31 Aralık 2007 Pazartesi

Uzak Yaz


uzak yaz

içime giren kuşlar uçamaz olurlar.
mevsim yaz,
heryerde yalnız bacalar.
tülden bir örtüyle kapattım içimdekileri.
sahilde kalabalıklar arasında bir kaya
yalnızlığım. bir yengeç suya atar gövdesini
süreyerek yavaş.
dönecek kadar yerim yok.

-kıyılar besliyor gemileri
ki her akşam vakti yanaşıyorlar korkmadan

saçlarımı tarayan rüzgârlara kırgınımdır.
göç yollarında bir tıkanmadır özlemelerim.
asla kilitsiz dolaşmaz
dilime sarılan zehir.

insanın sesinde yalnız uçurumlar değil,
sarp yamaçlar da birikir.

yaz biterken bulutlar çoğalır
dağların göğsünde,
beni bırakıp gitmekte yaprak dökecek.
sularımın üzerinde kağıttan gemiler

ah yaz kalbimin yamasını.
ağaç sırtını dayamış bana
koruklar sus pus.
leylekler yönlerini değiştirmiş
sazlıklarda kuruyorlar yuvalarını.
güneş yükseliyor ince otların arasından.

Kadınlar Gökyüzüne Doğru Ağlar

Kendimden çok şey beklemiyorum artık. Hayatın beni sürüklediği bu kıyıda yaşayıp gidiyorum. Ağzımın kenarında kalmış bir yalnızlık şarkısına dönüşüyor “Every Time”. Yeniden yola koyulabilme gücüm yok. Rüzgârlı bir sabah uyanıp bahçeyi geçmeli. Çiçek tarlasının ilerisindeki asfalt yolu bulmalı. Koca gövdeli incirin altında durup soluklanmalı. Ayağının altındaki küçük kaya parçalarını ovalayıp düşünmeli şehirleri. Belki o şehirlerde koca gövdeli ağaçlar büyümüştür ve çocuk sesleri duyuluyordur her parkta.

Büyük çölün ortasında bir kamp düşünün. Açlık kendini boş çanaklarla, ölü çocuklarla gösteriyor. Sinekler üşüşüyor küçücük cesetlerin üzerine. Toprak kazılıyor ve kadınlar ağlıyorlar gökyüzüne doğru. Kadınlar hep gökyüzüne doğru ağlarlar. Aşk içinde gökyüzüne bakarlar. Çadırların arasından rüzgâr geçiyor. Büyük askeri kamyonetlere, otobüslere insanlar yükleniyor birer hayvanmış gibi. Ve bir kadın oğlunu uyandırıyor uykusundan. “Git, git, yaşa ve ol.” diyor. “Yaşayalım” demiyor. Hayatta kalmasının tek seçeneğini biliyor. Ayrılırsak yaşayacak, diye düşünüyor. Kocasını savaşta kaybetmiş bir kadın, iki çocuğunu çölün kumuna saklamış. O kadın, tek varlığını kendinden uzaklara göndermeyi göze alabiliyor. Çocuk cılız kollarıyla başka bir kadının elini tutuyor. Kilometrelerce uzakta bir ülkeye gidiyorlar. Başka kimlikler buluyorlar kendilerine.

Yaşamak için bir sırrı olmalı insanın. Büyük kulakların duyacağı bu sır, çocuğun da içinde büyüyor. Çöldeki kalan annesini düşünüyor hep. Dokuz yaşında bir çocuk geldiği yere doğru on iki kilometreyi koşuyor, yürüyor. Bitkin düşüyor onu bulduklarında. Yemeyi ret ediyor. Kavgacı biri olup çıkıyor.

Bir kova su için öldürülmüş bir başka çocuğun varlığını anlatıyor sonra.
Onu evlat edinen aileye tam olarak bağlanamıyor. Onu büyüten bakan kadına içindeki acıyı anlatırken, bir gül bahçesinden bahsediyor çocuk. İçine batan dikenlerin ağrısından kurtulamadığından… Hep o dikenler batacak kalbimize.

Çöldeki operasyonla binlerce insanın başka bir yere doğru sürüklenişinin öyküsü. Çoğu açlıktan, hastalıktan yorgun düşüp ölüyor. Bir yerden bir yere sürülenlerin kaderi bu olsa gerek.
Koca gövdeli bir ağacın altında çıkarıyorsunuz ayakkabılarınızı ve yürüyorsunuz çimenlerin üzerinde. Eski alışkanlıkların insanı hayalet gibi takip etmesi deyin siz buna. “Va, Vis et Deviens” isimli bu film bunun hikâyesini anlatıyor bana.

Aşık oluyorsunuz ve sırrınız boğuyor o aşkı. İnsanın ilk önce kırmızı yaratıldığını anlatıyor çocuk filmin bir sahnesinde daha büyük haliyle. Beyaz bir kadının zenci bir adama bağlanması… Başka biri olmanın ezikliğini duyuyor içten içe. Neden daha farklı olmak zorunda bırakılırız? Başka bir ülkeye, başka bir dünyayı bulmak için yolculuk yapıyor. Çocukluğundan beri İbranice mektuplar yazdırıyor yaşlı bir adama. Neden Anne“git, git, yaşa ve ol” dedin diye hesap soruyor. Dünyada yalnız kalmayı göğüslemiş bir kadının içindeki o büyük hasreti düşünemeden.

