Kendimden çok şey beklemiyorum artık. Hayatın beni sürüklediği bu kıyıda yaşayıp gidiyorum. Ağzımın kenarında kalmış bir yalnızlık şarkısına dönüşüyor “Every Time”. Yeniden yola koyulabilme gücüm yok. Rüzgârlı bir sabah uyanıp bahçeyi geçmeli. Çiçek tarlasının ilerisindeki asfalt yolu bulmalı. Koca gövdeli incirin altında durup soluklanmalı. Ayağının altındaki küçük kaya parçalarını ovalayıp düşünmeli şehirleri. Belki o şehirlerde koca gövdeli ağaçlar büyümüştür ve çocuk sesleri duyuluyordur her parkta.
Büyük çölün ortasında bir kamp düşünün. Açlık kendini boş çanaklarla, ölü çocuklarla gösteriyor. Sinekler üşüşüyor küçücük cesetlerin üzerine. Toprak kazılıyor ve kadınlar ağlıyorlar gökyüzüne doğru. Kadınlar hep gökyüzüne doğru ağlarlar. Aşk içinde gökyüzüne bakarlar. Çadırların arasından rüzgâr geçiyor. Büyük askeri kamyonetlere, otobüslere insanlar yükleniyor birer hayvanmış gibi. Ve bir kadın oğlunu uyandırıyor uykusundan. “Git, git, yaşa ve ol.” diyor. “Yaşayalım” demiyor. Hayatta kalmasının tek seçeneğini biliyor. Ayrılırsak yaşayacak, diye düşünüyor. Kocasını savaşta kaybetmiş bir kadın, iki çocuğunu çölün kumuna saklamış. O kadın, tek varlığını kendinden uzaklara göndermeyi göze alabiliyor. Çocuk cılız kollarıyla başka bir kadının elini tutuyor. Kilometrelerce uzakta bir ülkeye gidiyorlar. Başka kimlikler buluyorlar kendilerine.
Yaşamak için bir sırrı olmalı insanın. Büyük kulakların duyacağı bu sır, çocuğun da içinde büyüyor. Çöldeki kalan annesini düşünüyor hep. Dokuz yaşında bir çocuk geldiği yere doğru on iki kilometreyi koşuyor, yürüyor. Bitkin düşüyor onu bulduklarında. Yemeyi ret ediyor. Kavgacı biri olup çıkıyor.
Bir kova su için öldürülmüş bir başka çocuğun varlığını anlatıyor sonra.
Onu evlat edinen aileye tam olarak bağlanamıyor. Onu büyüten bakan kadına içindeki acıyı anlatırken, bir gül bahçesinden bahsediyor çocuk. İçine batan dikenlerin ağrısından kurtulamadığından… Hep o dikenler batacak kalbimize.
Çöldeki operasyonla binlerce insanın başka bir yere doğru sürüklenişinin öyküsü. Çoğu açlıktan, hastalıktan yorgun düşüp ölüyor. Bir yerden bir yere sürülenlerin kaderi bu olsa gerek.
Koca gövdeli bir ağacın altında çıkarıyorsunuz ayakkabılarınızı ve yürüyorsunuz çimenlerin üzerinde. Eski alışkanlıkların insanı hayalet gibi takip etmesi deyin siz buna. “Va, Vis et Deviens” isimli bu film bunun hikâyesini anlatıyor bana.
Aşık oluyorsunuz ve sırrınız boğuyor o aşkı. İnsanın ilk önce kırmızı yaratıldığını anlatıyor çocuk filmin bir sahnesinde daha büyük haliyle. Beyaz bir kadının zenci bir adama bağlanması… Başka biri olmanın ezikliğini duyuyor içten içe. Neden daha farklı olmak zorunda bırakılırız? Başka bir ülkeye, başka bir dünyayı bulmak için yolculuk yapıyor. Çocukluğundan beri İbranice mektuplar yazdırıyor yaşlı bir adama. Neden Anne“git, git, yaşa ve ol” dedin diye hesap soruyor. Dünyada yalnız kalmayı göğüslemiş bir kadının içindeki o büyük hasreti düşünemeden.
İçimi yokluyorum bu görüntülerden sonra. Bir kadın bir çadırın önünde yüzündeki peçesinden sadece gözlerindeki yorgunluğu görüyorsunuz. Bekleyen kadınların yüzlerini düşünün. Üzerinizden kargalar uçar. Üzerinizden bulutlar geçer. Yağmura dönüşür içinizdeki o duygu. Yıllarca bir çığlık biriktirmişsinizdir içinizde. Hangi sarp yamaçtan savurursunuz o çığlığı. Bütün dünyanın duyacağı bir çığlık birikti göğsümde bugün.
Her hikaye içinde bir çok ayrıntı barındırabiliyor. Benim gözüm başka ayrıntıları seçiyor. “Le mensonge” isimli o dokunaklı şarkıyı dinlerken defalarca yolcuydum. Çölü görmüştüm. Bağışlanabilir bir hayatımız var mı? Bir kuyunun başında elimizde su kovamızla bekliyoruz. Birazdan öldürmeye gelecekler bizi. İçimizdeki kan oluk oluk akarken toprağa, gözlerimizle gökyüzüne yeniden bakacağız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder