Kül Öykü Gazetesi / Mart 2008
Murat ERGİN
Serkan TÜRK’e soruyor.
M.Ergin: Camlar, bir vitrin gibi, yaşamın da yazanın da yazılanın da hayat bulduğu bir yer. Kitabınız camların büyüsü ile açılıyor. Camlar dış dünyanın, bireyin iç dünyasıyla yüzleştiği yer mi?
S.Türk: Baktığımız değil, bize bakılan yer camlar. ‘Bize bakmak’ istiyordum yazarken. Her birimizin içinden geçtiği sokaklara, ruh hallerine, mevsimlere bakmak... O yüzden Sanki Yarın Issızlık’ı yazarken taşınılan bir sokağı dekor yaptım. Geçmişin her zaman bir şekilde kendini hatırlattığını gözlemliyorum bizim toplumumuzda. En mutlu olduğunuz bir anda birden moraliniz bozulabiliyor. Ani bir gelişme hayatlarımızı değiştirebiliyor. Kaçınızın başına gelebilir yıldırım düşmesiyle ölüm? “Anılar sadece böyle kesik kesik görüntüler olarak anımsatıyorlar kendilerini. Bir yerde elektrik devreleri gibi yanıp kararıyorlar. Ne kadar zorlarsan zorla ilave tek bir kare göremiyorsun.” Diyorum bir öyküde. Bazen yüzleşmek için çaba harcasanız bile bu mümkün olamıyor. Eskiden yaptığınız bir hatanın gelecekte mutsuzluğunuza neden olacağını düşünüyorsunuz. Yaptığınız seçimlerle bir şeyleri değiştirmek elinizde ama o kadar güçlü hissetmiyorsunuz genelde. Kırılmalar gerekiyor toparlanmak için.
M.Ergin: Metinler arası ilişki kurarak yazmak, örneğin Tezer Özlü, Suat Derviş ve Selim İleri’den yola çıkarak metinler kurmak bu kitaptaki öykülerinde rastlanan bir durum. Bu etkileşimi nasıl değerlendiriyorsun?
S.Türk: Suda Ölen Yalı isimli bir öykü yazacaktım diyordu Selim İleri bir yazısında. Onun kırk yıl önce yazmaya başladığı ve bitiremediği öyküyü genç bir yazar olarak yazmam hoşuna gitti umarım. Öykü Marmara’nın zengin yalılarından birinde geçiyor. Yalının eski sakinlerinden bir kadının günümüzün yalısında bir hayalet gibi görünmesiyle başlıyor. Suat Derviş’in Çılgın Gibi romanının izini sürerek yazdım. Yazarların geçmişteki yazarlardan hatta dönemlerindeki başka insanlardan ses almasını doğru buluyorum. Tezer Özlü’ye gelince Türk Edebiyatının gamlı prensesi bende başka duygular uyandırıyor. Ömrü uzun olsaydı edebiyatımızda bu denli bir iz açmış olur muydu diye düşünemeden edemiyorum. Rüzgârlı Tırpan öyküsünde onun izleğinde yapıyoruz yolculuğumuzu. Sanki hepimiz bir çayır serinliğinde oturmuş rüyâlarımızı anlatıyoruz.
M.Ergin: Hayat hepimiz için bir yerlerde hikâyeler hazırlıyor.”diyorsunuz bir öykünüzde. Yaşıyorken unuttuğunuz ama hikâyelerinize ulanan incelikler, yüzler ve yaşayanların gözleri hep geçmişe dönük, gelecek sizi korkutuyor mu?
S.Türk: Bu bilinçli bir seçim değil esasen. Yazmaya başladığınız anın sizi nereye götüreceğini kestiremiyorsunuz. Galiba benim yazı makinem beni geçmişin serin sularına götürüyor ve orada bırakıyor. Kimi zaman yaşlı bir insan, kimi zaman bir çocuk ağlayışı temize çekiyor beni. Üzüntülerin arkasında huzur var çünkü. Gelecek de orada.
