31 Ocak 2016 Pazar

Öykülerde gizlenen şiir: Tanrı’nın Yalnız Kırları

Serkan Türk, “Tanrı’nın Yalnız Kırları” adlı kitabında “şiire mahkûm oluş ya da boyun eğiş” eşiklerini bilinçle atlamış. Şiire boyun eğerek öyküye boyun eğdirmemiş. Tolga Meriç’in yazısı…


Romanın ve öykünün kendi şiirinin olabileceği ama bunun anlatımda şairanelikle karıştırılmaması gerektiği çoktan hemfikir olunmuş, tartışmasız bir gerçek artık. Fakat son zamanlarda, romanlarında, öykülerinde, gizli bir şiiri sürdürenler çoğalmaya başladı. Özellikle son on yılda tanıdığımız, Barış Bıçakçı gibi önemli isimlerin yapıtlarında süren bu gizli şiir, okura bu yazarların o şiire mahkûm olduklarını da hissettiriyor. O şiire boyun eğişle “roman”ın boyun eğişi arasında umut kırıcı bir ilişki olabileceği hakkında kuşku da uyandırıyor okurda.
İki şiir kitabına sahip Serkan Türk’ün üçüncü öykü kitabı olan “Tanrı’nın Yalnız Kırları”nı okumaya başlarken de aynı nedenle kuşkuluydum açıkçası. Okurken büyük bir haz alsam da bunun etkisi kitap bittiği anda yitip gidebilirdi. Öyküler bütün dinamikleriyle birer öykü gibi sürmeyebilirlerdi içimde. Fakat öyle olmadı.
Daha ilk öyküden başlayarak şiirin varlığını Serkan Türk’te de görüyorsunuz. Üstelik söz etmeye çalıştığım o gizli şiirden dört beş kat daha belirgin yazarın şiiri. Fakat işte, o kritik “şiire mahkûm oluş ya da boyun eğiş” eşiklerini bilinçle atlamış bir şiir onunki. Şiirini öykülere bile isteye yedirmiş. Kimine güzel gelir, kimine fazla. O ayrı konu. Ama şiire boyun eğerek öyküye boyun eğdirmemiş. Bu çok önemli.
Yazarın bir başka önemli başarısı da, öykünün şiirini şairin şiirine yenik düşürmemiş olması. Şair Serkan Türk’ün yer yer fazla bulunabilecek şiirine rağmen, yazar Serkan Türk öykülerinin kendi şiirlerine de ulaşmış.
Bu konuda kitapta tek bir sorun var. Biraz tuhaf ama yazınsal anlamda yaşamsal bir sorun bu: Serkan Türk’ün şiiri, kitabın bütününe bakıldığında, tek bir şiir olmaktan çıkmış ve ikiye parçalanmış.
“Tanrı’nın Yalnız Kırları”nda on altı öykü var. İlk sekiz öyküde, neredeyse hiçbir şey olup bitmiyor. Olan biten her neyse, geçmişte kalmış. Fakat geçmişte ne olup bittiği de yazar tarafından sadece çekirdeği görünecek kadar, ustaca örtülmüş ve şiir tam da burada başlamış. O şiir, olan bitenin dışta değil içte yaşandığına ve bunun zaten hep böyle olduğuna ilişkin. Serkan Türk’ün kişileri karşılıklı iletişimin imkânsızlığının farkında olduğu ya da o imkânsızlığın acısını çektiği için böyle bu.
Yazarın ilk sekiz öyküde ulaştığı bu şiir, hiçbir öykücünün şiirine benzemiyor. Serkan Türk, öyküsünün bu özgün şiiriyle, insanın içinde olup bitenleri kalıcı bir etki bırakarak ve şaşırtarak anlatıyor.
Son sekiz öyküdeyse, bu önemli yazınsal damar, başka bir şiire doğru evriliyor ve ilk şiirde parçalanma başlıyor.
Dokuzuncu öykü “Kül”le onuncu öykü “Beni Bir Kere Çevirir misin?” sanki ikinci bir kitabı başlatıyor. Aynı şekilde “Mercan Hanımın Gözleri” de başka bir kitaba ait gibi. Çünkü bu öykülerde olan bitenler, sadece içte değil, dışarıda da olup bitiyor. Böylece, başka bir kitapta yerlerini çok iyi bulabilecek bu güzel öyküler, şiirleriyle önceki öykülerden ayrılarak, kendilerine sıra gelene kadar yükselmiş olan şiiri aşağı çekmeye, başka yöne saptırmaya ya da seyreltmeye başlıyorlar. “Çini ve Gölgeler” ya da “Tanrı’nın Yalnız Kırları” adlı öyküler kitabın ilk şiirini tekrar hatırlatıyorlar ama parçalanmanın önünü almaya doğal olarak güçleri yetmiyor.
Serkan Türk’ün öykülerine birçok başka açıdan da bakılabilir elbette. Kötürümleri, cüceleri, körleri, tecavüz mağduru çocukları nasıl olup da o kadar güzel yazabildiği düşünülebilir. Ya da doğanın bütün kitaba dağılışındaki başarının sırrı irdelenebilir.
Ama söz ettiğim konunun önem açısından ilk sıraya alınması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü çok güç bir iş olan “öyküde kendi şiirini bulma” işinin üstesinden başarıyla gelmiş bir yazarın, o şiiri görüp o şiirde diretmesi gerektiğine inanıyorum.