İçimi yokluyorum bu görüntülerden sonra. Bir kadın bir çadırın önünde yüzündeki peçesinden sadece gözlerindeki yorgunluğu görüyorsunuz. Bekleyen kadınların yüzlerini düşünün. Üzerinizden kargalar uçar. Üzerinizden bulutlar geçer. Yağmura dönüşür içinizdeki o duygu. Yıllarca bir çığlık biriktirmişsinizdir içinizde. Hangi sarp yamaçtan savurursunuz o çığlığı. Bütün dünyanın duyacağı bir çığlık birikti göğsümde bugün.

Her hikaye içinde bir çok ayrıntı barındırabiliyor. Benim gözüm başka ayrıntıları seçiyor. “Le mensonge” isimli o dokunaklı şarkıyı dinlerken defalarca yolcuydum. Çölü görmüştüm. Bağışlanabilir bir hayatımız var mı? Bir kuyunun başında elimizde su kovamızla bekliyoruz. Birazdan öldürmeye gelecekler bizi. İçimizdeki kan oluk oluk akarken toprağa, gözlerimizle gökyüzüne yeniden bakacağız.

Rüyalarım Olmasa

Rüyalarım Olmasa

“kendimi de koysam ayağımın altına yine de yetişemiyorum ey aşk, omzunun hizasına.”
Ibrahim tenekeci

"seni görmem imkansız rüyâlarım olmasa" bu şarkıyı ilk dinleyip aklımda tuttuğum zamanların çok önce olduğunun ayrımındayım, fakat her seferinde aynı şarkıyı karşıma çıkaran yaşam biraz hepimize haksızlık mı yapıyor? insanın sadece rüyâlarında görebilecek olması sevdiklerini nasıl kötü bir durumdur bilirsiniz. istediğiniz anda arayıp seslerini duyma şansını çoktan yitirmişsinizdir. “hep söyleyecek şeylerimiz olduğundan daha çok üzülüyoruz” diyordu bir dostum. haklı değil miydi düşüncesinde?

ömür dediğimiz şey nasıl değiştiriyor bizi. şöyle bir düşünün bakalım birilerinin gözüne girmek için biraz farklı görünmek için çabalarınız oldu mu? hatırladığım ilk değişim hareketimi 3. sınıfa giderken yapmışım.-harf devrimim sonrasında. -arka sırada oturan şimdi adını hatırlayamadığım bir kız çocuğu içimi bulandırmış, yazılarımı küçücük okunamayacak hale sokmuştum. kargacık burgacık kelimeleri nasıl okuyordum inanın bilmiyorum ama bildiğim yazıyı yazarken zorlandığımdı. ne zaman daha okunaklı yazmaya başladım inanın hatırlamıyorum. gözüne girmiş miydim yazımı değiştirerek diye soracak olursanız sanmam. başka bir anısı yok. o okulda kısa süreli kalmamın etkisini hesaplamalı. o okul senin, bu okul senin yerimi değiştirdi durdular. kök salamadım hiçbir yere. sevecek kadar zamanım olmadı kimseyi. kolay sevmediğimden değil bu durum. bir çeşit kalkan oluşturmuşum o dönem kendime. şimdi yüzünü bile hatırlamıyorum o küçük kızın.

hayatının sonuna kadar yalnız kalan insanları düşünüyorum. gazete haberlerine konu olan sonlarını sonra. ne çeşit bir haksızlık yapmış olabilirlerdi ömürlerinde. bir çeşit cezaymış yaşanılan günler. odaları soğuyacak yavaş yavaş. kapı önünden geçen seslerden umutlanacak bir nebze olsun. rahatlatacaklar içlerini. eski bir komşu çocuğu, uzak bir akrabaya düşkün olacak belki. kitaplıktaki romanlar tozlanacak, fotoğraflardaki yüzler hep aynı kalacak. bunların arasında değişen bir sen kalacaksın.

geçtiğimiz bir kaç zor günün ardından bu sahah güneşle uyandım. yatağımın üzerine başka doğmuştu bu kez. perdeyi aralayıp içeri girmişti sabah rüzgârının yerine. kalktım ve güne karıştım. cumartesileri son dönemde en yoğun günüm oldu. eskiden bu günü boşaltır evde geçirmeye çalışırdım. zaten yeterince dışarıda vakit geçiriyordum. cumartesileri benim olmalıydı. selim ileri'nin cumartesi yalnızlığı'nı anımsadım birden. oradaki gibi, hep bekleyen kişiyi yaşıyordum. kaçmak, bir şeyleri göze almak yaş ilerledikçe ne kadar zorlaşıyor.'alıp başımı gideceğim' diyemiyorsunuz.

bazen düzelmesi gereken şeyler için durup beklemek yerine, devam etmek gerekiyor. devam etmeli değil mi? bulutlara bakıyorum. pencere kenarlarındaki sardunyalara. kokularını almaya çalışıyorum yaprakların. hayatın tüm zorluğuna rağmen mutlu kılıyor bu sade görüntü. "seni görmek imkansız rüyâlarım olmasa" şarkısını kasetlere okuduğum zamanlardan çok uzakta, giderek yaş alırken, eskirken, biliyorum doğruluğunu bu şarkının.