M.Ergin: Ölüm, hep bir yarım kalmışlık duygusu uyandırıyor öykülerinizde. Karakterler, yaşıyorken incelikleri görmeden göçüp gidiyor başka boyutlara. Yazan için, kendini temize çekmek, yaraların yeniden yeniden sarılması mı demek geçmiş?
S.Türk: Yaşarken ölü olan ne çok insan var aslında. Benim yazarken öykülerime bulaşan bu insanların gölgeleri. Çevresinde olup biteni göremeyen, doyasıya gülemeyen, başka insanları fark etmeyi başaramayan insanlar zaten ölü olmalı. Diyorum ya Ölüler Tanrı’nın rafında bekliyorlar sonsuz göğü. Nefes alıp vermek her zaman yaşamak mıdır?
M.Ergin: Camlara bakan gözler hep uzaklara gitmeyi kurguluyor. Karakterler önce rüzgârı duyumsuyor ve camlar uzaktan gelen siyah bulutları görüyor. Umudu hep içeriye sığınma da mı bulur yazar? Sizce umut nerede?
S.Türk: Küçük kedi yavrusu kuyruğunu yakalamaya çalışır. Kuyruğunu yakalama çabasıdır mutlu kılan. Kendi parçasını yakalamaya çalıştığını fark edemez. Bizim çoğumuz da bulunduğumuz yerlere sığamıyoruz. Gitsek birçok şeyi çözeceğimizi sanıyoruz. Yalnızlık baktığımız yerde buluyor bizi. Odamızda, sokağımızda, okulumuzda, istasyonda bizimle olan bu rüzgârlı haller. Yola çıkacak olmanın derin sessizliği.
M.Ergin: Wittgenstein ilksel öğrenme dediği, hep içimizde taşıdığımız çocukluğumuzdaki ilk izlekler hâlâ camlar ardında mı yaşanmakta? Birey olmanın acısını yaşayan karakterler sokağa çıkmadıkça çocukluğunu unutmakta mı? Çocukluk sizde yaşanılmış olanların toplamı mı, eksikliklerin yaşanılmayanların listelenmesi mi?
S.Türk: Daha çok Uzak Yaz’da ifade etmeye çalıştığım şeylerdi çocuk duyarlılıkları. Rüzgârlı Camlar ergenliğin ilk günlerindeki yüzler sanki. Sivilcelerinden kurtulmaya çabalayan yüzler duruyor pencerenin ardında ve onların gözlerinde var ediyor kendini öyküler. İlk önce bakarak öğreniyoruz dünyayı. Küçücük odalardan sokağa çıkmayı, kalabalıklara karışmaya heves ediyoruz. Sobaya elini değdirip yakan bir çocuk gibi canımız yanmadıkça anlamıyoruz gerçeği. Hatta canı yandıkça bile gerçeği anlamamakta ısrar ediyor bazılarımız. Sevilmemişlikler, yarım bırakılmamışlar, yeni şeyleri düşlemeyi unutmuş bireylerden nasıl bir gelecek umarız.
M.Ergin: Deniz hep bakılmayı mı bekler? Öykülerinizdeki camlar hep denize açılıyor. Deniz imgesinin sizdeki yeri ne? Uzaklara gitme isteği geçmişin izine bir yolculuk mu?
S.Türk: Bu kitapta bir değişiklik olarak açılışı bir şiirle yaptım. Sahilde kumların arasında bir çocuk yüzü, belirgin hatlar veriyor ortamı anlatan. Deniz kültürü ile yetişmiş kişilerde beklemek bir ayindir. Sessizce durup kıyıda beklersiniz. Ufuk çizgisinin olduğu yere bakarsınız umutla. Uzaklara gitmekten çok, uzaklardan çıkıp gelecek birinin varlığına duyulan inanç. Deniz imgesi esasen yerleşik kalmak isteğidir bende.
