2 Mart 2012 Cuma

bir düşe dokunuş ”Uzak Yaz”

ne kadar zaman olmuş içimizde hüzünlü, o sessiz çocuğu kaybetmemiz…


uzak yaz’ı elime aldığımda farklı bir yazın-tarzıyla karşı karşıya olduğumu fark etmem uzun sürmedi.. elimde böyle çok ender sayıda kitap vardı(r), kitaplığımda tutup, ama onları okumak için bir süre ertelediğim. dönüp dolaşıp, gelip bakıp elimde tuttuğum. ama daha iyi anlayabileceğim zamanı kendime tanıdığım. sonra bu gidip gelmelerden dönüp durmalardan ezberime aldığım adıyla, başlarım hep…
- başladım okumaya içini kitabın…

ve ilk sorduğum yazara “yazın” neden bu kadar “uzak” olduğuydu.

okudukça anlattı bana Serkan Türk, okudukça, yazın içimizde gelip geçer sıcaklığıyla yer ettiği ama bütün ihtişamıyla yaşansa bile, kapıya dayanan güzle rüzgârın savurduğu hazanlar gibi bittiğini de… bu hüzünle kalakalma ihtimalinin katı gerçekliğini..

Yazarın çok erken fark etmesi olabilir miydi bu gerçekliği, kitabına isim olarak kazıması?
İnsan ömrü bu kadar kısa ve bu kadar üşürken yalnızlığıyla ve kendi varlığıyla yanarken bunca…

Şimdi soruyorum; yaza ve sıcaklığa hep uzak durmayı ne kadar başarabilir insan? hele yaşanan onca iç “yazı”ndan sonra.

yazla yol alan, yazla terleyen, yazla serpilen ne romanlar ne öyküler ne şiirler edebiyat tarihine bırakılmış.

“Uzak Yaz” da başka bir yaz anlatısı, sımsıcak ve epeyce içerlerden.



“bu yazı bambaşka düşünüyorduk:
geniş bahçede biz iki çocuk
gibi dalacaktık geçen günlere
Hâmit Macit


Kitapta sondan ikinci öyküye ismini veren “zambula” nı giriş dizeleri bunlar.
Altta olanlarsa yazarın kendini satırbaşlarına vurduğu yerler

“başka kentlere düşmeyeli yolum, daha bir körüm. içimde anlamadığım ne çok kelime gizleniyor. kahroluyorum serin esen rüzgârların gözyaşlarımı savurmasına. kışı gerilerde bıraktım da ne değişti hayatımda? bahar geldiğinde her şeyin başka türlü olacağını hesap etmişim. salkım saçak çiçeklendi bahçe. derdimse çoğalarak yayıldı günüme. şimdi başımı kaldırıp kimseye bakmak istemiyorum.

Hayatı gayet iyi gördüğü iç gözleriyle üstelik, çok da yaz(ıy)a uzak olamamıştır aslında.

“eskimiş her şey göğsümde hayat bulur. bir fırtına, bir rüzgâr yakalasa beklenmedik bir anda; kaçıp saklanacağım yerim sendin. yağmurun yağdığı akşamüzerleri saçaklardan sızan damlalara aldırış etmeksizin yürürdüm. köşedeki manav yeniden açmaktadır kasaların üzerindeki örtüyü. sarı sarı ayvalar, yağmur sonrası kokusunu içime çektiğim toprak…puslu camından içerisini görmekte zorlandığım kahvehane yine tıklım tıklım.

Hayatın avuçlarına açtığı yaralarıyla, tuzunu koynunda tutup ve tek sığınağının yazı olduğunu bilerek, göz(lem)lerini sağaltır kağıda, acı suyunu da katarak. Yeni insan yüzlerine bakmak istemez… Sonrası da bütün iç kalabalığına rağmen yalnızlığı her şeyin üstüne çıkmış, ateşböcekleri gibi atmıştır kendini yazın ateşine doğru.


“susma”

Birikmiştir ve betimlemeleriyle görsel bir dünya yaratmıştır. evet abartısızdır ama çoğu insana sıradan gelebilecek haller onun için ayrıntılara dönüşmüş... Çiçekler, rüzgâr, sokak köpekleri, başını camdan sarkıtan herhangi bir kadın… her şeye rağmen, hayatın tekdüzeliğiyle işleyişidir. Artalanda kalsa da, bir gerçekliğe akıp gider önümüzden bu görüntüler.


