UZAK YAZ YENİDEN RAFLARDA..
Serkan Türk’ün 6 yıl önce yayınlanan ilk öykü kitabı Uzak Yaz yeniden okurla buluşuyor. Dedalus Kitap etiketi ile yayınlanan kitap yazarın 20’li yaşlarında yazdığı on yedi öyküden oluşuyor.
Ercan YILMAZ Serkan TÜRK’e soruyor.
• Sevgili Serkan, Necatigil’in tavsiyesine uymuşsun; -‘hüznün keyfini sür’üyor gibisin…
Hüzünlü olmanın, hüznü yaşıyor olmanın rahatlatıcı bir yanı var. Kendimi daha rahat hissediyorum. İçimdeki insanın ben’imi rahatsız etmesine dayanmayı deniyorum. Dayanmayı başardığım sürece içimdeki tüm yerlerimi görebileceğim.
• Uzak Yaz’da, Dünya’yı değiştirmek isteyen değil, sadece ‘temâşâ’ eyleyen bir yazar var. Bu ‘temâşâ’, seni yer yer metafizik-olan’a doğru da sürüklüyor sanki.. Ama Nâilî gibi ‘âlemin mest eden nakışlarını’ ‘bir özge temâşâ’ ile geçmiyor, sanki o ‘temâşâ’ esnasında eriyip gidiyorsun…
Birer pencere var önümüzde. Kimi otobüsün, kimi trenin, kimi bir lokantanın camından dışarıyı seyrederken, dokunulmak istenen sayısız görüntünün içinden bazılarına seyirci kalıyoruz. Bir bekleme zamanından geçiyoruz. Senin dediğin gibi belki zamanın ara odalarında soluklanıyoruz. Her bir öykü kendi zamanından çıkıveriyor. Kimi gün gökten, kimi gün geçmişten alacaklı olma durumu bu.
• Uzak Yaz’da dikkati çeken bir diğer nokta da, birçok öyküne epigraflarla başlaman. Alıntı yaptığın Haydar Ergülen, Hilmi Yavuz, Cemil Meriç, Can Yücel, Oruç Aruoba, Edip Cansever, Çiğdem Sezer, Behçet Aysan ve Hamit Macit gibi şair ve yazarlarla nasıl bir akrabalığın söz konusu? Ayrıca bu isimlerden Cemil Meriç hariç diğerlerinin şair oluşu genellikle şairlerden beslendiğin anlamına mı geliyor biraz da?
Yazarlardan çok şairlerden beslendiğim doğru. Bir dizenin sizi alıp götürdüğü yer bir öyküye sığamayacak kadar geniş olabiliyor. Şairlerim, sözcükleri paylaştığım akrabalarım hepsi. Ruh akrabalığımız yıllardır sürüyor. Büyükbabam sigarası için ‘tek arkadaşım’ derdi. Hiçbir şair yüzüstü bırakmadı beni.
• Hemen her öykünde birtakım kelimeler var ki, senin için özel bir anlamı olmalı bu kelimelerin. Bahçe gibi, ağaç gibi, bavul, hüzün, balkon, sardunyalar gibi.. Ne ifade ediyor bütün bunlar senin için?
Bahçe başlı başına benim için önemli bir hazine. Latife Tekin’in Unutma Bahçesi isimli romanı yayımlandığında bu adı kullanmasına ne çok kızgınlık duydum bilemezsin. Bana ait bir isimmiş gibi sahiplenmiştim bahçeyi. Diğer söylediğin kelimeler de sardunya, balkon, hüzün ben’imin toplamı gibi. Gökyüzüm hepsi.
• Yer yer Sait Faik’i andıran bir tarzın var.. Öykülerinin çoğunda olay, zaman ve mekân sanki silinip gitmiş ya da erimiş gibi..
Olayların zamanlarını bir öğle sonrası, akşamüzeri veya sabahın erken saatleri diye belirtmiş olsam da bunun bir önemi yok aslında. Neyin ne zaman olduğundan çok içimdeki yansısın istiyorum sözcüklerle. Söylemek istediğim, üzerinde durduğum şeyi anlatmak derdindeyim. Sait Faik gibi güçlü bir kalemin yolunda ilerlemek isterim. Ama yazdıklarımın şu ya da bu kişiye benzerliği üzerine kafa yormadım.
‘Hatırlama’ ile ‘unutuş’ arasında kurulmuş bir kitap Uzak Yaz; sanki Zaman’a geri kalıyor; Dil için hep ileri gidiyor…
İnsan, zaman geçerken kendi ile bir hesaplaşmak zorunda kalıyor. Eğer kendine bir yerden durup rahat bakamıyorsa, yaşamını hep bir organdan noksanmış gibi tamamlamak zorunda kalacaktır. Yer yer hatırladıklarımızı unutmaya çabaladıklarımız ile değiş tokuş ettiğimizin kanısındayım. O arada bir yerde Uzak Yaz duruyor.
• Ve şiir… Birçok öyküde dizelere rastlamamız bir tesadüf olmasa gerek…
Aslında şiiri ben’ime yazmaya başlayalı yirmi yıl oldu. İlk önce onlarca defter doldurup şiir yazıyorum sandım. Sonra şiir’in kıyısına kadar gelip öykü’de karar kıldım. Her bir öyküme düşmüş birkaç dal parçası varsa bundan olsa gerek.
• Sevgili Serkan, bu kadar ‘kırılgan’ olmak; -bu, öykülerin için bir tehlike oluşturmuyor mu? Zira kimi yerlerde Duygu Dil’in önüne geçiyor!
İkisi neden ayrı olsun? Dil kendi kurgusunda naif öyküler yazdırıyorsa önüne geçmek istemiyorum. Okuyucu kötü olmuş diyebilir. Ben onların değil kendimi yazmanın derdindeyim. Her okur kendi öyküsünü okumak için sayfaları çevirse bile benim öyküm onlara yenilerini hatırlatacak.
• Öykülerde hep bir ayrılık-veda, kıyıda durma-içe kapanıklık, gözyaşı-hüzün, sahip olamama-umut var.. Bilinçli bir kurgu mu bu, yoksa ‘her şey olayların normal akışına dahil’ mi?
Bir sabah uyandığınızda perdeyi çektiğinizde karşı dairenizin boş olduğunu görüyorsunuz. Hiç konuşmadığınız hatta selamlaşmadığınız insanlardan bahsediyorum. Orada olmaları size güven veriyordur aslında. Oturup kederleniyorsunuz okuduğunuz bir haberden sonra. Düğünlerdeki veda sahneleri de çok sarsıcı bir görüntüdür benim için. Mutlu bir şeyin içine gözyaşı sızabiliyor. Tam göğsünde büyütürken hayalleri o uzaklarda yaşamayı göze alıp gidebiliyor. Sonra siz bir eşyanın durduğu yerden içinize baktığını düşünürsünüz. Orada yaşayıp giderken sorunsuzluk ırmağının yanı başında kâğıt gemilerde yüzdürülür.
• Nereye ya da kime düşüyor Uzak Yaz’ın gölgesi?
