ŞİİRDEN ŞİİRE LXIV
Uzun Ruhlu Bir Cüce
– Serkan Türk, Yitik Ülke Yay.
1.basım, Ekim 2016
Serkan Türk, “Yalnızlığın Göğsü”nden
yazıyor. Büyük bir çukur var orada ve derin bir ıssızlık hali!.. Yani şu iki
dize, son yapıtının temasını
oluşturabilir:
“insanlar çıksındı insindi
tepeyi de şuracığa
kondurmuşlar yalnızlığın
göğsüne” (s:43)
İlk bakışta biraz Behçet Necatigil burukluğu çalıyor kapımızı. Hani, “çoklarından düşen o solgun gül”
yakınmasını anımsadığımızda, Türk’ün, o solgunluğu doğrudan göğsüne yapıştırdığını
duyumsarsınız. Ancak bunun için, “teni
ölümlü insanın, boyu uzun ruhlu bir cüce” (s:12) vargısını anlamamız
gerekir. Çünkü “hepiniz ölüsünüz /
benimle fotoğraf çekilmeseniz” (s:24) önermesinden geliyor gözle görünmeyen
ıssız insanların tanımı. Daha doğrusu sıkça kullandığı, -tenle tin arasında
uyumsuz kalan- ‘gölge’den ibaret
yaratıklardır onlar. Hiç çekincesiz yaşamın ya da dünyanın karşılığı olarak
kullanabilir “Gayya Kuyusu”ndaki
çınlamasız sesler. Buradan hareketle her türlü inceliğin tabana vurduğu uçurum
yolculuğu insanlık adına olup bitenlerin göstergesi gibidir:
“insan insanın uçurumu
bizi yol ve gönül yorgunu diye
ikiye ayırdılar
ben kendi benzerimi buldum
aşkın gayya kuyusu değil mi
yeryüzü
bazı hançer bazı ateşle kurulan”
(s:11)
Dikkat edilirse, ten ile tin
burada da ayrı yerlerde durur. Dahası insan düşünceleriyle edimleri arasında
ortadan biçilmiştir. Üstelik benzerini, karşılığını bulmak kâr etmez. Yarım benzerlik
başa beladır. Temelde iletişimsizlik sorunudur insanı parçalara bölen… ‘Boşluk’ ve ‘ses’ iki önemli unsurdur bu yüzden. Tıpkı yarım insan gibi ayrımına
varılan akşamın eşiğinden bakılır dünyaya. Bu anlamda “akşamlar yorgun kardeşidir insanın / bir yanıyla karanlık, bir yanıyla
gökyüzü” (s:12) dizeleri boşuna
söylenmemiştir. İletişimsizlik öylesine dayanılmaz boyuttadır ki, “Bumerang” örneği dönüp kendine çarpan
yalnızlık hali oldukça korkunçtur:
“bir deri bir kedi kaldım
dünyada
karanlığı kurutan kimsesiz ay”
(s:13)
Ve sanki gensel kökeni vardır o derisine yapışan yalnızlığın. “aynı evin içinde kendi tarihimi yazdığım /
doğrudur, kuyusuydum ben annemin / boğulduğu hayat bendim bir bakıma /
söylenmeyenleri söylediğim” (s.14) dediğinde, kadına dönük katlanmış
acıları da anlatır. Kendisi, annesi ve başkalarıyla oluşan yaşanmamışlık
çemberi öylesine geniştir ki ‘boşluk’
ile ‘sonsuz’ çıkmazları birbirini
dengeler:
“sonsuz bir boşluk bulduk
içimizde
doldur doldur bitmeyen yalnızlık
koyduk adına” (s:16)
Aynı şekilde ‘aşk’ kavramı
da ‘yürekkıran’a eşitlenir. “Kışbahcesi”nin
erkenliği belki bu yüzdendir. “ağlamadan
geçilen geceler” çatır çatır çatlamalar biriktirir. Geçici bir aldanış da
olsa, “hiç yoksa” beklentisi, bir
utkudan çok en azından yaşama tutunmanın belirtisidir:
“hiç yoksa bir merdiven
oturursun ve beklersin
tanıdık bir yüzü, sesini
bir kapı ardına kadar kapalı
bir kapı en güzel içeriden
açılır
akşam gelir, bulur bazı
yalnızlıklarımızı” (s:18)
Açılıp kapanan kapıların gıcırtısına oranla doğayla yüzleşme öncelik
taşır. Sanki kırık dökük her yanını onaracak gibidir böyle. Bunun da temelinde
yaşamla yabancılaşma yatar ki, “ben
tenimi güneşe sermek isterim / göğsünden önce bir kadının” (s:21) özleminin
yakıcılığına hak verirsiniz.