“sustun ve yalnızlığımı arttırdın. ya yana iken ben senin yüzündeki çizgilere dalıp gitmişken sen uzak diyarlarda olmak ihtimaliyle meşgul ediyordun içini. sustun öyle gürültü biçimindeki kendi dinginliğimden korktum. nereye gidersem gideyim hep benimle geliyordu derin bir yaranın sızlaması.

dağlara bakma gönlümden düşüremediğim, susup da aratma küçük kentleri, kasabaları. köşeyi geçince bulursun dedikleri bir mağaza önünde bekliyor kimsesizliğin. ellerinin karasını kirini biriktirme düşünüp de döndürme kırmızı gülleri geriye boş bir zarf, boş bir kâğıt belki aradığın sorunun cevabı. günlerin öğrettiği yetişmek istenilene. su kıyısında kağıt gemiler yüzdürmek ve batırmak gözyaşıyla geçen günleri. eline geçmeyecek kocaman tuzdan uzak tutulan bir yaradan başkası. sen yüzümün gülümseyişini dondurma, asılı kalmasın yalnız bir tebessüm. üşüyen ellerini uzat yanındayım. aynı manzara aylarca karşısında duracak boy aynasına bakar gibi görüp hüzünleneceğin. ben ki yolu uzatanlara bilerek gönül verdim. türlü şiirler ezberledim. kiraz mevsiminde kavuşmayı umdum. bekledim. susma yalnızlığımı yanındayken çoğaltma.


Susar içerleri!.. düşleri akar, akar da demir raylarından süzülür, dolu dolu vagonlarıyla yeni iç kentlere düşürür yolunu ... Üstelik sever de bu yolları.



“öldüğümde ağlamadım”

ah bellek, acı bellek!
hem arısın sen
hem kim bilir hangi gülden
kalma diken?”
Hilmi yavuz.


öykü başlığının altında ki dizelerle öykülerinin çoğunun şiir damarından beslendiği anlaşılıyor. yazım dilinin şiirselliği belki de bu damardan geliyordur belki de.

“dünya bazen uzun cümlelerle anlatılmayacak basitlikte”

Derken, hayatın yaşa başa baktırmadığını, yarım kalan yaşanmışlıkların insanı derviş bile yapabildiğine şahit oluruz.
Diriyken bile insan, hiçi hiçine bir çürümedeyken zaman içinde… Kendi isteğiyle girmemiştir o bulanık suya ve taşmasından anlarız ki ölümün soğuk yüzünü, ölünün kendi sesinden vermek de yüreklicedir.



“kenardan bakanlar suyun dibini göremiyorlardı. sonsuza kadar burada kalacak, çürüyecektim. kurbağalar yumurtalarını bırakmış kenarda vıraklıyorlardı. birkaç gün sonra moraran ve sararan ellerimi böcekler didiklemeye başladı. oysa o akşam kremlerimi sürmüştüm üzerlerine özenle.

Öykünün başkahramanı bir kadındır ve çamurlu bir gölcüğün içinden olan biteni anlatıyordur. Ama ölü ama her tarafı şişmiş ve bedeni ters dönmüş biçimde.

Oraya gelirken gördüğü her şeyin ve bütün bir mahallenin krokisini çıkarır. Mahalle çocuklarını, boş arsanın yalnızlığını, kedilerin çöpü karıştırmasını, ana caddeden geçen arabaların karmaşasını hatta klakson sesine kadar gün içinde olabilecek her türlü sesi ve imgeyi sahneye yayar.

ana caddeden geçen otomobillerin o bildik sesi buluyor seni. ışıklı caddelerde dolaşmıştık. bir evin penceresini sonra perdenin çekilişini, ışığın yitişini de görmüştük. müziğin o duvarlaın ardından sokağa taşması da bildikti. kedilerin çöp kovalarında gezintileri, ıslık sesi, bebek ağlayışı, bir adamın karısına bağırması da geliyor sokaktan kulağımıza kadar. ya sen bunlar olurken susuyor musun? belki de beni sararken nasıl iteceğini düşünüyorsun.”


“hâlâ eskiden olduğu gibi çocuklar inşaat çukurlarına ilgi gösteriyordu. gazetelerde okunan üçüncü sayfa bir haber olacaktım hepsi bu. “


“içlerinden iri yarı olanı suya girdi üzerini çıkararak. bir süre sonra suyun içinden gövdem çıkarken açık gözlerimle gördüm yüzlerini. içlerinde o da vardı. iyice çürümüş yüzüme baktı başka biriymişim gibi tiksinti duyarak.”


Kısa metrajlı film kadar özgün görüntülerdir bize verdiği yazarın ve en baştan beri kulağa üflenen ninniden de başlayarak her tür histen nağmelere de bir sitemle bitirir ve kendi ışıklarını açtırır okuyucuya.. sessizce kalkılır sandalyelerden.

“beni itmeden önce kulağıma söylediğin şarkıyı hatırlamaya çalışıyorum.”

*


Kitaba ismini veren “uzak yaz” başlığının altında birikenlerse dip vurgunlarıdır


“yağmurun geleceğini bildirişi midir bulutların kararması?”

Bu kadar masumane bir cümlede derin kırgınlıkları hissetmemiz… ama bir o kadar da umudu görmemiz kaçınılmazdır. Çünkü yağmur hem hüzün, hem berekettir de iç dünyasında yazarın.
Ve yağması dinmeyen içinin!...

