4 Aralık 2018 Salı

ŞİİRDEN ŞİİRE LXIV-Ahmet Günbaş



ŞİİRDEN ŞİİRE LXIV

Uzun Ruhlu Bir CüceSerkan Türk, Yitik Ülke Yay. 1.basım, Ekim 2016
Serkan Türk, “Yalnızlığın Göğsü”nden yazıyor. Büyük bir çukur var orada ve derin bir ıssızlık hali!.. Yani şu iki dize,  son yapıtının temasını oluşturabilir:
“insanlar çıksındı insindi tepeyi de şuracığa
kondurmuşlar yalnızlığın göğsüne” (s:43)

İlk bakışta biraz Behçet Necatigil burukluğu çalıyor kapımızı. Hani, “çoklarından düşen o solgun gül” yakınmasını anımsadığımızda, Türk’ün, o solgunluğu doğrudan göğsüne yapıştırdığını duyumsarsınız. Ancak bunun için, “teni ölümlü insanın, boyu uzun ruhlu bir cüce” (s:12) vargısını anlamamız gerekir. Çünkü “hepiniz ölüsünüz / benimle fotoğraf çekilmeseniz” (s:24) önermesinden geliyor gözle görünmeyen ıssız insanların tanımı. Daha doğrusu sıkça kullandığı, -tenle tin arasında uyumsuz kalan- ‘gölge’den ibaret yaratıklardır onlar. Hiç çekincesiz yaşamın ya da dünyanın karşılığı olarak kullanabilir “Gayya Kuyusu”ndaki çınlamasız sesler. Buradan hareketle her türlü inceliğin tabana vurduğu uçurum yolculuğu insanlık adına olup bitenlerin göstergesi gibidir:
“insan insanın uçurumu
bizi yol ve gönül yorgunu diye ikiye ayırdılar
ben kendi benzerimi buldum
aşkın gayya kuyusu değil mi yeryüzü
bazı hançer bazı ateşle kurulan” (s:11)
Dikkat edilirse,  ten ile tin burada da ayrı yerlerde durur. Dahası insan düşünceleriyle edimleri arasında ortadan biçilmiştir. Üstelik benzerini, karşılığını bulmak kâr etmez. Yarım benzerlik başa beladır. Temelde iletişimsizlik sorunudur insanı parçalara bölen… ‘Boşluk’ ve ‘ses’ iki önemli unsurdur bu yüzden. Tıpkı yarım insan gibi ayrımına varılan akşamın eşiğinden bakılır dünyaya. Bu anlamda “akşamlar yorgun kardeşidir insanın / bir yanıyla karanlık, bir yanıyla gökyüzü” (s:12)  dizeleri boşuna söylenmemiştir. İletişimsizlik öylesine dayanılmaz boyuttadır ki, “Bumerang” örneği dönüp kendine çarpan yalnızlık hali oldukça korkunçtur:
“bir deri bir kedi kaldım dünyada
karanlığı kurutan kimsesiz ay” (s:13)
Ve sanki gensel kökeni vardır o derisine yapışan yalnızlığın. “aynı evin içinde kendi tarihimi yazdığım / doğrudur, kuyusuydum ben annemin / boğulduğu hayat bendim bir bakıma / söylenmeyenleri söylediğim” (s.14) dediğinde, kadına dönük katlanmış acıları da anlatır. Kendisi, annesi ve başkalarıyla oluşan yaşanmamışlık çemberi öylesine geniştir ki ‘boşluk’ ile ‘sonsuz’ çıkmazları birbirini dengeler:
“sonsuz bir boşluk bulduk içimizde
doldur doldur bitmeyen yalnızlık koyduk adına” (s:16)
Aynı şekilde ‘aşk’ kavramı da ‘yürekkıran’a eşitlenir.  “Kışbahcesi”nin erkenliği belki bu yüzdendir. “ağlamadan geçilen geceler” çatır çatır çatlamalar biriktirir. Geçici bir aldanış da olsa, “hiç yoksa” beklentisi, bir utkudan çok en azından yaşama tutunmanın belirtisidir:
“hiç yoksa bir merdiven
oturursun ve beklersin
tanıdık bir yüzü, sesini
bir kapı ardına kadar kapalı
bir kapı en güzel içeriden açılır
akşam gelir, bulur bazı yalnızlıklarımızı” (s:18)
Açılıp kapanan kapıların gıcırtısına oranla doğayla yüzleşme öncelik taşır. Sanki kırık dökük her yanını onaracak gibidir böyle. Bunun da temelinde yaşamla yabancılaşma yatar ki, “ben tenimi güneşe sermek isterim / göğsünden önce bir kadının” (s:21) özleminin yakıcılığına hak verirsiniz.
Yalnızlık dediğimiz şey, bir parça eksik ve yanlış yaşanmışlıkların toplamı gibidir. Bir yanda “bıraktığım, sustuğum, sırt döndüğüm / ne varsa benimle geliyor” (s:22) yakınmasının ağır yükü, bir yanda “biz çok geçtik kalpsizlerin yolundan yurdundan / o yüzden her taşın altından alınganlığımız çıkar” (s:23) şeklinde vurgulanan kırgın yaşam izlerinin dikeni rahat bırakmaz yalnızı. İşte bu noktada “Dünyanın En Büyük Yalnızlığı”nı konuşmalıyız! “ne oldu kitaplar, tanrı’nın bildikleri / ve sonu gelmeyen acılarımız / yine taşlara oturduk / sıralı sırasız yalnızlara baktık / kalbimizden geçen inceden bir sızı / yaşlıların gülüşünde saklanan sitem” le (s:25) sezgiselliğe açık yankılanmalar ömürden taşar. Dahası dünyayı kana ve gözyaşına buladığımız her anın hesabı en büyük yalnızlığa yazılır ki, bu konuda Acılar Ortası’nda şiiri uyarılarla doludur. Hemen ardı sıra gelen Bulanık Deniz’e özgü kuşkular hiç de iç açıcı değildir:
“ey dilim o şarkının anlamını bilmeden
uzatabilir misin ellerini bir yunana
haykırsan sofrada öldürülen anneler aşkına
            ateş etme nasıl denir mesela çocukçada
şimdi biraz susalım, gözlerini kapa” (s;30)