Kitapta olmayan bir metinde şöyle diyor hikâye kişisi, biri gelip gölgesi ile huzursuz edecek beni diye çok korkuyorum. Bazen tetikte beklersiniz. Hayat ani olaylarla allak bullak ederken içinizi de karşısına dikilip hesap soramazsınız. Yeniden kurarsınız, dağılan parçaları bir araya getirmeyi denersiniz. Elbette uzak yaz’da gölgeler hayatlarımız üzerine düşüyor. Eski evlerde özellikle duvarlarda üzeri örtülü fotoğraflar vardır. Dönüp bakmayı içimizden geçirsek de tedirgin oluruz. Geçip giden ruhlar bize gözleri ile oradan bakıyor sanırız. O yüzden daha çok o fotoğraflarda kalanlara düşüyor benim öykü kahramanlarımın gölgeleri.
• Yıllardır radyoculuk yapan biri olarak, bir şekilde tinsel diyebileceğim bir bağ kurduğun insanlarla ya da dünyayla, kitabın oluşumu arasında ilginç ve gizemli bir bağ var sanırım.
Bazı öykülerin bu paylaşım dilimlerindeki izleklerden sonra veya o an yazılmaya başladığına şahit oldum çoğu kez. Birilerine bir şeyler anlatırken aslında kendimle yüksek sesle konuşurken yazdımdı çoğunu. Kelimelerin sihri onlarla birlikte olduğum zamanlarda anlattıklarımdan yola çıkarak yaşadıklarına yansıdığını gördüğümde bu bağın ne kadar güçlü olduğunu anlayabiliyorum.
• Son dönemdeki genç şair ve yazarların çoğunun eserlerin de varoluş çırpınmaları görüyoruz; hiçlik, hoşnutsuzluk, kaos, bunaltı, bulantı gibi… Uzak Yaz, bu durumun uzağında bir kitap. Acının ve hüznün dinginliği, deyiş yerindeyse huzurunun, güz güneşinin sırtımızı ısıttığı gibi içimizi ısıttığı bir kitap Uzak Yaz…
Acım benimdir. Atmaya kıyamadığım tüm eşyalar gibi bir çekmecede zaman zaman açılıp kurcalamaktan bir çeşit haz alıyor olmalıyım. Bak diyorum bunun üstesinden gelmişsin, bunu da aşınca iyi hissedeceğin zamanlar gelecek. Acı ve hüzünle kendimi terapi seanslarına sokuyorum. Bir dönem okuduğum kitaplardaki bu tür cümleleri daha huzurlu okuyabiliyorum. Hani bildik hikâyedir oğlunu kaybeden bir anne içindeki acıyı dindiremez ve kapı kapı dolaşır. Çarenin hardal tohumu olduğunu söyleyen bir bilgeyi dinler ve şehir şehir o hardal tohumunu aramak için insanlarla tanışır, acılarını dinler. Ve zamanla acısı azalır gider. Hoşnutsuzluğumu çok geride bırakmış olmalıyım ben de çok insan dinledim.
• Kitabın ilk öyküsü, ‘iki yüzlü arzuhalci’, ‘birkaç gün sonra bir boşluğa bakar buldular yüzümü’ cümlesiyle bitiyor. ‘iki yüzlü arzuhalci’, hep boşluğa mı bakıyor senin gözlerinle ya da senin gözlerinde? Belki de kahraman (iki yüzlü arzuhalci), yazar (Serkan Türk)ın gözlerinde var ediyor kendini.
O öyküyü yazdığım yağmurlu bir akşamdı. Ve boş gözlerle baktığımız hayatın aslında bir boşluğa bakar buldular yüzümü dedirtecek noktaya gelmesini kabul etmiyordum. Bir tür başkaldırıydı. ‘Oysa gidecek bir yer vardı ve sakladın benden’ der öykü kahramanı. Gidilen yer ölümün soğuk bahçesiydi. Oraya dikmiş gözlerini boşluğa bakarken, bir hayat akıyordur sokakta. Kaldırımda ellerine nefesini üfleyip ısınmaya çalışan insanların varlığını doldurmaya çalışıyordur gözlerine.
• Neden ‘bahçe’ metaforu Serkan? Mazi ile geleceği lehimliyor sanki senin öykülerinde ‘bahçe’. Ve Dıranas’ı dizesini biraz değiştirerek söylersem, ‘bir hüzün çığlığı içinde bahçeler’ bunlar.
Biz bahçelerde büyüdük. Bizi bir bahçe büyüttü demeliyim. Her kıyısında bir ağaç gölgesi düştü üzerimize. Kimi zaman o dallara uzandık küçük ellerimizle. Kimi zaman saklandık gölgesinde. Her çocuğun bir bahçesi ve ağacı olduğuna inanırdım eskiden. Şimdiki zamanda apartman dairelerinde yetişen çocukların balkonlarında iki saksı bile göremediğini düşündükçe o yıllardan çok söz açışım normal değil mi? İnsanlar özlediklerini anlatmaz mı hep?
• Küçük mahalleler, dar sokaklar, bahçeli evler… Mekân ve insan üzerine yoğunlaşıyor senin anlatın.. Bu kadar ‘hayat’ın içinde olmak neden?
O beyaz badanalı evlerde büyütünce insanlarımı, dar sokakları, bahçeli evleri, limon çiçeklerini göremeden yapamıyorsunuz. Bir yerlerde bekliyor o insanlar. Rüzgârın esip geçtiği avluları, su döküp dönecekleri bekleyen kadınları, çocukları anlatmak bir tercih meselesi olabilir.
• ‘işaretlere inanırdım eskiden beri’ diye bir cümle var ‘iyimser diyaliz merkezi’ başlıklı öykünde. Her şeye işaretmiş gibi bakan ve her şeye bilgece tahammül eden bir kalp ile yazılmış öyküler bunlar; -bir anlamda, çocukluk ile bilgelik’in kaynaşmasından doğan… Ne dersin?
Uzak Yaz’daki o çocuk eskiden beri işaretlere inanarak büyümüş. Gökyüzünü hesabından çıkarmadan bir bulut hareketine, bir kuş uçuşuna, bir yaprak kıpırtısına anlamlar yüklemiş ve öylece büyümüş zamanın beşiğinde. Belki yaşadığı koşulların etkisi ile yaşından büyük davranmak zorunda kalmış. Ve zamanın tüm önüne koyduğu acı tatları kabullenmesini bilmiş.
• ‘yel değirmeni ve vişne ağacı’ öykünü Çehov’un ‘Vişne Bahçesi’nin mütevekkil ve âsûde hüzün ırmağı besliyor mu dersin?
Çehov vişne bahçesini ölümüne yakın bir dönemde yazdı. Benim anlattığım öyküdeyse, ölümüne yakın bir dönemde bir yel değirmenini ve sahibinin birlikte yaşlanmasını konu ediyorum. Hüzünlü bir öyküdür. Bir yerde yıllarca dururken sizi etkileyen en önemli olayın ne olduğunu düşünün. Gencecik bir vişne ağacının köklerinden sökülmesi elbette çok hazindir. Ömrümüz gencecik fidanların köklerinden söküldüğüne ses çıkarmadan geçiyor belki. Birimiz o dalların kırılmasına kızıyoruz ve buduyoruz dallarını bir sabah. Hangisi vahşice olanı?
• ‘öldüğümde ağlamadım’ çok hazin, çok derin ve çok zarif bir ifade. Bütün kitabı özetliyor gibi…
Öldüğümde ağlamadım adlı öykümde bir kadının en güven duyduğu anda sevdiği adam tarafından boğularak öldürülmesi konu ediliyor. Bir ölünün dilinden yarım kalmış bir şarkının söylenmesi. Kulağın duyduğu, gözün gördüğü yerlerdeki boşlukları anlatmak derdindeyim. Bir an için huzur duydunuzsa gönlünüz rahat bütün sonlara hazırlanıyorsunuz. Kederlerimi bu yüzden severim.