M.Ergin: “O Rus oyuncaklarındaki gibi birini açıyorsun, başka biri çıkıyor içinden. Hepsi de anı bunların. Kadın hâlâ adamın yanında. Yanağını cama dayamış. ‘rüzgârlı camlar’ diye mırıldanıyor. Kır kahvesindeki adamın beklerken yaşadığı azalmışlık duygusunu hissediyor.” Diyorsunuz bir öyküde.
S.Türk: Her zaman aynı olamıyor insan. Sürekli bir yenilenme hali. Acıların, sevinçlerin yer değiştirdiği anlar vardır. İçinden çıkılamayacak bir durumda hissederken birden öyle bir mucize olur ki siz bile şaşırırsınız aydınlığa kavuştuğunuz için. Bazen öyküdeki gibi hepimizin başka şeyleri dert edindiğimiz gerçeğini birinin bize fısıldaması lazım… Yalnızlık duygusunun yerleşmesini istemiyorum bu hikâyeye demişim mesela.
M.Ergin: Şal adlı öykünüzde yaşanılmış bir ölümün ötekileştirilip anlatımı var. Çünkü sizin öykülerinizde bir iç içe geçme var. Yazan için bir hikâye nerde başlar nerde biter.
S.Türk: Öykülerimde denemekten hoşlandığım bir şey aslında bu iç içe geçmişlik hali. Hepimizin hayatından diğer hayatlar da görünür. Kiminden az bir görüntü kiminden daha çok. Yaşamın bir yerinden başlamak yeterli. Sokağa çıkan adam görüntüsü mesela bir başlangıç olabilir. Ya da perdeyi çeken bir kadın. Şal’daki gibi temizlik yapan bir kadın gelip oturabilir öykümün orta yerine. İlk kitabımdaki Öldüğümde Ağlamadım adlı öykünün başka bir pencereden görünümü aslında Şal.
M.Ergin: Golgotha adlı öykünüzde kullanılan tepe metaforu Bilge Karasu, Pavese’de sıkça görülen tepe imgesine benzeş. Yazarken kurgulanan ve boşlukta bırakılan okuyucuyla vücut bulan metaforlar okuyucunun yeniden hikâyenizi kurgulaması için mi?
S.Türk: Sadece tepe değil elbette. Bahçe, deniz, balkon, pencere gibi sıklıkla kullandığım imgeler var. Her biri tek başınalık duygusunu gelip yüklüyor insana. Zeytin ağaçları mesela bu kitapta tepe kadar çok çıkıyor karşınıza. Arka fonda belli şeyler var. Tepe, zeytin ağaçları ve yalnızlaşan insanlar. Gökyüzünde bulutlar, parıldayan yıldızlar. Hepsi hikâyenin içeriği kadar sizi meşgul etmiyor aksine rahatlatıyor. Okur olarak siz, geniş bir bahçede hiçbir şeye takılmaksızın yürüyüp gidebiliyorsunuz. En azından benim istediğim dilediğim esas kokuyu alabilmeniz.
M.Ergin: Köstebek, değişme metaforu üzerine kurgulanıyor. Biz değişsek de dünyanın realitesi değişmiyor. Korkular hep diri mi tutulmalı? Bazı şeyleri daha iyi anlamamızı sağlayan korkular mı?
S.Türk: Korkular yalnız bizi içimize saklanmaya itmiyor aksine daha bir diken üzerinde yaşamak zorunda bırakıyor. Toplum olarak küçük yaşlardan itibaren sürekli bir şeylerle korkutularak yetiştiriliyoruz. En küçük hatamızda, diğerleri başımıza üşüşecek, bizi cezalandıracaklar sanarak büyüdük. Üstüne bir de doğanın bizlere yaşattıkları eklenince içinden çıkılmaz bir hal aldı yaşantımız. Köstebek öyküsündeki gibi deprem korkusunu yaşayanlar hayatlarının her anında bir sallantı bekler buluyorlar kendilerini. Korkuların üzerine gitmek ve onları yenmek gerekiyor. Çoğumuzun yapamadığı bu aslında, onu yenmek yerine kaçmayı yeğliyoruz.
