19 Ocak 2018 Cuma

Serkan Türk: Mekânın kışkırtıcılığı yeni şeyler söyletir!

Serkan Türk’ün Yitik Ülke Yayınları’ndan yeni baskısıyla çıkan öykü kitabı “Bak Önümüzde Yeni Bir Mevsim”, hislerin peşinden giden bir eser. Türk’le “Bak Önümüzde Yeni Bir Mevsim” üzerine konuştuk.
Nida Dinçtürk  nidadincturk@gmail.com
DUVAR – Öyküyü, edebi bir tür olarak tamamen insanla bağdaştırmak hatalı olsa bile, bir ifade olarak çok insanı çağrıştıran, insanla bağlantılı algılanan bir yapı olduğu söylenebilir. İnsana dair her şey bir öyküden ibaret: attığı adımlar, geçtiği yollar, çay bardağını dudaklarına götürüşü, bir bakışı bazen bir iç çekişi, sevişi, öfkesi… “Bak Önümüzde Yeni Bir Mevsim”in Yitik Ülke Yayınları’ndan çıkan yeni baskısı sayesinde yeniden karşılaştığımız Serkan Türk, öykünün bu insana dair halini okura aktaran başarılı bir kalem.
12 öyküden oluşan “Bak Önümüzde Yeni Bir Mevsim”, bir istisna dışında birbiriyle kesişmeyen, farklı izlerin peşinden giden öykülerden mürekkep. Öznesinde her zaman insanı tutmayı başarırken zaman ve mekan her defasında başarıyla kullanılmış bir nesneye dönüşüyor. Bu üç ögeyi de öykülerinde her zaman en uygun şekilde konumlandırmayı başaran Türk, hisleri ise bir esinti gibi serpiştiriyor. Okurunu, oluşturduğu atmosferde bir köşeye yerleştiriyor, sonrasında onu bir yelle karşı karşıya bırakıyor. O yel, bazen bir koku oluyor, bazen bir his, bazen bir ısı. Bir şekilde okura geçiyor ve zihninde tüm boyutları tamamlıyor.