• Ve Ölüm; o ‘herkesin ekmeği’ olan ve ‘meyvenin çekirdeğini taşıması gibi içimizde taşıdığımız’ ölüm! Uzak Yaz, biraz da ‘ölüm’ü mü imliyor ya da ‘ölüm’ün imlediği bir kitap mı ‘Uzak Yaz’?
Ölümün sokaktaki bir tabela gibi her an karşımıza çıkabileceğini şüphesiz biliyoruz. Her öyküde birden karşınıza çıkıyor ölüm. Çıplak ve tek hissediyorsunuz. Zamanın sararttığı tüm fotoğraflar eski yazlarda kaldı.
• Öykülerini yazıp bitirdikten sonra, onları mürekkepleri kurusun diye rüzgâra mı bıraktın sevgili Serkan?
Belirgin bir süreçte karaladıklarınız defter sayfalarında bir süre kalırken bazıları acele ile fatura dekontunun arkasına yazılmış oluyor. Bir kitabın içinde de duruyor bazı cümleler. Ve zamanı gelince yeniden kendini yaşanılır kılıyor.
• Uzak Yaz da Selim İleri tesiri var mı dersin?
Selim İleri en sevdiğim yazarlardan biridir. Onun Cumartesi Yalnızlığı’na benziyor benim Uzak Yaz’daki kalanlarım. Hep bir beklenti içinde olan insanlar. Bir tıkırtıya bir mektuba ölesiye ihtiyaç duyan insanlar. Hepimiz ortak kaderleri yaşıyoruz. Elbette tesiri vardır. Yaşasın kapı dürbünlerinden bakan yaşlı kadınlar.
• Ve çok özel bir soru: Neden incir ağaçları?
İçten içe kuruyan bir ağaçtır incir. Biz erkekler olarak derdimizi kederimizi rahatlıkla ifade edemeyen insanlar olarak yetiştiriliyoruz Türk toplumunda. Daha çekingen, daha içe dönük. Ve durup dururken kuruyoruz genç yaşlarımızda. Elma ağacı olmayı başkalarına bırakıyorum. Diyorum ya: ‘hayat ağaç olma hakkını vermez bize, kimine düşen bir ağacın gölgesinde dinlenmek.’
• Okuyanın, kalbini rüzgârın ve bahçenin harfleriyle yeniden yazacağı bu kitap için çok teşekkürler Serkan Türk kardeşim…
Ben teşekkür ediyorum zarif soruların için.
Kül Öykü Gazetesinde Yayınlandı.
29 Mart 2012 Perşembe
10 Mart 2012 Cumartesi
Göç ve Edebiyat Paneli-19 Mart Trabzon Sanatevi
Ada Dergisi ve Freitext'in hazırladığı programda Sofia Hamaz, Deniz Utlu, Mutlu Ergün, Menekşe Toprak, Ayşe Keskin, Kenan Sarıalioğlu ve Serkan Türk'ün katılacağı panelde göç ve edebiyat başlığı altında edebiyata coğrafyanın katkısı konuşulacak.
AB Bilgi Bürosu ve Trabzon Sanat Evinin katkı verdiği programa Alman Edebiyatında ürün veren genç yazarlarla Türk Edebiyatına katkı vermeyi sürdüren Ada Dergisi yazarları katılıyor.
Aşmak adlı proje geçtiğimiz yıl TANDEM kapsamında 40 yaş altı edebiyatçıların farklı dillere çevrilmesi,yayınlanması ve ortak dinletiler yapması konusunda tarafları bir araya getirmişti. Proje Berlin ve Trabzon'da çıkan dergilerin karşılıklı çeviri metinlerine yer verilmesiyle devam ediyor.
TRABZON SANATEVİ'NDE 19 MART 2012 SAAT:17:00-20:00 ARASINDA..
2 Mart 2012 Cuma
Farklı bir boyuttan bakışın adı: “Uzak Yaz”
Kış mevsimi geldi de geçiyor. Doğrusu, sadece üşüdüğümde anlıyorum bu güzel ve sakin mevsimin içinde olduğumuzu. Bir de içimde, adı belli bir sızının sesi yükseldiğinde.
Ne dersen de, neyi savunursan savun, zamana hakim değilsin işte, diyor. Zaman sana hakim. En küçük, en zahmetsiz isteğini bile gönlünce gerçekleştiremiyorsun…
Diyor da diyor... Kitaplarla, uzun boylu baş başa kalabilmek isteğinden bahsediyor boyuna. Kışın bu fırsatı bulamazsak, daha ne zaman buluruz? Hangi mevsimde?
***
Trabzonlu genç yazarlarımızdan Serkan Türk’ün “Uzak Yaz” adlı öykü kitabını, aylar öncesinden okumuştum. O günlerde, kitapla ilgili yazmaya da niyetlenmiştim. Fakat ardı gelmez sorumluluk ve zorunluluklar yüzünden, taa bugüne erteledim yazıyı.
Kendime ceza, yo aslında ödül, olsun diye, bu aralar bir kere daha okudum kitabı. İyi de oldu; kitap hakkındaki görüşlerimi tazelemiş oldum.
Bazı kitaplar, yazılar vardır. Söylenecekler yazar tarafından dile getirildiği için size fazla bir şey düşmez. Söylenenlere ekleyecekleriniz, bir şeylerin ahengini bozmak anlamına gelebilir. O tür bir kaygıdan dolayı da susarsınız.
Her şey, o kadarıyla da sınırlı değildir. Yazarın duyarlılıklarını keşfedip, işaret ettiği ayrıntılarda gezinerek de sizinkileri çoğaltabilmeniz mümkün. Kafanızda oluşan birtakım sorulara yanıt bulmanızı da sağlar uzayıp giden satırlar.
Hatta içinizde hapsolup kalmış sözcüklerinizi, dilinizin ucundakileri harekete geçirir. İçinizde nicedir adlandırılamamış duygu ve düşünce karmaşasına, sonunda bir ad koymanıza da katkıda bulunur. Kitap okumanızdaki asıl amacı unutturmayıp duyumsatır size.
Uzak Yaz, işte o incelikli kitaplardan biri. İçsel, şiirsel bir anlatım söz konusu her öyküde. Ele aldığı konulardan, ya da satır arkası cümlelerinden yola çıkarak, faklı bir boyutta yaşadığını sezinlediğiniz yazarın dünyasında gezinirken, sonsuz bir keyif duyuyorsunuz.
Sizi götürdüğü yerler, öyküleme yetisi mi ön planda? Tanıştırdığı yeni insanlar ya da onların ekonomik, sosyal ya da kültürel şartları mı? Hayır! Daha çok da anlatımdaki şiirsellik ve akıcılık çekiyor ilginizi. Şairlere taş çıkartırcasına sıralanan o çarpıcı imgeler.
Bir öykücü için iyiye mi, yoksa kötüye mi işarettir bütün bunlar, varın siz karar verin.
***
Kül Sanat yayınlarından çıkan Uzak Yaz’daki öykülerin salt adları bile ilginizi çekmeye yetiyor:
iki yüzlü arzuhalci, iyimser diyaliz merkezi, bendeki ömür ikimize yetse, yel değirmeni ve vişne ağacı, öldüğümde ağlamadım, ah biriktiren kumbaradır kalbim, çizgili ölüm, uzak yaz, mahallenin en mutlu ağacısın, ilkel ağrı…
Bu ilginç başlıkların ardındaki satırlarsa kesinlikle yanıltmıyor sizi. Başlığın gölgesinde kalmayıp, aynı güzellikte devam ediyor. Türü belirlenmiş bir kitabın adını, okuma esnasında yeniden koyuyorsunuz. Deneysel metin, öykü ya da şiir.