M.Ergin: Yaşam, ölümden sonra da insanın geride bıraktıklarıyla devam ediyor. Sesler öykülerde dialoglara dönüşüyor ve geçmişi tekrar ediyor. Kitabınızdaki üç ana bölüm camlar, rüzgârlar ve bulutlar gökyüzü imgesini boşluğa yeniden yazılması gibi ve yaşamakta olanın nihai sonunu mu gösteriyor? Bu özel bir tercih mi? Ölüm bir final mi başlangıç mı?
S.Türk: Başlangıç. Mevsimler birbiri ardına yenileniyor. İnsanlar da öyle, her ölümle yenileniyor ve yaşamın mantığını algılama çabasından vazgeçiyor. Geçip gidenin ardından bakan bir yüze dönüşüyor. Sürekli insan o eski fotoğraflardan bir tat almaya çalışıyor hayat adına.
M.Ergin: İnsan insanın avcısı… Kanıyorum bir taşın dibinde.” Demişsiniz İki Kısa Gece’de. Bu kadar hayatın içinde ve o kadar da dışında kahramanlarınız.
S.Türk: İki kısa gece, kitabın en sarsıcı aşk öyküsü. Yüreğini ele geçirilen ve sonra öylece bir köşede yalnız bırakılan birinin, gidenin ardından duyduğu inanç kaybı. İnsanlara güven duygusunu yitirdiğinizde daha çok hayatın dışında kalıyorsunuz. Sevdikçe sokaklarda koşup terleyen çocuklar görüyor insan. Pencereden sarkıp birbirlerine olup biteni anlatıyor mahalleli kadınlar. İnsan insanın avcısı olmaya görsün kararıyor dünyalar. Bir çiçeğin defter arasındaki kuruyuşu, hâlâ içinde bir yerlerde var olan umudun göstergesi olamaz mı?
M.Ergin: Okuyanın, içini yer yer üşüten rüzgârın söylediklerini duyurduğunuz bu kitap ve söyleşi için çok teşekkür ederim.
S.Türk: Ben teşekkür ediyorum bu içten ve zarif soruların için.
Murat ERGİN
Serkan TÜRK’e soruyor.
M.Ergin: Camlar, bir vitrin gibi, yaşamın da yazanın da yazılanın da hayat bulduğu bir yer. Kitabınız camların büyüsü ile açılıyor. Camlar dış dünyanın, bireyin iç dünyasıyla yüzleştiği yer mi?
S.Türk: Baktığımız değil, bize bakılan yer camlar. ‘Bize bakmak’ istiyordum yazarken. Her birimizin içinden geçtiği sokaklara, ruh hallerine, mevsimlere bakmak... O yüzden Sanki Yarın Issızlık’ı yazarken taşınılan bir sokağı dekor yaptım. Geçmişin her zaman bir şekilde kendini hatırlattığını gözlemliyorum bizim toplumumuzda. En mutlu olduğunuz bir anda birden moraliniz bozulabiliyor. Ani bir gelişme hayatlarımızı değiştirebiliyor. Kaçınızın başına gelebilir yıldırım düşmesiyle ölüm? “Anılar sadece böyle kesik kesik görüntüler olarak anımsatıyorlar kendilerini. Bir yerde elektrik devreleri gibi yanıp kararıyorlar. Ne kadar zorlarsan zorla ilave tek bir kare göremiyorsun.” Diyorum bir öyküde. Bazen yüzleşmek için çaba harcasanız bile bu mümkün olamıyor. Eskiden yaptığınız bir hatanın gelecekte mutsuzluğunuza neden olacağını düşünüyorsunuz. Yaptığınız seçimlerle bir şeyleri değiştirmek elinizde ama o kadar güçlü hissetmiyorsunuz genelde. Kırılmalar gerekiyor toparlanmak için.
M.Ergin: Metinler arası ilişki kurarak yazmak, örneğin Tezer Özlü, Suat Derviş ve Selim İleri’den yola çıkarak metinler kurmak bu kitaptaki öykülerinde rastlanan bir durum. Bu etkileşimi nasıl değerlendiriyorsun?