Özlemlerin, kayıpların, öfkelerin, yani hislerin peşinden gidiyor Serkan Türk. Birbirimize ettiğimiz eziyetleri, çok masum görünen eylemlerle birbirimizi nasıl da taciz ettiğimizi fark ettiriyor. Serkan Türk, bir insanın zamanın içinde öylece duruşunu tasvir edişinin yanı sıra parmaklarını insanların birbirleriyle temas ettikleri noktalarda gezdiriyor. Tüm bunları yaparken Türk’ün şair kimliği, bir kez daha kendini hatırlatıyor. Öyküler, ağdalanmaya kaçmayan dingin tasvirlerle dünyasını zenginleştiriyor. Söylemesi gerekenden fazlasını söylemeye uğraşmıyor.
“Bak Önümüzde Yeni Bir Mevsim”, birer fotoğraf karesi gibi hatırlanabilecek öyküleriyle, yeni bir yılın kapısında, yeni bir baskıyla, yeniden karşımızda. Serkan Türk ile “Bak Önümüzde Yeni Bir Mevsim”e dair ettiğimiz sohbete buyurun.
“Hitler ve Yoldaki Üç Kişi” öykünüzde yaşanan tartışma, akla çekirdek çitleyen eşek heykelini getiriyor. Bu öyküyü yazdıran şey, o heykelin de yapılmasına sebep olan şey miydi?
“Hitler ve Yoldaki Üç Kişi” adlı öykümü 2011 yılında Berlin’de karşılaştığım bir protesto gösterisi sırasında aklıma gelen bir fikir üzerine kaleme almıştım. Günlük hayatımızı yaşarken birbirimize karşı anlayışımızı nasıl yitirdiğimizi, düşünce dünyamızın çeşitli kodlarla nasıl şekillendiğini ve ön yargılarımız nedeniyle nasıl takıntılı tiplere dönüştüğümüzü göstermek istemiştim bu öyküyle. Burada, genç adam ve onunla aynı kompartımanı paylaşan insanların yolculuk boyunca yaptıkları konuşmalar üzerinden toplumsal baskının fotoğrafını çekmek mümkün. Oysa bazı insanlar sadece duyumsamak, dinlemek ve hissetmek için yaşarlar. Geçmişin güzel anlarını çoğaltarak, anlatarak, hep güzel devam ediyormuş gibi.
“Son Durak” öykünüzde ise “Bir anı anlatıldığında yitirilmiş oluyor” ifadesi çarpıcı. Bunu, yaşananların anlatıldıkça duygusunu ve özel olma halini yitirdiği anlamında yorumlasak yanlış mı olur? Duygular için söylenen “Paylaştıkça çoğalır” lafı, ekonomik bir yalan mıdır?
Ayrılık anında söylenemeyen sözleri, en tutkulu şekilde yaşarken yarım bıraktığımız aşkları, ani kayıplarla karşılaştığımızda ne yapacağımızı bilemediğimiz o anları düşünün. Yaşanmayan şeyler dolduruyor günlerimizi. İnsan hayal ediyor. Eksik bırakıldıkça, düşünce dünyamızda daha çok yer kaplar hale geliyor. Oysa anlattıkça azaldığını hissederiz. Mutluluk ve huzur bulduğumuz o kısacık anlar geride kalmaya mahkûmdur çünkü. Paylaştıkça azalır anlar, çoğalma isteğimiz.
‘ÖLÜMÜ KİMSEYE YAKIŞTIRAMIYORUM’
Öykülerin bir kısmı Almanya’da, özellikle Berlin’de yazılmış. Berlin sizin için nasıl bir şehirdir? Berlin’le nasıl bir bağınız var?
Bu sorunun yanıtı da aslında bir hikâye gibi. Kitapta yer alan öykülerden biri “Berlin nasıl?” sorusuyla başlıyor. Öyküyü yazana kadar bir gün yolum mutlaka düşer dediğim şehirlerden biri bile değildi Berlin. Wannsee’nin Mavi Suları’nı yazdıktan iki gün sonra bir e-posta aldım. İleti, Berlin’de yayın hayatını sürdüren Freitext isimli bir dergiden geliyordu. Daha önce adını duymadığım bu dergi birlikte bir projede çalışmayı öneriyordu. O dönemde Ada dergisinin editörlüğünü sürdürüyordum. Bir süre sonra dergi ekibinden arkadaşlarla önce İstanbul’da buluştuk. Uzun uzun neler yapabiliriz konularında fikir alışverişi yaptık.
Kısa süre sonra hikâyeme konu olan kenti görme fırsatı yakaladım. İki yıl boyunca ara ara Almanya’ya çeşitli etkinlikler için gitme olanağı da buldum. Orada yaşayan ve yolu Berlin’den geçen edebiyatçıların bazılarıyla tanışma fırsatı yakaladım. Kent olarak etkileyici bir yer olduğunu söyleyebilirim. Trabzon’da yaşıyorum, biliyorsunuz. Trabzon dediğimde aklınızda yeşilin farklı tonları ve ormanlık alanlar canlanıyor olabilir ama öyle değil. Ülkemizdeki betonlaşma benim yaşadığım kentte de bir salgın gibi yayıldı. Nefes alabileceğimiz bir avuç alan kaldı kent meydanında. Berlin’de beni en çok etkileyen şeylerin başında geniş parklar ve bahçelerin çokluğu geliyor. Mekânın kışkırtıcılığı yeni şeyler söylemenize neden olur. Oraya her gittiğimde dosyama yeni öyküler eklendi. İşte, bu kitabın büyük bölümü o yolculukların sonucu ortaya çıktı.