Zeytin Ağaçları

"Önde zeytin ağaçları arkasında yar
Sene 1946
Mevsim
Sonbahar
Önde zeytin ağaçları neyleyim neyleyim
Dalları neyleyim.
Yar yoluna dökülmedik dilleri neyleyim."

bedri rahmi eyüpoğlu, böyle der bir şiirinde. geçen haziran ayından eylül sonuna kadar hergün zeytin ağaçlarına bakarak akşamı beklediğimden o zeytin ağaçlarının bir büyüsü olması gerekiyormuş gibi hisse kapılmam normal değil mi? kısacık boyları ile güneşin altında bir tarlanın sınır boyunda büyümeye çalışıyordu zeytin ağaçları. onlara dokundum mu? sormayın, üzülürüm. bir başka ülke’de kendi bahçenin dışına çıkamazsın. onlar, dağların önünde bir gölgelik oldular, hiç altlarına uzanamadığım o öğleden sonralarını özlüyorum.

"Boş pencereden
çocuk diri ve koyu tepelerdeki geceye bakardı
ve şaşırırdı tepeleri üst üste yığılmış görmekten
belirsiz ve berrak devinimsizlik.
Karanlıkta hışırdayan
yapraklar arasında, tepeler belirdi
orada güne ait her şey, kıyılar
ve ağaçlar ve üzümbağları apaçık ölüydü
ve yaşam bir başka yaşamdı, rüzgârdan, gökyüzünden
yapraklardan ve hiçlikten"

bugünlerde bir de yukarıya bir bölümünü aldığım pavése'nin şiirine bayılıyorum. gece isimli bu şiir belki benim o zeytin ağaçlarının olduğu köye dönmemi sağlıyordur. sabaha doğru önümdeki vadinin arkasındaki dağın yavaş yavaş belirmeye başladığı o serin zamanlara… güvercinlerin uğultularını nereye koydum bu iç döküşte? ikiyüzlü arzuhalci isimli öykümde diyordu anlatıcı -"güvercinlerden biri kör oldu. uçamazlar oldular. uğultuları kesildi. birkaç gün sonra bir boşluğa bakar buldular yüzümü". aylarca o dağlara baktığımı düşünürken şimdi düpedüz baktığım boşluktur diyorum. ve o tek gün yağan yağmurda toprağın nasıl susuz kaldığını ve düşen her damlayı büyük bir iştahla yudumladığını gördümdü. şimdi bizde karanlıkta belli belirsiz çıkan sesleri düşünüp ürküyoruz. belki cesare pavése'de italyanın santo stefano belbo köyünde yaşadığı 1917 yılında, o çocuk haliyle kendini kırlara vurmasaydı, dinlemeseydi taşın, dağın sesini, soramazdı bu soruyu "değer mi bunca yalnızlık, gittikçe daha yalnız olmak için?".

saint remy. ve bir ressamın fırçasından tuvale düşürdüğü zeytin ağaçları. ağaçların hemen gerisinde bir ev. yalnızlığımızı mı anlatıyor? o susan ağaçları bir adam niye arkasına alır? dünün aksine bugün hava serin ve cumartesilerinin o yalnızlığı. taş kitabeler, kayıp mezarlar, kurak topraklar, sokak araları, çok az çayır bitmiş bahçelere döndürüyor beni. okuduğum kitabın kapağında suluboya ile yapılmış bir pencere duruyor. sıcacık evleri olsun insanların koyun koyuna yatabilecekleri. küçük bir divana razı insancıklar. hani o rus yazarın hikâyesindeki adam gibi söylüyorum: anacığım, bugünlerde sıkıntılarımın üzerine bir örtü çekeceğim, hepsi yok olup gidecek.

Yaşanan an da anı olacak



"Anılar sadece böyle kesik kesik görüntüler olarak anımsatıyorlar kendilerini. Bir yerde elektrik devreleri gibi yanıp kararıyorlar. Ne kadar zorlarsan zorla ilave tek bir kare göremiyorsun. Resim yapmaya veriyorsun kendini. Karakalemle çiziyorsun kâğıtlara sonrasındaki görebileceklerini. Hiçbir çağrışım yapmıyor çizdiklerin." böyle diyor yeni hikâye karakterlerimden biri.


hemen hemen çoğunuzun evinde bir tanecik bile olsa vardır öğrencilik döneminde boyanmış bir tablo. boyanmış diyorum, gelişi güzel sallanmış fırça darbeleri tuvalin üzerinde bazen farklı yerlere sürülmesi ile başka bir görüntü oluşturulmuş. o günlerde bir çiviye asılarak duvara sabitlenmiş, bir ânıya dönüştürülmüş ressamlığımız. "bizim kız yapmıştı" ya da "bizim oğlan güzel resim yapardı" gibi ifadelerle nadiren de olsa o tablo için iki kelime edilir. o güne geri dönecek olsanız belki bu sefer sokak üzerinde kartpostal satıcısında aldığınız başka bir kartpostalı resmederdiniz. -torosları resmediyorum içime.- en iyi resimleri içimize düşürmeyiz mi zaten? gözlerimizi kapatıp o günlerin tüm anılarını getirmek isteriz bugüne.


karabük'te bir odanın duvarına asılmış o resmi anımsıyorum nedense şimdi. kocaman orantısız bir ev çizmiş ve boyamış yağlıboyalarla. ellerine yakışan ölmek değilse de öldü. bir temmuz sabahı erkenden çekildi bedeni sokaklardan. hep gezip hayat bulduğu kaldırımları yalnız koyup gitti.- iki kişi görürsünüz sokakta. hep görürsünüz o iki kişiyi. sonra başka birgün tek kişiye raslarsınız aynı yerlerde. düşünür müsünüz nerede diğeri?- yaprakların arasından meyveler irileşip görünüyordur. ve yaz güneşi perdeyi delip giriyordur odaya. balkonda ikindi üzeri saatlerce oturup sokağa bakarsınız gelecek günlerinize bakar gibi. yalnız ve tenhasınız da. şimdi aynı duvarda durup durmadığından emin olamadığınız tabloyu düşünürsünüz. kocaman çizilmiş evin hiçbir odasına sığdıramadığı yaşamı gelir gözlerinizin önüne. orada bulutlar akşamın yaklaştığı saatlerde beyazlıklarını yavaş yavaş kaybetmek üzeredir. ve dağlara sizin duyamadığınızdan sessizlik çökecektir.-o hiç torosları görmedi. hani torosların denize dikey indiği o görüntüyü.- bildiğim kenarından nehir geçen evler çiziyordu sürekli. ve arkasında sıra dağlar evlerin.


bazen çok hatırlamak istesenizde yüzler silinir, sesler yitip giderler. neredeler kim bilir? kurbağaların seslerini duyuyorum. bir yerlerden gelip buluyorlar beni. ansızın küçük bir kıpırtı bile döndürebilir sizi başka zamanlara. o tepelerde güneş batarken birilerinin hep evlere doğru gittiğini düşünüyorum.


Savinio'nun yıllar öncesinden gelen sesini duyuyorum sanki. "yaşanan an da anı olacak."

Güzel Şeyler, Acı Şeyler

kapının önündeki park etmiş otomobillerin üzerine güneş vuruyor. hatta bende bazen o güneşe aldanıyorum ve sırtımı bir kertenkele gibi dönüyorum güneşe. hergün ağaçlardaki canlanmayı gözlemleyebiliyorum. birkaç haftaya hepsi çiçeklenecek biliyorum. evimin yolunun üzerinde bulunan mimoza ağaçlarını gördüğümde anlayacağım yeniden başlıyor güzel şeyler.

tezer özlü'den leyla erbil'e mektuplar'ını okudum iki gün önce. bir yazarın en kötü dönemleri belki uzakta olmaktır. ülkenden uzaktasın ve yalnızsın onca yabancılığın arasında. insanın en yakın bulduklarına karaladıkları arasında öyle cümleler çıkar karşınıza anlarsınız tüm kırılganlıklarını. en üretken olabileceği yaşlarda sağlık sorunları yaşamış, çeşitli bunalımları atlatmayı denemiş tezer özlü. geride bıraktığı kitaplarda hep varolanı, kalanlarını anlamaya çalıştığını gözlemleyebiliyoruz. "baktığım gördüğüm yaşlılardan, yollardan dükkânlardan zevk alıyorum" diyor mesela bir cümlesinde. herbirinde gördüğü bitmek bilmez yaşam çoşkusunu içinde duyumsuyor. ama yaşam karşı çıkmak değil mi? diye sormayı da ihmal etmez. olanla yetinmek istemez kendi dünyasını kurmaya çalışır. yazın diline kattığı yeni bir söylem var mıdır yok mudur bunu anlatmak derdinde değilim. o kendi dünyasından, kabuklarından dışarı çıkmak için sürekli gagalayarak hayatı yaşamayı denedi. sürekli şoklar gören bedeni yenilmek için hazırdı çoktan.yenildiğinde daha kırküç yaşındaydı. dostuna yazdığı mektuplarda sürekli birlikte olmaktan, sahip olmaktan, özlemlerinden bahsediyordu. yarına bırakmak istemediklerinden belki. gittiği kentlerde aldığı kartpostalların arkasında karaladığı birkaç cümle ile hayatını özetliyordu. en son kimden bir kart aldınız? kime gönderdiniz en son yazdığınız kartpostalı? mektuplar özel tarihlerimiz, gizli hazinelerimiz. benimde bir dönem çeşitli dostlara gönderdiğim mektuplar oldu ama bir kitap olmalarını istemezdim doğrusu. belki bu kitabı okurken alabildiğim hüznü kimse bende görmesin diyedir bu tercihim. şöyle diyor bir mektubunun sonunda "aynı senin dediğin gibi, her şey burada, duygularda, sende, ölüler de... ve yürünecek sokaklar da var. bütün dünya benim, bunu algılıyorum".

