8 Aralık 2018 Cumartesi

Yazar Serkan Türk ile Uygar Atasoy söyleşisi


Öncelikle yeni öykü kitabınız Uyurgezer Bir Gölge hayırlı olsun. Kapağını çok beğendiğimi ekleyerek sormak istiyorum, bu kitapta okurları nasıl öyküler bekliyor?

Bu kitabın yazılış sürecinde karşılaştıklarım, düşündüklerim, gördüklerim, hissettiklerim ve anlatayım diye önüme çıkan öyküler var. Uyurgezer Bir Gölge’nin ilk öyküsü bir önceki kitabın başlangıç öyküsünü de içine alan, sıkışıp kaldığımız bu dünyada kendine soluk kazandıramayan, görünmez olmayı içten dileyen bir kahramanının yolcuğuyla başlıyor. Uzak Yaz’dan beri -yazdığım demektense anlattığım demeyi tercih ediyorum- hissi merkeze alan durum ve olaylara değiniyorum. Uyurgezer Bir Gölge’nin gövdesini oluşturan öykü kişilerine baktığımızda; saklanan, korkularıyla yüzleşemeyen, yalnızlığı alışkanlık haline getiren, yaşamın getirdiklerini bir yükmüş gibi sırtında taşıyan insanlardan oluşuyor.
Her kitap, yazarına yazma sürecinde önemli etkiler bırakır. Uyurgezer Bir Gölge, nasıl bir etki bıraktı sizde? 
‘İnsan kırk yaşında dünyanın sonuna yaklaşmış gibi hissetmiyorsa da büyük yenilgiyi her an yaşayabileceği duygusunu bir yumru gibi göğsünün bir kıyıcığında saklı tutar. Bunca zaman neler yaşamış olursak olalım mutluluk geçici bir alev almaydı içimizde. Bana da öyle olmuştu. Kısacık alevlendiğim birkaç andan başka bir şey değildi hayatım.’
Altı parmaklı kahramanlar, ejderhalar, gerçeklikle rüya arasında gelgitli bu insanları tanımak, onlarla yaklaşık üç yıllık bir süreyi geçirmek bir anlamda çocukluğumdaki karanlık yanları görmemi sağladı. Birbirimizi umursamadığımız bu dünya her zaman kötü bir yerdi. Çürüyen, kokuşan bu evrende arayanı ve anlatanı varsa insan yalnız değildir, diyorum. Uyurgezer Bir Gölge bir bakıma hüzünlü bir karnaval.
“Durup dururken yazı yazmıyor insan. Yazmak için bir derdinizin olması lazım, normal olarak yaşamı sürdüremediğin için yazıyorsun, bir yenilgiden sonra yazıyorsun” diyor Latife Tekin. Neler söylemek istersiniz bu konuda? Öykülerinizde okuyucuya yansıttığınız yaşanmışlık hissi için, öykülerinizde kendi yaşamınızdan besleniyorsunuz diyebilir miyiz?
Öykülerim gelip kendilerini yazdırıyorlar çoğunlukla. Bir fısıltı şeklinde, bir bakıştan süzülüp, çoğunlukla modern hayatın dayatmaları arasında gelip beni buluyorlar. Çok defa deneyimlediğim bir duygunun şekil değiştirmiş hali de olabiliyor bu. Hiç bilmediğim, görmediğim, hissetmediğim bir şey de. Bir çiçek gibi kurusa da kokusunu üzerinde taşıyan… Giderek yitirmeye alıştığımız ruhun canlılığı hep var olabilsin diye, kelimelerin hafızalarına güveniyorum.
Öykülerinizde sizin kaleminizden çıktığı duygusunu veren, bilerek yaptığınız ve o öyküyü sizin kılan bir imzanız var mı?
Çocukluğumda bir rüyayı sık sık görüyordum. Uyandığımda korkusu içimde canlılığını koruyordu. Yazdıklarımın içine de sıklıkla girdiğini düşünüyorum bu rüyanın. Büyük bir resmin küçük parçaları gibi düşünebiliriz dediğim görüntüyü. Yer yer kalbimin ritmini yükselten, soluğumu kurutan, içimi acıtan bir şeye dönüştü. Bazense sevincim oldu. İnsan yazdığı ve anlattığı şeye bir zaman sonra kendi de inanabilir.  Galiba bu inanma ve inandırma hali küçük bir çentik sayılabilir.