Serkan’ın kitabına sadece öykü demek, eksik bir adlandırma gibi geldi bana. Şu üç türden birine,“deneme”ye daha yakın buldum kitabı. Biliyorum, rast gele seçtiğim şu satırlardan –ki her satırı, her paragrafı buna benzer güzellikte- yola çıkarak, şiire daha yakın bulacaksınız.
“…göğsümde bir ağrı. unutmak istemiyorum seni. bir kez seslenseydin arkamdan, sokağa çıkarken, ‘bir kağıt helva da bana getir,’ deseydin. gözlerin hep ıslak bulut. yetseydi bendeki ömür ikimize. gün ağarırken yeniden, üzerimden geçmiş kaç mevsim?”
“…aynı coğrafyada yaşayan bir azınlık gibi duruyorduk yan yana.” ”…tek celsede yitirsen de incelikleri ayağa kalkmak ve yaşama tutunmak geçer içinden.”
***
Bu kez, siz kitapseverler için sevgili Serkan Türk’ün “Uzak Yaz” adlı kitabını ele almaya çalıştım. Keşke, herkes, hepimiz için ekmek kadar, su kadar önemli ihtiyaç olsa kitaplar. Peş peşe kitaplar bitiremediğimiz günleri, boşa geçmiş saysak. Ve o kaygıyla, kitaplara sarılsak.
Ömrümüzün sadece küçük bir bölümünü okumaya ayırabilsek. Kuşkusuz, kendimizden başlayarak, başka insanları da sevip önemsediğimizin en belirgin göstergesi olur bu.
FATMA BABUŞÇU
TAKA GAZETESİ 2007
Ne dersen de, neyi savunursan savun, zamana hakim değilsin işte, diyor. Zaman sana hakim. En küçük, en zahmetsiz isteğini bile gönlünce gerçekleştiremiyorsun…
Diyor da diyor... Kitaplarla, uzun boylu baş başa kalabilmek isteğinden bahsediyor boyuna. Kışın bu fırsatı bulamazsak, daha ne zaman buluruz? Hangi mevsimde?
***
Trabzonlu genç yazarlarımızdan Serkan Türk’ün “Uzak Yaz” adlı öykü kitabını, aylar öncesinden okumuştum. O günlerde, kitapla ilgili yazmaya da niyetlenmiştim. Fakat ardı gelmez sorumluluk ve zorunluluklar yüzünden, taa bugüne erteledim yazıyı.
Kendime ceza, yo aslında ödül, olsun diye, bu aralar bir kere daha okudum kitabı. İyi de oldu; kitap hakkındaki görüşlerimi tazelemiş oldum.
Bazı kitaplar, yazılar vardır. Söylenecekler yazar tarafından dile getirildiği için size fazla bir şey düşmez. Söylenenlere ekleyecekleriniz, bir şeylerin ahengini bozmak anlamına gelebilir. O tür bir kaygıdan dolayı da susarsınız.
Her şey, o kadarıyla da sınırlı değildir. Yazarın duyarlılıklarını keşfedip, işaret ettiği ayrıntılarda gezinerek de sizinkileri çoğaltabilmeniz mümkün. Kafanızda oluşan birtakım sorulara yanıt bulmanızı da sağlar uzayıp giden satırlar.
Hatta içinizde hapsolup kalmış sözcüklerinizi, dilinizin ucundakileri harekete geçirir. İçinizde nicedir adlandırılamamış duygu ve düşünce karmaşasına, sonunda bir ad koymanıza da katkıda bulunur. Kitap okumanızdaki asıl amacı unutturmayıp duyumsatır size.
Uzak Yaz, işte o incelikli kitaplardan biri. İçsel, şiirsel bir anlatım söz konusu her öyküde. Ele aldığı konulardan, ya da satır arkası cümlelerinden yola çıkarak, faklı bir boyutta yaşadığını sezinlediğiniz yazarın dünyasında gezinirken, sonsuz bir keyif duyuyorsunuz.
Sizi götürdüğü yerler, öyküleme yetisi mi ön planda? Tanıştırdığı yeni insanlar ya da onların ekonomik, sosyal ya da kültürel şartları mı? Hayır! Daha çok da anlatımdaki şiirsellik ve akıcılık çekiyor ilginizi. Şairlere taş çıkartırcasına sıralanan o çarpıcı imgeler.
Bir öykücü için iyiye mi, yoksa kötüye mi işarettir bütün bunlar, varın siz karar verin.
***
Kül Sanat yayınlarından çıkan Uzak Yaz’daki öykülerin salt adları bile ilginizi çekmeye yetiyor:
iki yüzlü arzuhalci, iyimser diyaliz merkezi, bendeki ömür ikimize yetse, yel değirmeni ve vişne ağacı, öldüğümde ağlamadım, ah biriktiren kumbaradır kalbim, çizgili ölüm, uzak yaz, mahallenin en mutlu ağacısın, ilkel ağrı…
Bu ilginç başlıkların ardındaki satırlarsa kesinlikle yanıltmıyor sizi. Başlığın gölgesinde kalmayıp, aynı güzellikte devam ediyor. Türü belirlenmiş bir kitabın adını, okuma esnasında yeniden koyuyorsunuz. Deneysel metin, öykü ya da şiir.
Serkan’ın kitabına sadece öykü demek, eksik bir adlandırma gibi geldi bana. Şu üç türden birine,“deneme”ye daha yakın buldum kitabı. Biliyorum, rast gele seçtiğim şu satırlardan –ki her satırı, her paragrafı buna benzer güzellikte- yola çıkarak, şiire daha yakın bulacaksınız.
“…göğsümde bir ağrı. unutmak istemiyorum seni. bir kez seslenseydin arkamdan, sokağa çıkarken, ‘bir kağıt helva da bana getir,’ deseydin. gözlerin hep ıslak bulut. yetseydi bendeki ömür ikimize. gün ağarırken yeniden, üzerimden geçmiş kaç mevsim?”
“…aynı coğrafyada yaşayan bir azınlık gibi duruyorduk yan yana.” ”…tek celsede yitirsen de incelikleri ayağa kalkmak ve yaşama tutunmak geçer içinden.”
***
Bu kez, siz kitapseverler için sevgili Serkan Türk’ün “Uzak Yaz” adlı kitabını ele almaya çalıştım. Keşke, herkes, hepimiz için ekmek kadar, su kadar önemli ihtiyaç olsa kitaplar. Peş peşe kitaplar bitiremediğimiz günleri, boşa geçmiş saysak. Ve o kaygıyla, kitaplara sarılsak.
Ömrümüzün sadece küçük bir bölümünü okumaya ayırabilsek. Kuşkusuz, kendimizden başlayarak, başka insanları da sevip önemsediğimizin en belirgin göstergesi olur bu.