bu sabah telefon çaldı. erken saatlerde çalan telefonların, kapı zillerinin içimde hep korkuya yol açtığını söylemeliyim. çocukluğumda oturduğum mahalleden bir komşu annenin ölüm haberini veriyordu ablam. acılar çeken bir kadındı ölen. tezer özlü gibi aynı sarsıntıları yaşamıştı kaç yıldır. göğsündeki hayat kaynağını söküp almışlardı bedeninden. hayat verdiği yerden ölmeye başlamıştı komşu annem. çocukları büyümüş ana olmuş baba olmuştu çoktan. penceresinin önündeki saksıları eşi suluyordu kaç senedir. o balkondan bakarken sokaktaki çocuklara gülümsediğini görüyorum şimdi. yakantop oynuyor çocuklar bağırtılar arasında. iyice küçülmüş yüzü solup gidiyor. artık fırtınaları dinlemeyecek, yağmuru dinlemeyecek... gözlerime dolduracağım yeni bir hayata bakınıyorum hepsi bu.

Kalbimizin Kuzey Kapısı Trabzon


Havaların soğuması ile birlikte kapandığımız evlerimiz, işyerlerimizin daha havadar olmasını sağlayacak neler yapabiliriz? Bu soru hemen hemen her mevsim ağzımın içinde eveleyerek verdiğim değişik yanıtlarla yerine başka şeylere bırakır. Kimi mevsim okunacak kitapların çoğunlukla roman olması gerektiğini düşünürken, bazı mevsimlerde şimdi olduğu gibi anlatı kitaplarına sığınma ihtiyacı hissederim. Her anı temize çeker bendeki geçmişi.

Kıyı boyu çizmeli balıkçıların ayak seslerini duyar gibi olurum. Suları yara yara ilerleyen motorların içinde bir sis perdesinin ardındadırlar çoğu zaman. Ağları suya atmışlar birazdan çekecekler balıkları. Geceleyin denize çıkıldığı düşünülürse doyasıya sessizliği çekecekler içlerine. Bir bardağa dökülen çay genizden yavaş yavaş aşağıya inerken şehrin ışıkları görülecek denizden. Kıyılar balıkçılar için hem ev demek, hem de gurbet. Trabzon’un geçmiş yüzyıllarını düşündüğümüzde ne çok gurbete giden ve dönmeyenle karşılaşıyoruz. Hep ağlamak kalıyor bekleyenlere. Bu coğrafya sadece deniz değildir elbette. Sıra sıra yükselen dağların, sarp yamaçların bağrında yeşil vadiler uçsuz bucaksız bir gökyüzüne doğru sıralanmış yerleşim yerleri her an horona hazır insanlar. Doğası gereği her an tetikte her biri.

Bu şehre denizden gelebilenler ilk önce dağları görürler. Eteklerinde yan yana yükselen evleri. Son yıllarda evlerle deniz arasına girmiş karayolu görüntüsünü yer yer dalgakıranlar bozabiliyor sadece. Doğu’dan ya da Batı’dan geldiğinizde iyice büyüyen bir şehir görürsünüz. Öyle bir büyümedir ki bu sahil boyunca bir evlik boş arsa, arazi kalmamıştır.

Güneyden geliyorsanız bu şehre o zaman biraz daha başkaca bakabilirsiniz. Zigana tünelinin o boğucu birkaç dakikalık karanlığını geçebildiyseniz ışıkla yeniden mutlu kılacak gözlerinizi.-Tünelleri oldum olası sevmediğimden belki böyle söyleyişim.-Yavaş yavaş karayolunda seğirten aracınızın içinde doğanın tüm güzelliğini özümsemeye çalışırsınız. Hamsiköy’ün dağın eteklerine doğru yer yer serpilmiş köy evlerinde gecelemek geçer içinizden. Az yukarıda her daim yeşil ağaçlar görülüyordur.-Gördüğüm görüntü bir tablo gibidir. Fırçayı sallamıştır ressam ve dağın üzerinde görüp görebileceğiniz en beyaz bulut kümeleri.- Yol giderek dağın göğsüne kıvrılıp vazgeçiyor gibidir. Kışın geçmekteyseniz bu yoldan iyice yavaşlamanız gerekir. Yol kenarlarındaki “kendin pişir, kendin ye” türünde tesisler mola vermek için idealdir. Yedi sekiz kilometre içinde sayısız köprü, köy geride kalmıştır. Trabzon’a giderek yaklaşırken içinde Sümela’yı da barındıran Maçka çıkar karşınıza. Oradadır hep sizi bekleyen ana gibi bakar pencereden. Son yıllarda yapılan binaların arttığı gözlemlense de on sene öncesine göre değişen çok az şey olduğunu bilirsiniz. Hâlâ insanlar birlikte çay bahçelerinde oturur, tarlada kazma sallar, birlikte ağlar bir ölünün ardından. Kentler büyüyünce yabancıları çoğalır demek geçiyor içinden. O yüzden yabancısı en az olan yerlerden biridir Maçka. Trabzon’a bir adım daha yaklaşmak için o kısa tüneli geçip geride bırakırsınız Maçka’yı. –İlçenin kapısıdır o tünel geçince bağrına alır sizi.-