S.Türk: Suda Ölen Yalı isimli bir öykü yazacaktım diyordu Selim İleri bir yazısında. Onun kırk yıl önce yazmaya başladığı ve bitiremediği öyküyü genç bir yazar olarak yazmam hoşuna gitti umarım. Öykü Marmara’nın zengin yalılarından birinde geçiyor. Yalının eski sakinlerinden bir kadının günümüzün yalısında bir hayalet gibi görünmesiyle başlıyor. Suat Derviş’in Çılgın Gibi romanının izini sürerek yazdım. Yazarların geçmişteki yazarlardan hatta dönemlerindeki başka insanlardan ses almasını doğru buluyorum. Tezer Özlü’ye gelince Türk Edebiyatının gamlı prensesi bende başka duygular uyandırıyor. Ömrü uzun olsaydı edebiyatımızda bu denli bir iz açmış olur muydu diye düşünemeden edemiyorum. Rüzgârlı Tırpan öyküsünde onun izleğinde yapıyoruz yolculuğumuzu. Sanki hepimiz bir çayır serinliğinde oturmuş rüyâlarımızı anlatıyoruz.
M.Ergin: Hayat hepimiz için bir yerlerde hikâyeler hazırlıyor.”diyorsunuz bir öykünüzde. Yaşıyorken unuttuğunuz ama hikâyelerinize ulanan incelikler, yüzler ve yaşayanların gözleri hep geçmişe dönük, gelecek sizi korkutuyor mu?
S.Türk: Bu bilinçli bir seçim değil esasen. Yazmaya başladığınız anın sizi nereye götüreceğini kestiremiyorsunuz. Galiba benim yazı makinem beni geçmişin serin sularına götürüyor ve orada bırakıyor. Kimi zaman yaşlı bir insan, kimi zaman bir çocuk ağlayışı temize çekiyor beni. Üzüntülerin arkasında huzur var çünkü. Gelecek de orada.
M.Ergin: Ölüm, hep bir yarım kalmışlık duygusu uyandırıyor öykülerinizde. Karakterler, yaşıyorken incelikleri görmeden göçüp gidiyor başka boyutlara. Yazan için, kendini temize çekmek, yaraların yeniden yeniden sarılması mı demek geçmiş?
S.Türk: Yaşarken ölü olan ne çok insan var aslında. Benim yazarken öykülerime bulaşan bu insanların gölgeleri. Çevresinde olup biteni göremeyen, doyasıya gülemeyen, başka insanları fark etmeyi başaramayan insanlar zaten ölü olmalı. Diyorum ya Ölüler Tanrı’nın rafında bekliyorlar sonsuz göğü. Nefes alıp vermek her zaman yaşamak mıdır?
M.Ergin: Camlara bakan gözler hep uzaklara gitmeyi kurguluyor. Karakterler önce rüzgârı duyumsuyor ve camlar uzaktan gelen siyah bulutları görüyor. Umudu hep içeriye sığınma da mı bulur yazar? Sizce umut nerede?
S.Türk: Küçük kedi yavrusu kuyruğunu yakalamaya çalışır. Kuyruğunu yakalama çabasıdır mutlu kılan. Kendi parçasını yakalamaya çalıştığını fark edemez. Bizim çoğumuz da bulunduğumuz yerlere sığamıyoruz. Gitsek birçok şeyi çözeceğimizi sanıyoruz. Yalnızlık baktığımız yerde buluyor bizi. Odamızda, sokağımızda, okulumuzda, istasyonda bizimle olan bu rüzgârlı haller. Yola çıkacak olmanın derin sessizliği.
M.Ergin: Wittgenstein ilksel öğrenme dediği, hep içimizde taşıdığımız çocukluğumuzdaki ilk izlekler hâlâ camlar ardında mı yaşanmakta? Birey olmanın acısını yaşayan karakterler sokağa çıkmadıkça çocukluğunu unutmakta mı? Çocukluk sizde yaşanılmış olanların toplamı mı, eksikliklerin yaşanılmayanların listelenmesi mi?