Öykülerinizin sevdiğim yanı, okunmaları tamamlanmış olsa da sonrasında zihni hep meşgul ediyor olmaları. Peki öykülerinizin okurları bu denli etkilemesinin sırrı ne?
Bu soruyu epeyce düşündüm ve birkaç okurumun fikrini aldım. Biri “İnce şeyleri durup düşünmeye vaktin vardı ve o yüzden yazdıkların etkiliyor bizi,” dedi. Diğeri, “Aynı pencereden bakmışız gibi hissediyorum yazdıklarını okurken,” diye devam etti. “Duygularımı somutlaştırıyor senin hikâyelerin, kelimelere başkaca anlamlar yükleyebiliyorum okurken.” “Okuru sıradanlıktan kurtarabilen, atmosferiyle özgün bir kurgu içeriyor olması,” dedi bir diğeri.
Ulus Baker’in şu cümlelerini ödünç alarak yanıtlayayım dilersen sorunu.
“Televizyon olmadığı için pencereden bulut seyretme başladım. Oradaki yayın çok iyi, haberler daha güvenilir, gelip geçen bir iki uçak dışında pek reklam almıyorlar, ve asıl önemlisi akşamları gök gürültülü sürpriz programlar var. Filmler genellikle kırlangıçların hayatı üzerine ve belki biraz monoton, ancak oldukça realist.”
John Berger bir söyleşisinde, “Psikolojik çözümlemelere kuşkuyla yaklaşıyorum, bu çözümlemelerin kendi içine kapalı olduğunu ve yaşama temas edemediğini düşünüyorum” diyor. Öykülerinizde yer alan karakterlerin psikolojik çözümlemelerini etkili bir şekilde kaleme alan bir yazar olarak, bu konuda ne söylemek istersiniz?
Dünya bir çocuğun çiçek dürbününden görülse daha çok eğlenceli olurdu herhalde. Oysa cam gibi dağılmış kalplerden öğreniyoruz yaşama bakmayı. Her görenin başkaca bir şeyi duyumsadığı gerçeğiyle anlatıyorum öykü kişilerimi.
Semih Gümüş, Öykünün Bahçesi kitabında; “Öykücülüğümüzün yeni kuşağının en ilgiye değer yanı, her şeyden önce şiirle iç içe geçen okuma düzeyini, alışkanlıklarını, geleneksel edebiyattan aldığı etkileri kırıp düzyazıyı seçmiş olmasıdır” diyor. Şair yanınızı ve öykülerinizde yer verdiğiniz şiirsel anlatımları da göönünde bulundurarak bu konuda neler söylemek istersiniz?
Birey okur olmadan dinleyicidir. Kimi masalların, söylencelerin arasında yeşerir korkusu, mutluluğu. Dünyayı duyumsama yaşına eriştiğinde bir anlatıcıya dönüşür. Her yazar sesiyle, ruhuyla kendi destanını, büyük şiirini oluşturmayı amaçlar. Benim yapmaya çabaladığım da biraz bu. Dünyanın uğultusunu yazdıklarımla birlikte biraz dindirmek ve sözün çarpıcı müziğiyle birlikte ifade edebilmek.
Bugün yazdığınız öyküleriniz/şiirleriniz ile ilk yazdıklarınız arasında fark görüyor musunuz? Neler değişti? 
Güneşi ne zaman görsem ya yüzümü dönerim ya sırtımı. İki durumda da duruşum beni mutlu eder. Her defasında başkaca şeyler öğrenirim güneşten. Yazdıklarımdan da çok şeyler öğrendim. Kelimelerin arasına bıraktığım sadeliği yaşarken buldum ve elbette insanın kendinden uzağa doğru yürüdüğünü…
Tanpınar günlüklerinde, “Acaba bittim mi?” diye serzenişte bulunuyor. Sizde de hiç yazamama korkusu oldu mu?
Eskiden 24 poz, 36 poz fotoğraf filmleri olurdu. Çok şanslıysanız bazen 1-2 poz fazladan çekebiliyordunuz. Yazmayı ben buna benzetiyorum. Her kitap kaç öykü toplamından oluşuyorsa o kadar defa flaş patlıyor içinizde. Bazen çekecek, gösterecek, anlatacak bir şey kalmayabilir. Bu elbette korkutucu bir duygu. Bir yazar kendi sınırlarını ancak yazarak bulabilir. Beni durduracağını düşündüğüm toslayacağım bir duvarla, duyguyla karşılaşmadım daha.
 10 Mayıs 2018-Mevzuedebiyat.com