Güneşli bir sabah yaptığınız bir yolculuksa bu değmeyin keyfinize. Sayıları o kadar çokmuş gibi gelir ki sanki küçük köprülerle iki dağ birbirine teyellenmiş gibidir. Yol kenarından akıp gitmekte olan bir dere çağıldar durur. Yaklaşılan kent uzun süredir görmediğin bir dost sıcaklığıyla bekliyordur sizi kapı önünde. Yer yer sanayi siteleri görünüyordur gözünüze. Bir şehrin gelişmişliğinin göstergesi bu yapıların çokluğudur sanırım. Birkaç kilometre boyunca yitip yeniden görülen kömürcüler, benzin istasyonları… Erzurum yolunun başladığı o kavşağa geldiğinizde başınızı kaldırdığınız anda çarpar gözünüze Boztepe.

Bir şehre yukarıdan bakmanın içinden geçmek gibi olmadığını bilirsiniz. Her bina, park ve bahçe oradan minicik figürler gibi görünürken deniz havanın durumuna uygun-belki ruhunuzun durumuna demeliyim- bir rengi giyinmiştir. Özellikle bu kış gününde sıcacık yazları anımsamak için güneşli bir öğlen sonrası oradan baktığımızı düşünüyorum.- Dalının dibine düşmüş bir elma gibi kızarmışsınız memleket güneşinde.

Çiğdem Sezer’in son kitabı Kalbimin Kuzey Kapısı Trabzon’da anlattığı kent duruyor önünüzde. Çocukluğun bir limana bakmakla eş anlamlı olduğu bir başka yer var mıdır bu ülkede? Her çocuk biraz büyük olmak zorundadır okul bahçesindeki ağaçlar gibi. Bu kentin en önemli sanatçılarından Bedri Rahmi’nin söylediği gibi bitirelim bu yazıyı. “Kirazın derisinin altında kiraz / Narın içinde nar / Benim Yüreğimde boylu boyunca / Memleketim var”.

Muhteşem Süleyman, Aytmatov ve Hazar Şiir Akşamları


Muhteşem Süleyman, Aytmatov ve Hazar Şiir Akşamları

Havalar iyice soğumaya başladı. Geçtiğimiz günlerde evinin balkonundan soba borularını alıp bahçede temizlerken söyleniyor bir teyze. Ağzının içindeki mırıltı bana kadar ulaşmıyor ne yazık ki. Pencereden bakıyorum karşı bahçeye. İncir ağacının dalına kurulmuş bir salıncak rüzgârda salınıyor. Yakında her yer kar altında kalacak. Sayısız köy yolu günlerce ulaşıma kapanacak. Çocuklarını hastaneye yetiştiremeden yolda doğurmak zorunda kalacak bazı köylü kadınlar. Ölecek yaşlı amcalar bu soğuk mevsimde yalnızlıktan. Bir yerlerde kan dökülecek o beyazların üzerine. Her biri gencecik delikanlılar, göğüslerine bastırdıkları fotoğraflara bir kez daha bakamadan ölecekler hem de. Özellikle bunu düşünmesi bile yıpratıyor içimi.

Yazıya neden böyle başladım inanın bilmiyorum. Geçtiğimiz hafta otobüsle Trabzon'dan 14 saat uzaklıkla bir şehre gittim. Diğer doğu şehirleri gibi olmadığını daha önceki gidişimden tespit ettiğim Elazığ ülkemizin atmosferinin fazlasıyla içinde. Gittiğim sabah erken saatten itibaren insanlar bir şeyin hazırlığı içindeydiler. Şehre ilk kez gelen biri bu hareketliliği gözlemlerken kalabalık bir şehirdeyim diye de düşünebilir. Yerel televizyon kanallarında öğle saatlerinde yapılacak miting için reklâmlar dönüyordu. Birbiri ardına şehirdeki politikacılar, sendikacılar, sivil toplum örgütleri ve dernek yöneticileri mitingde yer alacaklarını bildiriyorlardı. Çoğu ilk kez kamera karşısında bulunmanın verdiği şaşkın ifadeyle "bizde oradayız" diyordu. Madem bu kadar çok insan orada ben de gitmeliydim değil mi? Gittim tabii. Yüz bin kişi şehrin en büyük caddesine doğru insan seli olmuş akıyordu. Ellerinde ayyıldızlı bayrağımız, ağızlarında vatanın bölünmez bütünlüğünü anlatan sözcüklerle. Yüz bin insan kol kola, omuz omuza, yürek yüreğe. Elazığ insanı içinde bulunduğumuz dönemin hassasiyetini alanlara taşıdı. Elazığ Belediye başkanının kürsüdeki konuşmasını hep bir ağızdan bölüp seslendiler. " Muhteşem Süleyman Bizi Irak'a Götür".

