyorlar. Hani kimi kuramların “toplumsal dinamikler” dediği şeyler gerçekleşmiyor çoğu zaman. Ama kimbilir, belki edebiyatın böyle bir gücü vardır.
Ayaklarımı Saklamıyorum. Belki de en sevdiğim öykü. İşte öykünün anahtar cümleleri: “Gökyüzü çocukluğumda bir salıncaktı.” “Anıları çağıran kokular olmalı.”
Küçük Bir Oda. Biraz daha farkına vardım Serkan Türk’ün ne kadar iyi bir öykücü olduğuna. No way out şeklindeki bir öyküyü bir umut kırıntısıyla sunma biçiminden dolayı. Kötü bir çocukluk; öksüz kalma, salgın hastalık yoksulluk vs. Tesadüfen yaşama tutunmuş olmak. Zorluklara dayanmak. Mücadele alanı olmamasına rağmen yaşamda kalabilmek. Tüm bunlar belki mutluluğun kapısını aralayacaktı…
Mercan Hanım’ın Gözleri. Memleketimden insan manzaraları şeklinde bir okuma da yapılabilir öykülerin bütününden. Mercan Hanım’ın öyküsü oldukça tanıdık keza. Ama yaşanmış Mercan  Hanım öykülerinin izlerinin çabucak silinmesine hayıflanmadım değil. Serkan Türk beni utandırdı…
Tanrının Yalnız Kırları. Fotoğraflardan o anı tekrar okumak. Fotoğraftaki boşluk, kendi boşluğumuz. Bir zamanlar orada biz vardık. Şimdi odalardayım ıssızım şarkısı…

bağdaşkurangölge'nin kaleminden.

Ömer Kaya yazdı: ÇIKIŞI ARAYANLAR İÇİN BİR ROMAN: AUSGANG

Romanın Konusu: Alışılmış düzende olaya yaslanan, kolay özetlenebilir pek çok metin okumuşuzdur. Bu minvalde çoğu metin, toplumsal bir mesel...