FATMA BABUŞÇU
TAKA GAZETESİ 2007
bir düşe dokunuş ”Uzak Yaz”
ne kadar zaman olmuş içimizde hüzünlü, o sessiz çocuğu kaybetmemiz…
uzak yaz’ı elime aldığımda farklı bir yazın-tarzıyla karşı karşıya olduğumu fark etmem uzun sürmedi.. elimde böyle çok ender sayıda kitap vardı(r), kitaplığımda tutup, ama onları okumak için bir süre ertelediğim. dönüp dolaşıp, gelip bakıp elimde tuttuğum. ama daha iyi anlayabileceğim zamanı kendime tanıdığım. sonra bu gidip gelmelerden dönüp durmalardan ezberime aldığım adıyla, başlarım hep…
- başladım okumaya içini kitabın…
ve ilk sorduğum yazara “yazın” neden bu kadar “uzak” olduğuydu.
okudukça anlattı bana Serkan Türk, okudukça, yazın içimizde gelip geçer sıcaklığıyla yer ettiği ama bütün ihtişamıyla yaşansa bile, kapıya dayanan güzle rüzgârın savurduğu hazanlar gibi bittiğini de… bu hüzünle kalakalma ihtimalinin katı gerçekliğini..
Yazarın çok erken fark etmesi olabilir miydi bu gerçekliği, kitabına isim olarak kazıması?
İnsan ömrü bu kadar kısa ve bu kadar üşürken yalnızlığıyla ve kendi varlığıyla yanarken bunca…
Şimdi soruyorum; yaza ve sıcaklığa hep uzak durmayı ne kadar başarabilir insan? hele yaşanan onca iç “yazı”ndan sonra.
yazla yol alan, yazla terleyen, yazla serpilen ne romanlar ne öyküler ne şiirler edebiyat tarihine bırakılmış.
“Uzak Yaz” da başka bir yaz anlatısı, sımsıcak ve epeyce içerlerden.
“bu yazı bambaşka düşünüyorduk:
geniş bahçede biz iki çocuk
gibi dalacaktık geçen günlere
Hâmit Macit
Kitapta sondan ikinci öyküye ismini veren “zambula” nı giriş dizeleri bunlar.
Altta olanlarsa yazarın kendini satırbaşlarına vurduğu yerler
“başka kentlere düşmeyeli yolum, daha bir körüm. içimde anlamadığım ne çok kelime gizleniyor. kahroluyorum serin esen rüzgârların gözyaşlarımı savurmasına. kışı gerilerde bıraktım da ne değişti hayatımda? bahar geldiğinde her şeyin başka türlü olacağını hesap etmişim. salkım saçak çiçeklendi bahçe. derdimse çoğalarak yayıldı günüme. şimdi başımı kaldırıp kimseye bakmak istemiyorum.
Hayatı gayet iyi gördüğü iç gözleriyle üstelik, çok da yaz(ıy)a uzak olamamıştır aslında.
“eskimiş her şey göğsümde hayat bulur. bir fırtına, bir rüzgâr yakalasa beklenmedik bir anda; kaçıp saklanacağım yerim sendin. yağmurun yağdığı akşamüzerleri saçaklardan sızan damlalara aldırış etmeksizin yürürdüm. köşedeki manav yeniden açmaktadır kasaların üzerindeki örtüyü. sarı sarı ayvalar, yağmur sonrası kokusunu içime çektiğim toprak…puslu camından içerisini görmekte zorlandığım kahvehane yine tıklım tıklım.
Hayatın avuçlarına açtığı yaralarıyla, tuzunu koynunda tutup ve tek sığınağının yazı olduğunu bilerek, göz(lem)lerini sağaltır kağıda, acı suyunu da katarak. Yeni insan yüzlerine bakmak istemez… Sonrası da bütün iç kalabalığına rağmen yalnızlığı her şeyin üstüne çıkmış, ateşböcekleri gibi atmıştır kendini yazın ateşine doğru.
“susma”
Birikmiştir ve betimlemeleriyle görsel bir dünya yaratmıştır. evet abartısızdır ama çoğu insana sıradan gelebilecek haller onun için ayrıntılara dönüşmüş... Çiçekler, rüzgâr, sokak köpekleri, başını camdan sarkıtan herhangi bir kadın… her şeye rağmen, hayatın tekdüzeliğiyle işleyişidir. Artalanda kalsa da, bir gerçekliğe akıp gider önümüzden bu görüntüler.
“sustun ve yalnızlığımı arttırdın. ya yana iken ben senin yüzündeki çizgilere dalıp gitmişken sen uzak diyarlarda olmak ihtimaliyle meşgul ediyordun içini. sustun öyle gürültü biçimindeki kendi dinginliğimden korktum. nereye gidersem gideyim hep benimle geliyordu derin bir yaranın sızlaması.
dağlara bakma gönlümden düşüremediğim, susup da aratma küçük kentleri, kasabaları. köşeyi geçince bulursun dedikleri bir mağaza önünde bekliyor kimsesizliğin. ellerinin karasını kirini biriktirme düşünüp de döndürme kırmızı gülleri geriye boş bir zarf, boş bir kâğıt belki aradığın sorunun cevabı. günlerin öğrettiği yetişmek istenilene. su kıyısında kağıt gemiler yüzdürmek ve batırmak gözyaşıyla geçen günleri. eline geçmeyecek kocaman tuzdan uzak tutulan bir yaradan başkası. sen yüzümün gülümseyişini dondurma, asılı kalmasın yalnız bir tebessüm. üşüyen ellerini uzat yanındayım. aynı manzara aylarca karşısında duracak boy aynasına bakar gibi görüp hüzünleneceğin. ben ki yolu uzatanlara bilerek gönül verdim. türlü şiirler ezberledim. kiraz mevsiminde kavuşmayı umdum. bekledim. susma yalnızlığımı yanındayken çoğaltma.
Susar içerleri!.. düşleri akar, akar da demir raylarından süzülür, dolu dolu vagonlarıyla yeni iç kentlere düşürür yolunu ... Üstelik sever de bu yolları.
“öldüğümde ağlamadım”
ah bellek, acı bellek!
hem arısın sen
hem kim bilir hangi gülden
kalma diken?”
Hilmi yavuz.
öykü başlığının altında ki dizelerle öykülerinin çoğunun şiir damarından beslendiği anlaşılıyor. yazım dilinin şiirselliği belki de bu damardan geliyordur belki de.
“dünya bazen uzun cümlelerle anlatılmayacak basitlikte”
Derken, hayatın yaşa başa baktırmadığını, yarım kalan yaşanmışlıkların insanı derviş bile yapabildiğine şahit oluruz.
Diriyken bile insan, hiçi hiçine bir çürümedeyken zaman içinde… Kendi isteğiyle girmemiştir o bulanık suya ve taşmasından anlarız ki ölümün soğuk yüzünü, ölünün kendi sesinden vermek de yüreklicedir.
“kenardan bakanlar suyun dibini göremiyorlardı. sonsuza kadar burada kalacak, çürüyecektim. kurbağalar yumurtalarını bırakmış kenarda vıraklıyorlardı. birkaç gün sonra moraran ve sararan ellerimi böcekler didiklemeye başladı. oysa o akşam kremlerimi sürmüştüm üzerlerine özenle.
Öykünün başkahramanı bir kadındır ve çamurlu bir gölcüğün içinden olan biteni anlatıyordur. Ama ölü ama her tarafı şişmiş ve bedeni ters dönmüş biçimde.