Bir yerde yaşanmışlığa özgü kırıntılarla birlikte yaşanmamışlığa ilişkin boşluğu doldurmaya çalışır şair. Belleğine aldığı ‘eskideki yeni’nin değerini görmek için “anılarımız sararsın diye eski yapıyoruz birbirimizi” (s:35) dizesine bakmak yeterli. Üst tarafı “yaşamı yormak”la ilgilidir. Bu öyle bir yorgunluk halidir ki birbirimize teğet bile geçmeyiz, “ağlayan gölgeler gördüm” (s:38) saptamasına göre. Genelde bir tükenmişlik sendromu gibi algılanan görüntüde, görünenle görünmeyeni iyi ayırt etmek gerek. Ki görünmeyenin uğultusunda “yürekkıran”a meydan okuyan yeni başlangıçlardan söz edebiliriz. Yoksa mızmız yalnızlıklara karışabilir o dirimli duyarlıklar. Aşk, evet aşk, varoluşsal sancının en önemli belirtisidir:
“aşk gelsin bir defter daha doldururuz” (s:44)
Beklentilerin ister istemez aşk olasılığıyla güçlenmesine olanak sağlayan ışık, bir giz yumağı şeklinde düğümlenen düşüncelerle sevgiliden esecek rüzgârı karşılamaya hazırdır artık:
“benim sana bunca zaman sakladığım bir bakıştı
tenimden tenine bulaşan kokuydu varlardan çoğalan” (s:41)
Ayrıca “kalbim yokluğunda da senin kuşlarını saklıyor” (s:35) itirafı da kayıt altına alınmıştır bir şiirde.

(Eliz Edebiyat, Ekim 2018, s:118)


Ömer Kaya yazdı: ÇIKIŞI ARAYANLAR İÇİN BİR ROMAN: AUSGANG

Romanın Konusu: Alışılmış düzende olaya yaslanan, kolay özetlenebilir pek çok metin okumuşuzdur. Bu minvalde çoğu metin, toplumsal bir mesel...