4 Aralık 2018 Salı

ŞİİRDEN ŞİİRE LXIV-Ahmet Günbaş



ŞİİRDEN ŞİİRE LXIV

Uzun Ruhlu Bir CüceSerkan Türk, Yitik Ülke Yay. 1.basım, Ekim 2016
Serkan Türk, “Yalnızlığın Göğsü”nden yazıyor. Büyük bir çukur var orada ve derin bir ıssızlık hali!.. Yani şu iki dize,  son yapıtının temasını oluşturabilir:
“insanlar çıksındı insindi tepeyi de şuracığa
kondurmuşlar yalnızlığın göğsüne” (s:43)

İlk bakışta biraz Behçet Necatigil burukluğu çalıyor kapımızı. Hani, “çoklarından düşen o solgun gül” yakınmasını anımsadığımızda, Türk’ün, o solgunluğu doğrudan göğsüne yapıştırdığını duyumsarsınız. Ancak bunun için, “teni ölümlü insanın, boyu uzun ruhlu bir cüce” (s:12) vargısını anlamamız gerekir. Çünkü “hepiniz ölüsünüz / benimle fotoğraf çekilmeseniz” (s:24) önermesinden geliyor gözle görünmeyen ıssız insanların tanımı. Daha doğrusu sıkça kullandığı, -tenle tin arasında uyumsuz kalan- ‘gölge’den ibaret yaratıklardır onlar. Hiç çekincesiz yaşamın ya da dünyanın karşılığı olarak kullanabilir “Gayya Kuyusu”ndaki çınlamasız sesler. Buradan hareketle her türlü inceliğin tabana vurduğu uçurum yolculuğu insanlık adına olup bitenlerin göstergesi gibidir:
“insan insanın uçurumu
bizi yol ve gönül yorgunu diye ikiye ayırdılar
ben kendi benzerimi buldum
aşkın gayya kuyusu değil mi yeryüzü
bazı hançer bazı ateşle kurulan” (s:11)
Dikkat edilirse,  ten ile tin burada da ayrı yerlerde durur. Dahası insan düşünceleriyle edimleri arasında ortadan biçilmiştir. Üstelik benzerini, karşılığını bulmak kâr etmez. Yarım benzerlik başa beladır. Temelde iletişimsizlik sorunudur insanı parçalara bölen… ‘Boşluk’ ve ‘ses’ iki önemli unsurdur bu yüzden. Tıpkı yarım insan gibi ayrımına varılan akşamın eşiğinden bakılır dünyaya. Bu anlamda “akşamlar yorgun kardeşidir insanın / bir yanıyla karanlık, bir yanıyla gökyüzü” (s:12)  dizeleri boşuna söylenmemiştir. İletişimsizlik öylesine dayanılmaz boyuttadır ki, “Bumerang” örneği dönüp kendine çarpan yalnızlık hali oldukça korkunçtur:
“bir deri bir kedi kaldım dünyada
karanlığı kurutan kimsesiz ay” (s:13)
Ve sanki gensel kökeni vardır o derisine yapışan yalnızlığın. “aynı evin içinde kendi tarihimi yazdığım / doğrudur, kuyusuydum ben annemin / boğulduğu hayat bendim bir bakıma / söylenmeyenleri söylediğim” (s.14) dediğinde, kadına dönük katlanmış acıları da anlatır. Kendisi, annesi ve başkalarıyla oluşan yaşanmamışlık çemberi öylesine geniştir ki ‘boşluk’ ile ‘sonsuz’ çıkmazları birbirini dengeler:
“sonsuz bir boşluk bulduk içimizde
doldur doldur bitmeyen yalnızlık koyduk adına” (s:16)
Aynı şekilde ‘aşk’ kavramı da ‘yürekkıran’a eşitlenir.  “Kışbahcesi”nin erkenliği belki bu yüzdendir. “ağlamadan geçilen geceler” çatır çatır çatlamalar biriktirir. Geçici bir aldanış da olsa, “hiç yoksa” beklentisi, bir utkudan çok en azından yaşama tutunmanın belirtisidir:
“hiç yoksa bir merdiven
oturursun ve beklersin
tanıdık bir yüzü, sesini
bir kapı ardına kadar kapalı
bir kapı en güzel içeriden açılır
akşam gelir, bulur bazı yalnızlıklarımızı” (s:18)
Açılıp kapanan kapıların gıcırtısına oranla doğayla yüzleşme öncelik taşır. Sanki kırık dökük her yanını onaracak gibidir böyle. Bunun da temelinde yaşamla yabancılaşma yatar ki, “ben tenimi güneşe sermek isterim / göğsünden önce bir kadının” (s:21) özleminin yakıcılığına hak verirsiniz.
Yalnızlık dediğimiz şey, bir parça eksik ve yanlış yaşanmışlıkların toplamı gibidir. Bir yanda “bıraktığım, sustuğum, sırt döndüğüm / ne varsa benimle geliyor” (s:22) yakınmasının ağır yükü, bir yanda “biz çok geçtik kalpsizlerin yolundan yurdundan / o yüzden her taşın altından alınganlığımız çıkar” (s:23) şeklinde vurgulanan kırgın yaşam izlerinin dikeni rahat bırakmaz yalnızı. İşte bu noktada “Dünyanın En Büyük Yalnızlığı”nı konuşmalıyız! “ne oldu kitaplar, tanrı’nın bildikleri / ve sonu gelmeyen acılarımız / yine taşlara oturduk / sıralı sırasız yalnızlara baktık / kalbimizden geçen inceden bir sızı / yaşlıların gülüşünde saklanan sitem” le (s:25) sezgiselliğe açık yankılanmalar ömürden taşar. Dahası dünyayı kana ve gözyaşına buladığımız her anın hesabı en büyük yalnızlığa yazılır ki, bu konuda Acılar Ortası’nda şiiri uyarılarla doludur. Hemen ardı sıra gelen Bulanık Deniz’e özgü kuşkular hiç de iç açıcı değildir:
“ey dilim o şarkının anlamını bilmeden
uzatabilir misin ellerini bir yunana
haykırsan sofrada öldürülen anneler aşkına
            ateş etme nasıl denir mesela çocukçada
şimdi biraz susalım, gözlerini kapa” (s;30)