Oraya gelirken gördüğü her şeyin ve bütün bir mahallenin krokisini çıkarır. Mahalle çocuklarını, boş arsanın yalnızlığını, kedilerin çöpü karıştırmasını, ana caddeden geçen arabaların karmaşasını hatta klakson sesine kadar gün içinde olabilecek her türlü sesi ve imgeyi sahneye yayar.
ana caddeden geçen otomobillerin o bildik sesi buluyor seni. ışıklı caddelerde dolaşmıştık. bir evin penceresini sonra perdenin çekilişini, ışığın yitişini de görmüştük. müziğin o duvarlaın ardından sokağa taşması da bildikti. kedilerin çöp kovalarında gezintileri, ıslık sesi, bebek ağlayışı, bir adamın karısına bağırması da geliyor sokaktan kulağımıza kadar. ya sen bunlar olurken susuyor musun? belki de beni sararken nasıl iteceğini düşünüyorsun.”
“hâlâ eskiden olduğu gibi çocuklar inşaat çukurlarına ilgi gösteriyordu. gazetelerde okunan üçüncü sayfa bir haber olacaktım hepsi bu. “
“içlerinden iri yarı olanı suya girdi üzerini çıkararak. bir süre sonra suyun içinden gövdem çıkarken açık gözlerimle gördüm yüzlerini. içlerinde o da vardı. iyice çürümüş yüzüme baktı başka biriymişim gibi tiksinti duyarak.”
Kısa metrajlı film kadar özgün görüntülerdir bize verdiği yazarın ve en baştan beri kulağa üflenen ninniden de başlayarak her tür histen nağmelere de bir sitemle bitirir ve kendi ışıklarını açtırır okuyucuya.. sessizce kalkılır sandalyelerden.
“beni itmeden önce kulağıma söylediğin şarkıyı hatırlamaya çalışıyorum.”
*
Kitaba ismini veren “uzak yaz” başlığının altında birikenlerse dip vurgunlarıdır
“yağmurun geleceğini bildirişi midir bulutların kararması?”
Bu kadar masumane bir cümlede derin kırgınlıkları hissetmemiz… ama bir o kadar da umudu görmemiz kaçınılmazdır. Çünkü yağmur hem hüzün, hem berekettir de iç dünyasında yazarın.
Ve yağması dinmeyen içinin!...
“karanlık o yolu geçip gitmiştir diğerlerinin peşinden. ayva çalılığında uyuyakaldığına mı kızmalısın, uzak yazlara mı?”
-hâla eskisi kadar yakın mıyım sana?
uzak bir şehir, uzak bir ülke, uzak bir kıta var seninle aramızda. ıslak bir gülüş; yağmurlu bir bakış, sıcak bir soba üzerindeyse yanan kestaneler… gitgide yakınım sana. kâğıttan bir mendil; para diye uzanan elinin ellerime değmişliği…tanımadık yüzlerin kederlerini saklıyorum, ışık sızmayan odalara. sardunyalar hızla sararıyor ve kuruyorlar incecik yapraklarından başlayarak. bir mevsim ancak bu kadar yalnızlık doğurur.
“yeniden çiçeklenecek dallar… koşmalısın şimdi başka evlere.”
Rahat yatağında ölüm ne kadar çekici gelir ki dirime, uzaklaşmışken kendinden…Belki de yazarın bizi götürmek istediği yer içidir. Şehirler, kırlar, yanan soba ve kavrulan kestaneler sadece birer simge olarak bilinçli seçilmiştir. Sürekli canlı duran yalnızlığına dokunan bir el istemediğini anlarız ama bir yandan da umut ağacı eker bahçelerinde… Üstelik ağaç simge olarak doğurganlığın ve köklü yaşamın en vurucu öğesiyken yanına yeni evler de inşa eder. yeni çiçekler…Yeni ölümlere rahat yatak hazırlayan yazı bekleyip durur… Yazarın hayata derin bağlılığıdır bu yine de.
“nefes nefese girerdim kapıdan içeri. her şey sessizdi evin içinde. masa, kanepe, ve örtüler. yaşanmışlık vardı hepsinde ama hepsi derin uykudaydı. hafif aralarsın kapıyı. yatakta uzanmıştır. sırtını görürsün yaklaşırsın biraz, yanına sokulmak akşamın karanlığını içinden söküp atsın istersin sıcaklığı ile ama rüzgâr onun saçlarından son kez geçerken, içindeki hayat kıpırtısını da alıp gitmiştir. birkaç saat önce, sen o ağaçların arasında saklanırken muhtemelen kapamıştır gözlerini. rahat ölüm dilemiştir hep. karanlık yolu o geçip gitmiştir diğerlerinin peşinden.”
“iki yüzlü arzuhalci”
Altı çizili ilk koyu başlığı ve kitabın içindeki diğer öykülerinde de olduğu gibi oldukça çok şiiri barındırıyor içinde.
“ah kalbim. yokluk, tenimi yalayıp geçen rüzgârın sesinde daha bir dokunaklı.”
“yokluk mudur? çoğu zaman içimize tüneyen?”
uğultularım artıyor.
“merdivenleri koşup üst kata çıksam, pencereyi aralasam. sana doğru kalbim.”
Böylesi bir çok satırı birbirine eklesek aslında hayatı şiirsel duyarlılıkla gözlemlemiş bir şair portresi de yakalamış oluruz. Kolay bir şey değildir her gözün göremediği ufak ayrıntıları uzun soluklu yazım diline çevirmek. Heyecanı hep yüksek tempoda tutmak ve yaşayan bir yazı duyurmak yaşanacak yeni mevsimlere.
Kitap içindeki diğer öykülerine gelince “serin bahçelerden geçerken” platonik sevdaların limon tadında biraz ekşi, biraz iştah açıcı tadını yaşatır okuyucuya. “kalmamış böyle aşklar” dedirtecek kadar..
“karyolanın soğuk demirleri”, “iyimser diyaliz merkezi”, “bendeki ömür ikimize yetse””yel değirmeni ve vişne ağacı”, “ah biriktiren kumbaradır kalbim”, “çizgili ölüm”, “rüzgârlı sokaklar”, mahallenin en mutlu ağacısın”, “senin gittiğin yöne doğru bakıyorum” “bebek”
kitaptaki diğer öykü başlıklarıdır ve hepsinde görsel ve içsel tadı buluruz çünkü iyi bakan bir gözün ve iyi bir duygu sarrafının derin kırıklarıyla dokunmuş örgüsel tarz ve o kırıkların içinde okuyucuyu saran birikmiş, biriktirilmiş sıcaklığı ve çocuksu titremeyi de vermiş. “uzak yaz” ve Serkan Türk’le tanışmak güzeldi.
2006 Aralık’ında Kül Sanat’tan çıkan ilk sıcak kışlı yazı(nı) olmuş Serkan Türk’ün ve okuyanları daha çok, pek çok mevsimlere çağıracağa benzer.
çoğu insanın unuttuğu, içindeki hüzünlü ve sessiz çocuğu ortaya çıkararak.
AYŞE KESKİN
EŞİK CİNİ DERGİSİ 2007
uzak yaz’ı elime aldığımda farklı bir yazın-tarzıyla karşı karşıya olduğumu fark etmem uzun sürmedi.. elimde böyle çok ender sayıda kitap vardı(r), kitaplığımda tutup, ama onları okumak için bir süre ertelediğim. dönüp dolaşıp, gelip bakıp elimde tuttuğum. ama daha iyi anlayabileceğim zamanı kendime tanıdığım. sonra bu gidip gelmelerden dönüp durmalardan ezberime aldığım adıyla, başlarım hep…
- başladım okumaya içini kitabın…
ve ilk sorduğum yazara “yazın” neden bu kadar “uzak” olduğuydu.
okudukça anlattı bana Serkan Türk, okudukça, yazın içimizde gelip geçer sıcaklığıyla yer ettiği ama bütün ihtişamıyla yaşansa bile, kapıya dayanan güzle rüzgârın savurduğu hazanlar gibi bittiğini de… bu hüzünle kalakalma ihtimalinin katı gerçekliğini..