İkinci defa gittiğim bu şehirde miting için bulunmuyordum tabii. 15.si düzenlenen Hazar Şiir Akşamları'nın davetlisi olarak oradaydım. Bu yıl yapılan etkinliği ünlü Kırgız Yazar ve Kırgızistan Brüksel Büyük Elçisi Cengiz Aytmatov onuruna düzenlemişlerdi. 79 yaşındaki yazar sayısız eser yazmış, kitapları dünyada 60 milyon satmış ve 157 dile çevrilmişti. Ülkemizde daha çok sinemaya da çevrilmiş Selvi Boylum, Al Yazmalım adlı eseri ile tanınıyor yazar. Hazar Şiir akşamları katılımcı yazar-şairlerin Gazi Caddesinden yürüyüşleriyle başladı. Cengiz Aytmatov'a etkinlik çerçevesinden Elazığ Valiliği tarafından 2006 Türk Dünyası Hizmet Ödülü verildi. Servet Kabaklının oturum başkanlığı yaptığı etkinlikte Prof. Dr. Sadık Tural, Abdyldazhan Akmataliyev, Muhtar Şahanov, Sabir Rüstemhanlı, Prof. Dr. Ahmet Buran, Prof. Dr. Ramazan Korkmaz'ın C. Aytmatov'un edebiyata kattıkları üzerine yaptıklarını sohbet dinlemeye değerdi. Eserlerinde yaşadıklarının izleklerinin olduğunu anlatan katılımcılar Cengiz Aytmatov'un babasının sır ölümünün hayata bakışını nasıl etkilediğini anlatması üzerine salonda duygulu anlar yaşandı.

Cadde, sokak ve park adları neye göre verilir sorusu hem kafamı meşgul etmiş bir şeydir. Özellikle Rize'den Trabzon'a dönerken Of'un merkezine yakın bir parka Ünlü Türk Büyüğü, Ankara Büyük Şehir Belediye Başkanı Melih Gökçek adının verildiğini gördüğümden beri. Ülkemizde yazar ve şair adlarının sokaklara, caddelere ve parklara verilmesi fikrini konuşmalıyız toplumca. Böylelikle hayatında üç şair ismi öğrenememiş Lise talebelerimiz içinde çok öğretici olabilir. Cengiz Aytmatov'un adı şimdi Elazığ şehrinde bir parka verildi. Yeni yapılmış bir sitenin tam ortasında pek şenlikli katılımlı bir törenle açıldı park. Cengiz Aytmatov parkının durumunu sık sık soracağını söyledi konuşmasında.

Yurt içinden 33, Yurtdışından 13 şair'in katılımı ile gerçekleşen programa özellikle Fırat Üniversitesi öğrencileri tarafından ilgi ile takip edildi. Bir şehrin kültür etkinliklerinde söz sahibi olması çok önemli bir olay. Hem de bu etkinlikleri başarılı bir şekilde uzun yıllarca sürdürülebilmesi de çok önemli. Elazığ Valisini, Belediye Başkanını ve organizasyon ekibini kutlamak lazım. Olumsuz bulduğum tek yanıysa daha çok muhafazakâr düşünceye sahip şair ve yazarlarımızın etkinliğe çağrılmasıydı. Başka şehirlerde de benzer şiir akşamlarının yapılmasının faydalı olacağını düşünüyorum. Trabzon'da bu yıl 3. düzenlenen Uluslararası Trabzon Festivalinin yeterince içinin doldurulabildiğini düşünmüyorum. Umarım daha güzel etkinlikler yapılabilir. Sıcak geçen bir etkinlikten geriye farklı izlenimler kaldı. Elazığ Belediye Başkanı Süleyman Selmanoğlu (Muhteşem Süleyman diyorlar kendisine), Trabzon Belediye Başkanı Volkan Canalioğlu gibi sempatik tavırlarıyla etkinliğin güzel geçmesine bütün programlarda da yer alarak katkı sağladı. Türkiye'deki çıkan bazı dergilerin editörlerininde katıldığı bir programda Ada Dergisi adına bir konuşma gerçekleştirdim. Ülkemizin içinde bulunduğu süreçte Edebiyatın ne kadar önemli olduğunu bir kez daha ifade etmek isterim.

Savaşlar toplumların belleklerinde hep kötü izler olarak kalacaktır. Devlet adamlarımızın içinde bulunduğumuz ve bulunacağımız durumu çok iyi tahlil etmesi ve ona göre yeni hamleler atması gerekiyor. Ve bir kez daha yeni bir kış arifesinde sobalar temizlenip kuruluyor. Bacası huzurla tüten evlerimiz olsun efendim.

