Adı rüzgâr işte; ne yönden
eseceği, nasıl eseceği hiç belli olmaz. Kimi zaman şarkıdaki gibi usul usul
havalandırır pencerenin perdesini, kimi zaman da dağıtır ne var ne yoksa. İyi
niyetli dokunuşlar yapsa da çoğu zaman, kırılır gerçekliğimiz. Perde havalanır,
cam açılır; flu bir ekrandan seyre koyuluruz hayatı. Serkan TÜRK’ün öykülerinde
olduğu gibi.
Yitik
Ülke Yayınlarından çıkan kitap, “soluyorsun” şiiriyle başlıyor. Her ne kadar
öykü formatında olsa da aslında kitap baştan sona lirik bir şiiri yazıyor.
Hayatın insanın önüne koyduğu bilmeceyi şiirsel bir duyarlılıkla anlatıyor
yazar tüm öykülerinde.”Gözlerim yorgun bir bulut. Ağlasam, yağsam sesime üşüşür
bütün ölü kuşlar.” , “Su da ağladı gidemeyiş öyküsüne.”ya da “Boşluğa bakacak
yüzüm yüzüne dururken. Hep göz dolacak içim.”Bu şiirsel seslere çokça
rastlıyoruz kitapta. Ve yazarın ruhundan sızdırdığı şiir, okuyucuyu da içine çekiyor.
“ Camlar, Rüzgârlar, Bulutlar”
Geçmişin şimdiyle kesiştiği ya da ayrıştığı
görüntülere bakarız camlardan. Sanki bir başkası gibi izleriz içimizde olup bitenleri.
Anıların ne zaman canlanacağı, ne zaman bizimle konuşacağı hiç belli olmaz.
Çağrışımın coğrafyası sonsuz, sokakları karışıktır. Hafıza labirentinin hangi
bölümlerinde gezindiğimizi bilemeyiz çoğu zaman.”Sokağınızı değiştirmekle
dünyanızı değiştireceğinizi düşünüyorsunuz belki de.” diyor yazar bir
öyküsünde. Ama değişmiyor ruhumuzun yükü. Herkes, ne düşmüşse hayattan payına
yanında taşıyor bir ömür boyu. Her mekâna sızıyor yaşanmışlıklarımız. Ve
alnımızı dayadığımız camların serinliği de yetmiyor ruhumuzun ateşini
düşürmeye.
“Günlerce korunaklı hale getirmek için çaba
harcadığın, üzerine titrediğin ne varsa, bir kısa an, hepsini silip götürecek.”
Tam da bu cümledeki gibi oluyor her şey. Bir rüzgâr tozunu kaldırıyor içimizin.
İçimiz ne kadar kalabalık, ne kadar çoğul. Bunca şeyi nasıl taşıyor insan diye
şaşırmıyoruz bile. Öyle gölgeler taşıyoruz ki içimizde, kımıldanmadıkları
sürece varlıklarından bile haberdar olmadığımız. Ve yaşadığımız günlerin sayısı
arttıkça o gölgelerle olan bağlarımız daha da sağlamlaşıyor. Mekânlar değiştiriyoruz,
yeni yüzlere gülümsüyoruz, kokular deniyoruz, hayatın sesine katıyoruz sesimizi.
Büyük bir gürültü oluşturuyoruz belki de duymamak için. Oysa bu gürültü bile
bastıramıyor içimizdeki sesi. Bu kadar uzak ve ayrı yaşanmışlıklar nasıl oluyor
da aynı anda kesişiyor? Yazar da soru cümlelerini sıkça kullanarak sorguluyor
bu kesişmeyi. Her okuyucu kendi sorularıyla içindeki sesi çözmek için yeni
yolculuklar başlatıyor.
En sonunda bulutlar kümeleniyor göğümüzde.
Her yaşanmışlıktan bir bulut. Onları dağıtıp dağıtıp topluyoruz. Bulut
aralıklarından bakıyoruz resimlere, bulutların arkasından dinliyoruz sesleri.
Hayat herkese aynı senaryoyu oynatan bir yönetmen gibi. Herkes kendince oynuyor
son sahneyi. Kimi bol bulutlu uzatmalı sahnelerde ruhunu avutacak görüntülere
sarılırken kimi öylece bırakıveriyor tüm bulutları.”Ruhu bir ipten geçirip
altındaki sandalyeyi iteleyip sallandırmak geçmişi.” kolay olmasa da tek
seçenek oluyor bazıları için. Ve herkesin bulutu kendi göğüne düşüyor. Kimse
bilmiyor bir başkasının bulutunu. Bulutları gezdiren rüzgâr her cama başka
şekilde dokunuyor. Bazılarına tıkırtılar bırakıp geçip giderken bazılarının
sırça saraylarını tuzla buz ediyor.
Hayatın süzgecini iyi
gözlemleyen Serkan TÜRK, bir iç âlemden konuşuyor “Rüzgârlı Camlar”da. Üst üste
yığılan düşünceler soru cümlelerine dönüşüyor. Farklı bir söz dizimi var
yazarın. Alışılmış okuma tarzını zorlasa da okuyucuya ayrı bir tad sunuyor cümleleri.
Okudukça tanışıyor kendi rüzgârıyla herkes. Ve her okuyucu senaryosuna yeni
sahneler ekliyor.
Fatma Esti
(Hece Öykü Dergisinde yer almıştır.)