Bir yerde yaşanmışlığa özgü kırıntılarla birlikte yaşanmamışlığa ilişkin boşluğu doldurmaya çalışır şair. Belleğine aldığı ‘eskideki yeni’nin değerini görmek için “anılarımız sararsın diye eski yapıyoruz birbirimizi” (s:35) dizesine bakmak yeterli. Üst tarafı “yaşamı yormak”la ilgilidir. Bu öyle bir yorgunluk halidir ki birbirimize teğet bile geçmeyiz, “ağlayan gölgeler gördüm” (s:38) saptamasına göre. Genelde bir tükenmişlik sendromu gibi algılanan görüntüde, görünenle görünmeyeni iyi ayırt etmek gerek. Ki görünmeyenin uğultusunda “yürekkıran”a meydan okuyan yeni başlangıçlardan söz edebiliriz. Yoksa mızmız yalnızlıklara karışabilir o dirimli duyarlıklar. Aşk, evet aşk, varoluşsal sancının en önemli belirtisidir:
“aşk gelsin bir defter daha doldururuz” (s:44)
Beklentilerin ister istemez aşk olasılığıyla güçlenmesine olanak sağlayan ışık, bir giz yumağı şeklinde düğümlenen düşüncelerle sevgiliden esecek rüzgârı karşılamaya hazırdır artık:
“benim sana bunca zaman sakladığım bir bakıştı
tenimden tenine bulaşan kokuydu varlardan çoğalan” (s:41)
Ayrıca “kalbim yokluğunda da senin kuşlarını saklıyor” (s:35) itirafı da kayıt altına alınmıştır bir şiirde.

(Eliz Edebiyat, Ekim 2018, s:118)


Ömer Kaya yazdı: ÇIKIŞI ARAYANLAR İÇİN BİR ROMAN: AUSGANG

Romanın Konusu: Alışılmış düzende olaya yaslanan, kolay özetlenebilir pek çok metin okumuşuzdur. Bu minvalde çoğu metin, toplumsal bir mesel...