Serkan Türk iki
kitabının yeni baskılarıyla son günlerde adından çokça söz ettiriyor. Rüzgârlı Camlar ve Tanrı’nın Yalnız Kırları, yeni baskıları Yitik Ülke tarafından
yapılan öykü kitapları.
Rüzgârlı
Camlar Serkan Türk’ün 2006-2007 arasında kaleme aldığı
öykülerden oluşuyor. İlk baskısı 2008 yılında yapılmış. Şimdi yeniden raflarda
yerini aldı. Tanrı’nın Yalnız Kırları
ise ilk baskısından dört yıl sonra yeni yayınevinde yeniden can buldu. Yazarın
üçüncü öykü kitabı olması önemli. Bu kitapları okumak Serkan Türk’ün yazı
geçmişine dışarıdan bakabilmek ve o günlerden bugüne çizdiği yönü görebilmek
açısından önemli. Bu kitaplardan sonra yayınlanmış olan diğer öykü kitabı Bak Önümüzde Yeni Bir Mevsim
penceresinden bakıldığında, Türk’ün öyküye başladığı zamandan bugüne kaleminin
istikrarlı çizgisi daha da iyi anlaşılıyor.
Serkan Türk’ün
öykülerinin en farklı yanı, okuduktan sonra konularının, anlatılan olayların
değil, etkilerinin hatırlanması. Duygu yoğunlukları öylesine bir akışkanlıkla
işliyor ki içimize, her öyküden sonra durup dinlemek gerekiyor hayatı. Kayıtsız
kalamayacağımız bir doğallıkla hayattan sahneleri birbiri ardına fırlatıyor
zihnimize. Bize düşen bu kolajın içindeki ana duygunun izini sürmek ve
anlatılan karakterle birlikte yürümek. Büyük şeyler anlatmak peşinde değil yeni
zaman anlatıcıları gibi. Öyküleri günlük, sıradan, öylesine yaşanmış şeylere
dokunup geçiyor. Peşinde olduğu neler olup bittiği değil, o küçücük anların
ruhta ve bedende nasıl izler bıraktığı. Kimsenin görmediği bu izler, kocaman
öyküler doğuruyor Serkan Türk’ün kaleminden. Yara kabuklarını kaldırıp içine
bakıyor ve bize gördüklerini anlatıyor aklından geçen sırayla.
Klasik anlatım
kurallarının tamamından uzak, şiirsel bir söyleyiş ve ritim yakalıyor öyküleri.
Öykü kişisinin zihnine konuk ediyor bizi ve onun bilinçaltı yolculuğunun
derinliklerine sokuyor. Kâh Fazilet oluyoruz göletin başında, arkadaşının sudan
cesedinin çıkarılmasını bekleyen, kâh o masum çocuk komşusunun pazardan
dönüşünü izleyen. Olayların başı, sonu, sebebi gibi şeyleri anlatma derdi yok
yazarın. Bizi anlatının ortasına, ipuçlarını verdiği bir zihin haritasıyla
bırakıyor ve bu akışkan düzlemde geçirgen duygularla ilerlememiz için yalnızca
küçücük bir ışık tutuyor.
Bu çok katmanlı, zengin
öyküler her paragrafta yeni bir söylemin, yeni bir hissin kapısını aralıyor ve
bizi çokça düşündüren, aklımıza nakşolan anlarla sarıp sarmalıyor. Kahramanlar
arasında kadın-erkek-yaş-sınıf ayrımı yok Türk’ün öykülerinde. Bir kadının
zihnini de bir erkeğinkini de aynı netlikle okuyabiliyor ve hissettiklerine
inandırıyor bizi bu öyküler. Bu zenginlik pek çok anlatım olanağı sunuyor
yazara. Aslolanın cinsiyet ya da yaş değil insanlık olduğuna inandırıyor bizi.
Hayata karşı kırılganlığımızın, endişelerimizin, kuşkularımızın bir olduğunu
görüyor, eşitleniyoruz satırlarında.
Yapısal bir kaygıyla
yazmadığı belli olsa da, kurgudan çok dilin, olaydan çok duygunun peşinde yazar.
Atmosferi dille oluşturuyor ve öykü kişileri büyük iç hesaplaşmalar, evrensel
kaygılardan ziyade bu dilin içinde kimlik buluyor, nefes alıyor. Sıradan
insanın, sıradan dertlerin içinde bu kahramanlar.