Yazarın çok erken fark etmesi olabilir miydi bu gerçekliği, kitabına isim olarak kazıması?
İnsan ömrü bu kadar kısa ve bu kadar üşürken yalnızlığıyla ve kendi varlığıyla yanarken bunca…
Şimdi soruyorum; yaza ve sıcaklığa hep uzak durmayı ne kadar başarabilir insan? hele yaşanan onca iç “yazı”ndan sonra.
yazla yol alan, yazla terleyen, yazla serpilen ne romanlar ne öyküler ne şiirler edebiyat tarihine bırakılmış.
“Uzak Yaz” da başka bir yaz anlatısı, sımsıcak ve epeyce içerlerden.
“bu yazı bambaşka düşünüyorduk:
geniş bahçede biz iki çocuk
gibi dalacaktık geçen günlere
Hâmit Macit
Kitapta sondan ikinci öyküye ismini veren “zambula” nı giriş dizeleri bunlar.
Altta olanlarsa yazarın kendini satırbaşlarına vurduğu yerler
“başka kentlere düşmeyeli yolum, daha bir körüm. içimde anlamadığım ne çok kelime gizleniyor. kahroluyorum serin esen rüzgârların gözyaşlarımı savurmasına. kışı gerilerde bıraktım da ne değişti hayatımda? bahar geldiğinde her şeyin başka türlü olacağını hesap etmişim. salkım saçak çiçeklendi bahçe. derdimse çoğalarak yayıldı günüme. şimdi başımı kaldırıp kimseye bakmak istemiyorum.
Hayatı gayet iyi gördüğü iç gözleriyle üstelik, çok da yaz(ıy)a uzak olamamıştır aslında.
“eskimiş her şey göğsümde hayat bulur. bir fırtına, bir rüzgâr yakalasa beklenmedik bir anda; kaçıp saklanacağım yerim sendin. yağmurun yağdığı akşamüzerleri saçaklardan sızan damlalara aldırış etmeksizin yürürdüm. köşedeki manav yeniden açmaktadır kasaların üzerindeki örtüyü. sarı sarı ayvalar, yağmur sonrası kokusunu içime çektiğim toprak…puslu camından içerisini görmekte zorlandığım kahvehane yine tıklım tıklım.
Hayatın avuçlarına açtığı yaralarıyla, tuzunu koynunda tutup ve tek sığınağının yazı olduğunu bilerek, göz(lem)lerini sağaltır kağıda, acı suyunu da katarak. Yeni insan yüzlerine bakmak istemez… Sonrası da bütün iç kalabalığına rağmen yalnızlığı her şeyin üstüne çıkmış, ateşböcekleri gibi atmıştır kendini yazın ateşine doğru.
“susma”
Birikmiştir ve betimlemeleriyle görsel bir dünya yaratmıştır. evet abartısızdır ama çoğu insana sıradan gelebilecek haller onun için ayrıntılara dönüşmüş... Çiçekler, rüzgâr, sokak köpekleri, başını camdan sarkıtan herhangi bir kadın… her şeye rağmen, hayatın tekdüzeliğiyle işleyişidir. Artalanda kalsa da, bir gerçekliğe akıp gider önümüzden bu görüntüler.
“sustun ve yalnızlığımı arttırdın. ya yana iken ben senin yüzündeki çizgilere dalıp gitmişken sen uzak diyarlarda olmak ihtimaliyle meşgul ediyordun içini. sustun öyle gürültü biçimindeki kendi dinginliğimden korktum. nereye gidersem gideyim hep benimle geliyordu derin bir yaranın sızlaması.
dağlara bakma gönlümden düşüremediğim, susup da aratma küçük kentleri, kasabaları. köşeyi geçince bulursun dedikleri bir mağaza önünde bekliyor kimsesizliğin. ellerinin karasını kirini biriktirme düşünüp de döndürme kırmızı gülleri geriye boş bir zarf, boş bir kâğıt belki aradığın sorunun cevabı. günlerin öğrettiği yetişmek istenilene. su kıyısında kağıt gemiler yüzdürmek ve batırmak gözyaşıyla geçen günleri. eline geçmeyecek kocaman tuzdan uzak tutulan bir yaradan başkası. sen yüzümün gülümseyişini dondurma, asılı kalmasın yalnız bir tebessüm. üşüyen ellerini uzat yanındayım. aynı manzara aylarca karşısında duracak boy aynasına bakar gibi görüp hüzünleneceğin. ben ki yolu uzatanlara bilerek gönül verdim. türlü şiirler ezberledim. kiraz mevsiminde kavuşmayı umdum. bekledim. susma yalnızlığımı yanındayken çoğaltma.
Susar içerleri!.. düşleri akar, akar da demir raylarından süzülür, dolu dolu vagonlarıyla yeni iç kentlere düşürür yolunu ... Üstelik sever de bu yolları.
“öldüğümde ağlamadım”
ah bellek, acı bellek!
hem arısın sen
hem kim bilir hangi gülden
kalma diken?”
Hilmi yavuz.
öykü başlığının altında ki dizelerle öykülerinin çoğunun şiir damarından beslendiği anlaşılıyor. yazım dilinin şiirselliği belki de bu damardan geliyordur belki de.
“dünya bazen uzun cümlelerle anlatılmayacak basitlikte”
Derken, hayatın yaşa başa baktırmadığını, yarım kalan yaşanmışlıkların insanı derviş bile yapabildiğine şahit oluruz.
Diriyken bile insan, hiçi hiçine bir çürümedeyken zaman içinde… Kendi isteğiyle girmemiştir o bulanık suya ve taşmasından anlarız ki ölümün soğuk yüzünü, ölünün kendi sesinden vermek de yüreklicedir.
“kenardan bakanlar suyun dibini göremiyorlardı. sonsuza kadar burada kalacak, çürüyecektim. kurbağalar yumurtalarını bırakmış kenarda vıraklıyorlardı. birkaç gün sonra moraran ve sararan ellerimi böcekler didiklemeye başladı. oysa o akşam kremlerimi sürmüştüm üzerlerine özenle.
Öykünün başkahramanı bir kadındır ve çamurlu bir gölcüğün içinden olan biteni anlatıyordur. Ama ölü ama her tarafı şişmiş ve bedeni ters dönmüş biçimde.
Oraya gelirken gördüğü her şeyin ve bütün bir mahallenin krokisini çıkarır. Mahalle çocuklarını, boş arsanın yalnızlığını, kedilerin çöpü karıştırmasını, ana caddeden geçen arabaların karmaşasını hatta klakson sesine kadar gün içinde olabilecek her türlü sesi ve imgeyi sahneye yayar.
ana caddeden geçen otomobillerin o bildik sesi buluyor seni. ışıklı caddelerde dolaşmıştık. bir evin penceresini sonra perdenin çekilişini, ışığın yitişini de görmüştük. müziğin o duvarlaın ardından sokağa taşması da bildikti. kedilerin çöp kovalarında gezintileri, ıslık sesi, bebek ağlayışı, bir adamın karısına bağırması da geliyor sokaktan kulağımıza kadar. ya sen bunlar olurken susuyor musun? belki de beni sararken nasıl iteceğini düşünüyorsun.”