Yalnızlık dediğimiz şey, bir parça eksik ve yanlış yaşanmışlıkların
toplamı gibidir. Bir yanda “bıraktığım,
sustuğum, sırt döndüğüm / ne varsa benimle geliyor” (s:22) yakınmasının
ağır yükü, bir yanda “biz çok geçtik
kalpsizlerin yolundan yurdundan / o yüzden her taşın altından alınganlığımız
çıkar” (s:23) şeklinde vurgulanan kırgın yaşam izlerinin dikeni rahat
bırakmaz yalnızı. İşte bu noktada “Dünyanın
En Büyük Yalnızlığı”nı konuşmalıyız! “ne
oldu kitaplar, tanrı’nın bildikleri / ve sonu gelmeyen acılarımız / yine
taşlara oturduk / sıralı sırasız yalnızlara baktık / kalbimizden geçen inceden
bir sızı / yaşlıların gülüşünde saklanan sitem” le (s:25) sezgiselliğe açık
yankılanmalar ömürden taşar. Dahası dünyayı kana ve gözyaşına buladığımız her
anın hesabı en büyük yalnızlığa yazılır ki, bu konuda Acılar Ortası’nda şiiri uyarılarla doludur. Hemen ardı sıra gelen Bulanık Deniz’e özgü kuşkular hiç de iç
açıcı değildir:
“ey dilim o şarkının anlamını
bilmeden
uzatabilir misin ellerini bir
yunana
haykırsan sofrada öldürülen
anneler aşkına
ateş etme nasıl denir mesela
çocukçada
şimdi biraz susalım, gözlerini
kapa” (s;30)
Bir yerde yaşanmışlığa özgü kırıntılarla birlikte yaşanmamışlığa
ilişkin boşluğu doldurmaya çalışır şair. Belleğine aldığı ‘eskideki yeni’nin değerini görmek için “anılarımız sararsın diye eski yapıyoruz birbirimizi” (s:35)
dizesine bakmak yeterli. Üst tarafı “yaşamı
yormak”la ilgilidir. Bu öyle bir yorgunluk halidir ki birbirimize teğet
bile geçmeyiz, “ağlayan gölgeler gördüm”
(s:38) saptamasına göre. Genelde bir tükenmişlik sendromu gibi algılanan
görüntüde, görünenle görünmeyeni iyi ayırt etmek gerek. Ki görünmeyenin
uğultusunda “yürekkıran”a meydan
okuyan yeni başlangıçlardan söz edebiliriz. Yoksa mızmız yalnızlıklara
karışabilir o dirimli duyarlıklar. Aşk, evet aşk, varoluşsal sancının en önemli
belirtisidir:
“aşk gelsin bir defter daha
doldururuz” (s:44)
Beklentilerin ister istemez aşk olasılığıyla güçlenmesine olanak
sağlayan ışık, bir giz yumağı şeklinde düğümlenen düşüncelerle sevgiliden
esecek rüzgârı karşılamaya hazırdır artık:
“benim sana bunca zaman
sakladığım bir bakıştı
tenimden tenine bulaşan kokuydu
varlardan çoğalan” (s:41)
Ayrıca “kalbim yokluğunda da
senin kuşlarını saklıyor” (s:35) itirafı da kayıt altına alınmıştır bir
şiirde.
(Eliz Edebiyat, Ekim 2018, s:118)