S.Türk: Daha çok Uzak Yaz’da ifade etmeye çalıştığım şeylerdi çocuk duyarlılıkları. Rüzgârlı Camlar ergenliğin ilk günlerindeki yüzler sanki. Sivilcelerinden kurtulmaya çabalayan yüzler duruyor pencerenin ardında ve onların gözlerinde var ediyor kendini öyküler. İlk önce bakarak öğreniyoruz dünyayı. Küçücük odalardan sokağa çıkmayı, kalabalıklara karışmaya heves ediyoruz. Sobaya elini değdirip yakan bir çocuk gibi canımız yanmadıkça anlamıyoruz gerçeği. Hatta canı yandıkça bile gerçeği anlamamakta ısrar ediyor bazılarımız. Sevilmemişlikler, yarım bırakılmamışlar, yeni şeyleri düşlemeyi unutmuş bireylerden nasıl bir gelecek umarız.
M.Ergin: Deniz hep bakılmayı mı bekler? Öykülerinizdeki camlar hep denize açılıyor. Deniz imgesinin sizdeki yeri ne? Uzaklara gitme isteği geçmişin izine bir yolculuk mu?
S.Türk: Bu kitapta bir değişiklik olarak açılışı bir şiirle yaptım. Sahilde kumların arasında bir çocuk yüzü, belirgin hatlar veriyor ortamı anlatan. Deniz kültürü ile yetişmiş kişilerde beklemek bir ayindir. Sessizce durup kıyıda beklersiniz. Ufuk çizgisinin olduğu yere bakarsınız umutla. Uzaklara gitmekten çok, uzaklardan çıkıp gelecek birinin varlığına duyulan inanç. Deniz imgesi esasen yerleşik kalmak isteğidir bende.
M.Ergin: “O Rus oyuncaklarındaki gibi birini açıyorsun, başka biri çıkıyor içinden. Hepsi de anı bunların. Kadın hâlâ adamın yanında. Yanağını cama dayamış. ‘rüzgârlı camlar’ diye mırıldanıyor. Kır kahvesindeki adamın beklerken yaşadığı azalmışlık duygusunu hissediyor.” Diyorsunuz bir öyküde.
S.Türk: Her zaman aynı olamıyor insan. Sürekli bir yenilenme hali. Acıların, sevinçlerin yer değiştirdiği anlar vardır. İçinden çıkılamayacak bir durumda hissederken birden öyle bir mucize olur ki siz bile şaşırırsınız aydınlığa kavuştuğunuz için. Bazen öyküdeki gibi hepimizin başka şeyleri dert edindiğimiz gerçeğini birinin bize fısıldaması lazım… Yalnızlık duygusunun yerleşmesini istemiyorum bu hikâyeye demişim mesela.
M.Ergin: Şal adlı öykünüzde yaşanılmış bir ölümün ötekileştirilip anlatımı var. Çünkü sizin öykülerinizde bir iç içe geçme var. Yazan için bir hikâye nerde başlar nerde biter.
S.Türk: Öykülerimde denemekten hoşlandığım bir şey aslında bu iç içe geçmişlik hali. Hepimizin hayatından diğer hayatlar da görünür. Kiminden az bir görüntü kiminden daha çok. Yaşamın bir yerinden başlamak yeterli. Sokağa çıkan adam görüntüsü mesela bir başlangıç olabilir. Ya da perdeyi çeken bir kadın. Şal’daki gibi temizlik yapan bir kadın gelip oturabilir öykümün orta yerine. İlk kitabımdaki Öldüğümde Ağlamadım adlı öykünün başka bir pencereden görünümü aslında Şal.
M.Ergin: Golgotha adlı öykünüzde kullanılan tepe metaforu Bilge Karasu, Pavese’de sıkça görülen tepe imgesine benzeş. Yazarken kurgulanan ve boşlukta bırakılan okuyucuyla vücut bulan metaforlar okuyucunun yeniden hikâyenizi kurgulaması için mi?