“karanlık o yolu geçip gitmiştir diğerlerinin peşinden. ayva çalılığında uyuyakaldığına mı kızmalısın, uzak yazlara mı?”
-hâla eskisi kadar yakın mıyım sana?
uzak bir şehir, uzak bir ülke, uzak bir kıta var seninle aramızda. ıslak bir gülüş; yağmurlu bir bakış, sıcak bir soba üzerindeyse yanan kestaneler… gitgide yakınım sana. kâğıttan bir mendil; para diye uzanan elinin ellerime değmişliği…tanımadık yüzlerin kederlerini saklıyorum, ışık sızmayan odalara. sardunyalar hızla sararıyor ve kuruyorlar incecik yapraklarından başlayarak. bir mevsim ancak bu kadar yalnızlık doğurur.

“yeniden çiçeklenecek dallar… koşmalısın şimdi başka evlere.”


Rahat yatağında ölüm ne kadar çekici gelir ki dirime, uzaklaşmışken kendinden…Belki de yazarın bizi götürmek istediği yer içidir. Şehirler, kırlar, yanan soba ve kavrulan kestaneler sadece birer simge olarak bilinçli seçilmiştir. Sürekli canlı duran yalnızlığına dokunan bir el istemediğini anlarız ama bir yandan da umut ağacı eker bahçelerinde… Üstelik ağaç simge olarak doğurganlığın ve köklü yaşamın en vurucu öğesiyken yanına yeni evler de inşa eder. yeni çiçekler…Yeni ölümlere rahat yatak hazırlayan yazı bekleyip durur… Yazarın hayata derin bağlılığıdır bu yine de.

“nefes nefese girerdim kapıdan içeri. her şey sessizdi evin içinde. masa, kanepe, ve örtüler. yaşanmışlık vardı hepsinde ama hepsi derin uykudaydı. hafif aralarsın kapıyı. yatakta uzanmıştır. sırtını görürsün yaklaşırsın biraz, yanına sokulmak akşamın karanlığını içinden söküp atsın istersin sıcaklığı ile ama rüzgâr onun saçlarından son kez geçerken, içindeki hayat kıpırtısını da alıp gitmiştir. birkaç saat önce, sen o ağaçların arasında saklanırken muhtemelen kapamıştır gözlerini. rahat ölüm dilemiştir hep. karanlık yolu o geçip gitmiştir diğerlerinin peşinden.”




“iki yüzlü arzuhalci”

Altı çizili ilk koyu başlığı ve kitabın içindeki diğer öykülerinde de olduğu gibi oldukça çok şiiri barındırıyor içinde.


“ah kalbim. yokluk, tenimi yalayıp geçen rüzgârın sesinde daha bir dokunaklı.”

“yokluk mudur? çoğu zaman içimize tüneyen?”
uğultularım artıyor.

“merdivenleri koşup üst kata çıksam, pencereyi aralasam. sana doğru kalbim.”

Böylesi bir çok satırı birbirine eklesek aslında hayatı şiirsel duyarlılıkla gözlemlemiş bir şair portresi de yakalamış oluruz. Kolay bir şey değildir her gözün göremediği ufak ayrıntıları uzun soluklu yazım diline çevirmek. Heyecanı hep yüksek tempoda tutmak ve yaşayan bir yazı duyurmak yaşanacak yeni mevsimlere.

Kitap içindeki diğer öykülerine gelince “serin bahçelerden geçerken” platonik sevdaların limon tadında biraz ekşi, biraz iştah açıcı tadını yaşatır okuyucuya. “kalmamış böyle aşklar” dedirtecek kadar..

“karyolanın soğuk demirleri”, “iyimser diyaliz merkezi”, “bendeki ömür ikimize yetse””yel değirmeni ve vişne ağacı”, “ah biriktiren kumbaradır kalbim”, “çizgili ölüm”, “rüzgârlı sokaklar”, mahallenin en mutlu ağacısın”, “senin gittiğin yöne doğru bakıyorum” “bebek”

kitaptaki diğer öykü başlıklarıdır ve hepsinde görsel ve içsel tadı buluruz çünkü iyi bakan bir gözün ve iyi bir duygu sarrafının derin kırıklarıyla dokunmuş örgüsel tarz ve o kırıkların içinde okuyucuyu saran birikmiş, biriktirilmiş sıcaklığı ve çocuksu titremeyi de vermiş. “uzak yaz” ve Serkan Türk’le tanışmak güzeldi.


2006 Aralık’ında Kül Sanat’tan çıkan ilk sıcak kışlı yazı(nı) olmuş Serkan Türk’ün ve okuyanları daha çok, pek çok mevsimlere çağıracağa benzer.

çoğu insanın unuttuğu, içindeki hüzünlü ve sessiz çocuğu ortaya çıkararak.

AYŞE KESKİN
EŞİK CİNİ DERGİSİ 2007

Ömer Kaya yazdı: ÇIKIŞI ARAYANLAR İÇİN BİR ROMAN: AUSGANG

Romanın Konusu: Alışılmış düzende olaya yaslanan, kolay özetlenebilir pek çok metin okumuşuzdur. Bu minvalde çoğu metin, toplumsal bir mesel...