“hâlâ eskiden olduğu gibi çocuklar inşaat çukurlarına ilgi gösteriyordu. gazetelerde okunan üçüncü sayfa bir haber olacaktım hepsi bu. “
“içlerinden iri yarı olanı suya girdi üzerini çıkararak. bir süre sonra suyun içinden gövdem çıkarken açık gözlerimle gördüm yüzlerini. içlerinde o da vardı. iyice çürümüş yüzüme baktı başka biriymişim gibi tiksinti duyarak.”
Kısa metrajlı film kadar özgün görüntülerdir bize verdiği yazarın ve en baştan beri kulağa üflenen ninniden de başlayarak her tür histen nağmelere de bir sitemle bitirir ve kendi ışıklarını açtırır okuyucuya.. sessizce kalkılır sandalyelerden.
“beni itmeden önce kulağıma söylediğin şarkıyı hatırlamaya çalışıyorum.”
*
Kitaba ismini veren “uzak yaz” başlığının altında birikenlerse dip vurgunlarıdır
“yağmurun geleceğini bildirişi midir bulutların kararması?”
Bu kadar masumane bir cümlede derin kırgınlıkları hissetmemiz… ama bir o kadar da umudu görmemiz kaçınılmazdır. Çünkü yağmur hem hüzün, hem berekettir de iç dünyasında yazarın.
Ve yağması dinmeyen içinin!...
“karanlık o yolu geçip gitmiştir diğerlerinin peşinden. ayva çalılığında uyuyakaldığına mı kızmalısın, uzak yazlara mı?”
-hâla eskisi kadar yakın mıyım sana?
uzak bir şehir, uzak bir ülke, uzak bir kıta var seninle aramızda. ıslak bir gülüş; yağmurlu bir bakış, sıcak bir soba üzerindeyse yanan kestaneler… gitgide yakınım sana. kâğıttan bir mendil; para diye uzanan elinin ellerime değmişliği…tanımadık yüzlerin kederlerini saklıyorum, ışık sızmayan odalara. sardunyalar hızla sararıyor ve kuruyorlar incecik yapraklarından başlayarak. bir mevsim ancak bu kadar yalnızlık doğurur.
“yeniden çiçeklenecek dallar… koşmalısın şimdi başka evlere.”
Rahat yatağında ölüm ne kadar çekici gelir ki dirime, uzaklaşmışken kendinden…Belki de yazarın bizi götürmek istediği yer içidir. Şehirler, kırlar, yanan soba ve kavrulan kestaneler sadece birer simge olarak bilinçli seçilmiştir. Sürekli canlı duran yalnızlığına dokunan bir el istemediğini anlarız ama bir yandan da umut ağacı eker bahçelerinde… Üstelik ağaç simge olarak doğurganlığın ve köklü yaşamın en vurucu öğesiyken yanına yeni evler de inşa eder. yeni çiçekler…Yeni ölümlere rahat yatak hazırlayan yazı bekleyip durur… Yazarın hayata derin bağlılığıdır bu yine de.
“nefes nefese girerdim kapıdan içeri. her şey sessizdi evin içinde. masa, kanepe, ve örtüler. yaşanmışlık vardı hepsinde ama hepsi derin uykudaydı. hafif aralarsın kapıyı. yatakta uzanmıştır. sırtını görürsün yaklaşırsın biraz, yanına sokulmak akşamın karanlığını içinden söküp atsın istersin sıcaklığı ile ama rüzgâr onun saçlarından son kez geçerken, içindeki hayat kıpırtısını da alıp gitmiştir. birkaç saat önce, sen o ağaçların arasında saklanırken muhtemelen kapamıştır gözlerini. rahat ölüm dilemiştir hep. karanlık yolu o geçip gitmiştir diğerlerinin peşinden.”
“iki yüzlü arzuhalci”
Altı çizili ilk koyu başlığı ve kitabın içindeki diğer öykülerinde de olduğu gibi oldukça çok şiiri barındırıyor içinde.
“ah kalbim. yokluk, tenimi yalayıp geçen rüzgârın sesinde daha bir dokunaklı.”
“yokluk mudur? çoğu zaman içimize tüneyen?”
uğultularım artıyor.
“merdivenleri koşup üst kata çıksam, pencereyi aralasam. sana doğru kalbim.”
Böylesi bir çok satırı birbirine eklesek aslında hayatı şiirsel duyarlılıkla gözlemlemiş bir şair portresi de yakalamış oluruz. Kolay bir şey değildir her gözün göremediği ufak ayrıntıları uzun soluklu yazım diline çevirmek. Heyecanı hep yüksek tempoda tutmak ve yaşayan bir yazı duyurmak yaşanacak yeni mevsimlere.
Kitap içindeki diğer öykülerine gelince “serin bahçelerden geçerken” platonik sevdaların limon tadında biraz ekşi, biraz iştah açıcı tadını yaşatır okuyucuya. “kalmamış böyle aşklar” dedirtecek kadar..
“karyolanın soğuk demirleri”, “iyimser diyaliz merkezi”, “bendeki ömür ikimize yetse””yel değirmeni ve vişne ağacı”, “ah biriktiren kumbaradır kalbim”, “çizgili ölüm”, “rüzgârlı sokaklar”, mahallenin en mutlu ağacısın”, “senin gittiğin yöne doğru bakıyorum” “bebek”
kitaptaki diğer öykü başlıklarıdır ve hepsinde görsel ve içsel tadı buluruz çünkü iyi bakan bir gözün ve iyi bir duygu sarrafının derin kırıklarıyla dokunmuş örgüsel tarz ve o kırıkların içinde okuyucuyu saran birikmiş, biriktirilmiş sıcaklığı ve çocuksu titremeyi de vermiş. “uzak yaz” ve Serkan Türk’le tanışmak güzeldi.
2006 Aralık’ında Kül Sanat’tan çıkan ilk sıcak kışlı yazı(nı) olmuş Serkan Türk’ün ve okuyanları daha çok, pek çok mevsimlere çağıracağa benzer.
çoğu insanın unuttuğu, içindeki hüzünlü ve sessiz çocuğu ortaya çıkararak.
AYŞE KESKİN
EŞİK CİNİ DERGİSİ 2007
1 Mart 2012 Perşembe
UZAK YAZ'IN YENİ BASKISI DEDALUS KİTAPTAN
Serkan Türk, son dönemin en üretken edebiyatçılarından. Onun öykülerini ve şiirlerini barındıran birçok yapıt okudunuz. "Uzak Yaz" ise, sayfalarında Türk'ün ilk kez kitaplaşma içtenliğini taşıyan öyküleri tutuyor.
"Uzak Yaz," çok yakında kitapçılarda!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Ömer Kaya yazdı: ÇIKIŞI ARAYANLAR İÇİN BİR ROMAN: AUSGANG
Romanın Konusu: Alışılmış düzende olaya yaslanan, kolay özetlenebilir pek çok metin okumuşuzdur. Bu minvalde çoğu metin, toplumsal bir mesel...
-
harun bildiğin tüm yeminleri yaz derler söyle derler güz geride kaldı şimdi kış odun gerek kürek gerek kol kanat bildiğin şeyler, i...
-
Öğretmenlik sıfatımı takındığımda en çok korktuğum şeylerden biri de edebiyattaki istisnalardır. Öyle ki bir anda öğrencinin gözünde yeter...