Yaşamın Renkleri

Zamanı doğru kullananlardan mısınız? Her şeyi zamanında yapabilmek beceri isteyen bir iştir. Bizim gibi toplumlarda hababam ertelediğimiz için her şeyi, çoğu şeye geç kalıyoruz. Bizim şairlerimizden biri demiyor muydu “Sevgileri yarınlara bıraktınız”. Bazen bir kitap, bazen bir sinema filmi çıktığı zamandan çok sonra elimize geçiyor okuyoruz ya da seyredebiliyoruz.

Geçtiğimiz günlerde daha önce keşfedemediğimden belki "Yaşamın Renkleri" isimli sinema filmini geçte olsa izledim. Film 90’larda geçiyor. Yaşadığı hayattan pek memnun olmayan David ve Jennifer kardeşler 50’lerin siyah beyaz dizisi “Pleasantiville” i seyrederlerken yaşlı bir tamircinin oyunuyla dizinin içine girmeyi başarıyorlar. –Bende bir dönem sürekli her evde takip edilen “Yalan Rüzgârı”, “Zenginlerde Ağlar” dizilerine girmeyi başarsaydım neler yapardım. Bu kadar sığ ve basit yazılmış senaryoya renk getirirdim eminim.-Bu dizinin içindeki insanlar hepsi siyah beyaz iken, iki kardeş kendi renkleri ile dolaşıyorlar. Yıllardır izledikleri bir televizyon dizisinin içinde bir şekilde kendini bulan iki kardeşin başına gelenlerden yola çıkarak ustalıkla işlenmiş bir konu. Siyah beyaz görüntülerin kendilerindeki monotonluğu ve durağanlı keşfetmeleriyle hayatlarında fısıldadıkları sözcüklerin onlara renk vermesi...

Her gün aynı işleri tekrarlarken bir an durup kendinize bakar mısınız? Yemek pişirmek, çamaşırları asmak, işyerinin o bazen insanı boğan ortamında çalışmak, gazeteci çocuğa selam vermek, burgerciden bol patatesli ve mayonezli hamburger sipariş etmek. Aynı konuşmalar, aynı selâmlaşmalar, samimiyetsizlikler...-Şair-Yazar Mehmet Kuvvet’in samimiyetsizlikler üzerine çok güzel bir hikâyesi vardı. Ters yönden gelen bir aracın altında kalmaktan son anda kurtulmuştu yaz başı. Aracı kullanan otopark görevlisi, ayağı lastiğin altında kalmasına rağmen suçunu kabullenmeyi geçin, bir şeyi olup olmadığını sorma nezaketini bile göstermeyip arabadan inmesini istiyordu Mehmet Bey’in. Bundan yola çıkarak çok güzel bir hikâye kaleme almıştı.- İnsan birden durup bağırmak istiyor bu samimiyetsizliğe, rutinliğe. Alıp başınızı gitmek istersiniz. Şair’in dediği gibi bir köpek bile mani olabilir adım atmanıza.

Filme dönecek olursak yeni renkli halini görüp irkilen anne rolündeki kadının şaşkın yüz ifadesi geliyor gözümün önüne. Diğerlerinden farklı olmaya başlamak ürkütmüştür kadını. O artık sadece mutfakta kek pişiren bir kadın olmak istemiyordur. Önceleri yüzünün renklenmesini kabullenmek istemiyordur. Yüzünü pudralarla eski rengine getirmeyi denemiştir de ve bir gün yeni ve renkli haliyle David’in desteği ile sokağa çıkmaya cesaret ediyor. Diziye giren iki kardeş rollerinden kurtulmayı bırakın, başkalarının hayatlarını değiştirmek için çaba gösteriyorlar.

Uzun sokakta bir akşam vakti eflatunlar içindeki kıyafeti ile yanımızdan geçen ve herkesin dikkatini çeken genç adamın "herkes bana bakıyor." derken ki ruh halini anlayabiliyorum. Eğer sevdiğiniz sarı renkse giymelisiniz. Daha önce yazmıştım hatırlarsanız 'başkaları ne diyecek diye kendimizi öyle sıkıyoruz ki, başkalarına dönüştürüyor zaman bizi’. Aslında başkalarının sizin ne giydiğiniz, ne yaptığınızı çok umursadıklarını sanmıyorum. Belki benim gibi düşünen birileri rahatlatır sizi. 'ne güzel, gayet şık olmuş' dedim. Sonbahar gelirken tüm pudralardan arındıralım tenimizi, içimizi. Kendi rengimizde düşelim sokaklara.

Vakit bulursanız yakın geçtiğimiz yıllarda kaybettiğimiz J.T. Walsh’ın son filmi Yaşamın Renkleri’nin DVD veya VCD’sini edinip, geçtiğimiz yıllarda En iyi Kostüm, En İyi Sanat Yönetimi ve Dekor ve En İyi Dram Müziği dallarında Oscar’a aday olmuş bu filmi izlemenizi öneririm.

Ömer Kaya yazdı: ÇIKIŞI ARAYANLAR İÇİN BİR ROMAN: AUSGANG

Romanın Konusu: Alışılmış düzende olaya yaslanan, kolay özetlenebilir pek çok metin okumuşuzdur. Bu minvalde çoğu metin, toplumsal bir mesel...