Rüzgârlı
Camlar; Camlar, Rüzgârlar ve Bulutlar isimli üç bölümden ve
on dört öyküden oluşuyor. Kitap ismini Hilmi Yavuz’un aynı adlı şiirinden
alıyor. Şiire durduğu selam daha kapaktan belli. Üstelik kitap, Serkan Türk’e
ait Soluyorsun isimli bir şiirle
açılıyor. Bu da bize türler arası kesin sınırların kalktığını, kitabın içinde
farklı lezzetler bulabileceğimiz müjdeliyor. Öykü girişlerinde kullanılan
epigraflar da yazarın önemsediği edebiyatçılardan: Cesare Pavése, John Berger,
Hilmi Yavuz. İthaflar ise bir yazarın, onu bu kitabı yazmaya götüren yolda kendisini
besleyen, güç veren diğer yazarlara teşekkürü gibi okunabilir.
Kitapla ilgili
enteresan bir anekdot da Selim İleri’yle ilgili. Kitabın ilk öyküsü Suda Ölen Yalı, Selim İleri’nin yazmak isteyip de bir türlü kaleme
alamadığını bir köşe yazısında belirttiği öykü. Serkan Türk bunu onun için
yazmayı deniyor ve öyküyü de yine bu değerli ustaya armağan ediyor.
Tezer Özlü’nün kitap
boyunca öykülerin arasında gezindiğini ve Türk’ün onu anlatmaktan, okumaktan
vazgeçemediğini görüyoruz. Geçmişin izini süren, yaşanan ve yazılanların
üzerine kendi sözünü ilave eden bir yazar karşımızdaki.
Ölüm, yaşam, yalnızlık,
ayrılık gibi temaları incelikle işlediği öykülerinde, öykü kişileri bir
yerinden hayata tutunuyorlar, her şeye rağmen umut ediyorlar. Rüzgârın
yüzlerini yalayıp geçmesi, güneşin aniden bulutların arkasından çıkması ya da
bir çocuğun gülümsemesi, gelip tam da hayat gibi kalbimize dokunuveriyor.
Tanrı’nın
Yalnız Kırları 16 öykülük bir kitap. Kısa cümlelerle,
kısa sayfalar boyunca anlatıyor derdini yazar. Uzun ve tumturaklı cümlelerden, süslü,
karmaşık bir anlatımdan uzak duruyor bu kitabında da. Kısa, anlaşılır, imge
yoğun ama çarpıcı bir dil kullanıyor. Şiir bu kitapta da alttan alta yürüyor ve
kitabın bütününe yayılıyor. Serkan Türk aynı zamanda bir şair. Ama öyküleri
kendine has bir şiire evriliyor kaleminde. Öyküden öyküye bir rüzgârın gücüyle
savruluyoruz. Öyle bir rüzgâr ki her öykü bittiğinde bizi yeniden kavrıyor
koltuk altlarımızdan ve bir sonraki öykünün eşiğine bırakıveriyor. Yazarın
algısının ne denli açık olduğu, hayata dair incecik ayrıntıları nasıl da
yakaladığı ve şiir gözünün ne denli yetkin olduğu bu öykülerde de açık ediyor
kendini.
“Rüyaların insafsız yanları vardır. Olmayacakları olmuş gibi yaşarsın.
Uyandığında gördüklerinin, yaşadıklarınla örtüşmediğini anlayıp, içindeki
uçurumu derinleştirirsin,” diyor Ayaklarımı Saklayamıyorum öyküsünde.
Belki tam da kendi öykülerinden ve hayattaki duruşundan söz ediyor burada. Öykülerin
de böyle insafsız bir yanı var işte. İçimizdeki uçurumu sürekli derinleştiren
ve bizi, acımızı yalnızca kitapların içinde dindirmeye götüren. Bu uçuruma
bakmamız için bizi zorluyor Serkan Türk. Öykü kişileri de kendi uçurumlarıyla
karşılaşıyorlar bu öykülerde. Bazısı yalnızca bakıyor, bazısı ona düşmekten
kurtulamıyor.
Son kitabı Bak Önümüzde Yeni Bir Mevsim
bu şiir dünyasını başka bir evreye taşıyor. Şiir biraz daha derinden,
durumlar/olaylar daha görünür bir kanaldan ilerliyor bu kitapta. Ama Türk’ün
yazı diline aşina okur, bu şiiri zevkle arayıp izleyebiliyor öykülerin içinde.
Serkan Türk dört öykü kitabıyla, kendi öykü
evrenini yaratmış, kendi dilini oluşturmuş ve edebiyat dünyasındaki yolunu
belirlemiş bir yazar. Bundan sonra yazacağı öykülerde de onun ayrıntılı öykü
dünyasının, karmaşasının içindeki dinginliğin ve bu çoğul anlatım olanaklarının
nice örnekleriyle karşılaşacağımızdan eminim.
Varlık Dergisi Şubat 2016 sayısında yer almıştır.