Tolga Meriç

egoist okur

13 Ocak 2016 Çarşamba

HERKESİ BAŞKA TÜRLÜ SAVURUR RÜZGÂR

Adı rüzgâr işte; ne yönden eseceği, nasıl eseceği hiç belli olmaz. Kimi zaman şarkıdaki gibi usul usul havalandırır pencerenin perdesini, kimi zaman da dağıtır ne var ne yoksa. İyi niyetli dokunuşlar yapsa da çoğu zaman, kırılır gerçekliğimiz. Perde havalanır, cam açılır; flu bir ekrandan seyre koyuluruz hayatı. Serkan TÜRK’ün öykülerinde olduğu gibi. 

Yitik Ülke Yayınlarından çıkan kitap, “soluyorsun” şiiriyle başlıyor. Her ne kadar öykü formatında olsa da aslında kitap baştan sona lirik bir şiiri yazıyor. Hayatın insanın önüne koyduğu bilmeceyi şiirsel bir duyarlılıkla anlatıyor yazar tüm öykülerinde.”Gözlerim yorgun bir bulut. Ağlasam, yağsam sesime üşüşür bütün ölü kuşlar.” , “Su da ağladı gidemeyiş öyküsüne.”ya da “Boşluğa bakacak yüzüm yüzüne dururken. Hep göz dolacak içim.”Bu şiirsel seslere çokça rastlıyoruz kitapta. Ve yazarın ruhundan sızdırdığı şiir, okuyucuyu da içine çekiyor.
            
                            “ Camlar, Rüzgârlar, Bulutlar

              Geçmişin şimdiyle kesiştiği ya da ayrıştığı görüntülere bakarız camlardan. Sanki bir başkası gibi izleriz içimizde olup bitenleri. Anıların ne zaman canlanacağı, ne zaman bizimle konuşacağı hiç belli olmaz. Çağrışımın coğrafyası sonsuz, sokakları karışıktır. Hafıza labirentinin hangi bölümlerinde gezindiğimizi bilemeyiz çoğu zaman.”Sokağınızı değiştirmekle dünyanızı değiştireceğinizi düşünüyorsunuz belki de.” diyor yazar bir öyküsünde. Ama değişmiyor ruhumuzun yükü. Herkes, ne düşmüşse hayattan payına yanında taşıyor bir ömür boyu. Her mekâna sızıyor yaşanmışlıklarımız. Ve alnımızı dayadığımız camların serinliği de yetmiyor ruhumuzun ateşini düşürmeye.
              “Günlerce korunaklı hale getirmek için çaba harcadığın, üzerine titrediğin ne varsa, bir kısa an, hepsini silip götürecek.” Tam da bu cümledeki gibi oluyor her şey. Bir rüzgâr tozunu kaldırıyor içimizin. İçimiz ne kadar kalabalık, ne kadar çoğul. Bunca şeyi nasıl taşıyor insan diye şaşırmıyoruz bile. Öyle gölgeler taşıyoruz ki içimizde, kımıldanmadıkları sürece varlıklarından bile haberdar olmadığımız. Ve yaşadığımız günlerin sayısı arttıkça o gölgelerle olan bağlarımız daha da sağlamlaşıyor. Mekânlar değiştiriyoruz, yeni yüzlere gülümsüyoruz, kokular deniyoruz, hayatın sesine katıyoruz sesimizi. Büyük bir gürültü oluşturuyoruz belki de duymamak için. Oysa bu gürültü bile bastıramıyor içimizdeki sesi. Bu kadar uzak ve ayrı yaşanmışlıklar nasıl oluyor da aynı anda kesişiyor? Yazar da soru cümlelerini sıkça kullanarak sorguluyor bu kesişmeyi. Her okuyucu kendi sorularıyla içindeki sesi çözmek için yeni yolculuklar başlatıyor.

              En sonunda bulutlar kümeleniyor göğümüzde. Her yaşanmışlıktan bir bulut. Onları dağıtıp dağıtıp topluyoruz. Bulut aralıklarından bakıyoruz resimlere, bulutların arkasından dinliyoruz sesleri. Hayat herkese aynı senaryoyu oynatan bir yönetmen gibi. Herkes kendince oynuyor son sahneyi. Kimi bol bulutlu uzatmalı sahnelerde ruhunu avutacak görüntülere sarılırken kimi öylece bırakıveriyor tüm bulutları.”Ruhu bir ipten geçirip altındaki sandalyeyi iteleyip sallandırmak geçmişi.” kolay olmasa da tek seçenek oluyor bazıları için. Ve herkesin bulutu kendi göğüne düşüyor. Kimse bilmiyor bir başkasının bulutunu. Bulutları gezdiren rüzgâr her cama başka şekilde dokunuyor. Bazılarına tıkırtılar bırakıp geçip giderken bazılarının sırça saraylarını tuzla buz ediyor.

               Hayatın süzgecini iyi gözlemleyen Serkan TÜRK, bir iç âlemden konuşuyor “Rüzgârlı Camlar”da. Üst üste yığılan düşünceler soru cümlelerine dönüşüyor. Farklı bir söz dizimi var yazarın. Alışılmış okuma tarzını zorlasa da okuyucuya ayrı bir tad sunuyor cümleleri. Okudukça tanışıyor kendi rüzgârıyla herkes. Ve her okuyucu senaryosuna yeni sahneler ekliyor.

Fatma Esti
(Hece Öykü Dergisinde yer almıştır.)

Ömer Kaya yazdı: ÇIKIŞI ARAYANLAR İÇİN BİR ROMAN: AUSGANG

Romanın Konusu: Alışılmış düzende olaya yaslanan, kolay özetlenebilir pek çok metin okumuşuzdur. Bu minvalde çoğu metin, toplumsal bir mesel...