S.Türk: Sadece tepe değil elbette. Bahçe, deniz, balkon, pencere gibi sıklıkla kullandığım imgeler var. Her biri tek başınalık duygusunu gelip yüklüyor insana. Zeytin ağaçları mesela bu kitapta tepe kadar çok çıkıyor karşınıza. Arka fonda belli şeyler var. Tepe, zeytin ağaçları ve yalnızlaşan insanlar. Gökyüzünde bulutlar, parıldayan yıldızlar. Hepsi hikâyenin içeriği kadar sizi meşgul etmiyor aksine rahatlatıyor. Okur olarak siz, geniş bir bahçede hiçbir şeye takılmaksızın yürüyüp gidebiliyorsunuz. En azından benim istediğim dilediğim esas kokuyu alabilmeniz.
M.Ergin: Köstebek, değişme metaforu üzerine kurgulanıyor. Biz değişsek de dünyanın realitesi değişmiyor. Korkular hep diri mi tutulmalı? Bazı şeyleri daha iyi anlamamızı sağlayan korkular mı?
S.Türk: Korkular yalnız bizi içimize saklanmaya itmiyor aksine daha bir diken üzerinde yaşamak zorunda bırakıyor. Toplum olarak küçük yaşlardan itibaren sürekli bir şeylerle korkutularak yetiştiriliyoruz. En küçük hatamızda, diğerleri başımıza üşüşecek, bizi cezalandıracaklar sanarak büyüdük. Üstüne bir de doğanın bizlere yaşattıkları eklenince içinden çıkılmaz bir hal aldı yaşantımız. Köstebek öyküsündeki gibi deprem korkusunu yaşayanlar hayatlarının her anında bir sallantı bekler buluyorlar kendilerini. Korkuların üzerine gitmek ve onları yenmek gerekiyor. Çoğumuzun yapamadığı bu aslında, onu yenmek yerine kaçmayı yeğliyoruz.
M.Ergin: Yaşam, ölümden sonra da insanın geride bıraktıklarıyla devam ediyor. Sesler öykülerde dialoglara dönüşüyor ve geçmişi tekrar ediyor. Kitabınızdaki üç ana bölüm camlar, rüzgârlar ve bulutlar gökyüzü imgesini boşluğa yeniden yazılması gibi ve yaşamakta olanın nihai sonunu mu gösteriyor? Bu özel bir tercih mi? Ölüm bir final mi başlangıç mı?
S.Türk: Başlangıç. Mevsimler birbiri ardına yenileniyor. İnsanlar da öyle, her ölümle yenileniyor ve yaşamın mantığını algılama çabasından vazgeçiyor. Geçip gidenin ardından bakan bir yüze dönüşüyor. Sürekli insan o eski fotoğraflardan bir tat almaya çalışıyor hayat adına.
M.Ergin: İnsan insanın avcısı… Kanıyorum bir taşın dibinde.” Demişsiniz İki Kısa Gece’de. Bu kadar hayatın içinde ve o kadar da dışında kahramanlarınız.
S.Türk: İki kısa gece, kitabın en sarsıcı aşk öyküsü. Yüreğini ele geçirilen ve sonra öylece bir köşede yalnız bırakılan birinin, gidenin ardından duyduğu inanç kaybı. İnsanlara güven duygusunu yitirdiğinizde daha çok hayatın dışında kalıyorsunuz. Sevdikçe sokaklarda koşup terleyen çocuklar görüyor insan. Pencereden sarkıp birbirlerine olup biteni anlatıyor mahalleli kadınlar. İnsan insanın avcısı olmaya görsün kararıyor dünyalar. Bir çiçeğin defter arasındaki kuruyuşu, hâlâ içinde bir yerlerde var olan umudun göstergesi olamaz mı?
M.Ergin: Okuyanın, içini yer yer üşüten rüzgârın söylediklerini duyurduğunuz bu kitap ve söyleşi için çok teşekkür ederim.
S.Türk: Ben teşekkür ediyorum bu içten ve zarif soruların için.