Kitapta ölen kadın imgesi çok dikkat çekici. Üstelik bu kadınlar çoğu kez erkek şiddeti ya da terör saldırısı gibi toplumsal olarak yaralı olduğumuz sebeplerden ölmüyor. Bu bana aslında her ne şekilde olursa olsun ölümü kadınlara yakıştıramadığınızı hissettiriyor. Bir kadının ölümünün yarattığı boşluğun başka türlü olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Ölümü kadın ya da erkek ayırmaksızın kimseye yakıştıramıyorum. Yaşlılık vb. gibi nedenlerin dışındaki ölümler üzerine ciddi bir zaman düşündüğümü söyleyebilirim. Çocukluk yaşlarımda annesi ölen arkadaşlarımın nasıl bir ev hayatlarının olduğunu merak ederdim. Annenin yokluğu evin yokluğuna denk geliyordu zihin dünyamda. Sonra sadece annelerin değil, kundaktaki bebelerin ölümlerine alıştırıldık. Genç insanların sağlıklı bir hayatı yaşadıklarını düşündüğümüz bir anda ölümle sınanmaları, cinayete kurban gitmeleri, kaza geçirmeleri, terör saldırısında yaşamlarını yitirmeleri ve geriye sadece yakınların hissedeceği bir enkaz kalması dayanılır bir şey değil. Bak Önümüzde Yeni Bir Mevsim’de yer alan öykülerde de sezgisel olarak bu his kaybının üzerine gitmeye çalıştım.
“Küçük Şeyler” öykünüz, çocuk sahibi olmayan kadınlar konusunu akla getiriyor. Sizi kendi silahınızla vurup sorayım: Sizce bir kadın zaten mecbur olmamasının haricinde neden çocuk sahibi olmak istemez?
Bir öykü birden çok soruyu ve yanıtı insanın aklına getiriyorsa yapması gereken şeye ulaştığını düşünebiliriz. Çocuk doğurmaktan korkan, vazgeçen bir kadının başkalarının bu mutlu anlarını fotoğraflayarak yaşamını sürdürmesi, bunu bir mesleğe dönüştürmesi konu ediliyor bahsi geçen öyküde. Sizin sorduğunuz soruyu ben de soruyorum bazen çevremdekilere. Çekip gitmek kolay olsun diyorlar. Bir kimsesizliği sahiplenmek daha kolay diyorlar. Her mahallede, ailede kendi çocuğu olmadığı halde sizi bağrına sıkıca basıp yaşama devam edecek gücü bulan kadınlar yok mu? Dünya ağrısı diye bir şeyin varlığından bahsediyorlar sonra. Sanırım insan o ağrının büktüğü bilek.

8 Ocak 2018 Pazartesi

Şair, yazar ve radyocu Serkan Türk’ün, Esra Durukan’a edebiyata dair verdiği samimi söyleşiyi sizler için derledik. Çok samimi açıklamalarıyla günümüz yazarlarından sıyrılan Türk’ün bu söyleşisini keyifle okuyacaksınız.

**İnsanın benzediği ağaçtır diyorsunuz. Ve ağaçların soyundan geldiğinizi söylüyorsunuz. Benzer dizeye Furuğ'da rastlamıştım. Ağaç ve kalem ve yazmak arasında sizce nasıl bir akrabalık var?






**Şairler dervişlerin kardeşidir derler. Uzun ruhlu bir cüce hem yerli hem göklü bir ifade. Sonsuzluğu ve çaresizliği aynı anda imgeliyor. Şiir yazarken yüceldiğinizi hissediyor musunuz?

Yücelmek değil de bir noktada ufaldığımı, yok olduğumu hissediyorum. Küçücük gövdemizle, kalbimizle sırtlamaya çalıştığımız dünya bize her seferinde ne kadar ufak olduğumuzu gösteriyor. Hayatın hangi aşamasında gövdemiz bir güçlüğü aşıyor? Şiir yazarken devinim sürüyor. Bu dünyanın devinimi, gövdemin devinimi. ‘Yaşam dediğimiz biraz incinmişliktir belki’, diyen de ben değil miyim? Her şeye rağmen incitmeyi de, incinmeyi de göze aldığımı biliyorum.

**Yazarken dünyayı bir anlığına değiştirebilirken geçmişinizi bir santim yerinden oynatamıyorsunuz der Tomris Uyar. Edebiyat değiştirir. Peki, sizce geçmiş yazarak telafi edilebilir mi?

‘Anılar bitmez, bizi dönüştürür’ü de söyleyen benim. Yazarken belli bir zamanı olduğu andan koparıp geleceğe de taşırız. Telafisi mümkün olmayan geçmiş, geleceği kurmaya çalışanlar için kılavuza dönüşebilir. Edebiyat iyileştirir boşuna demiyorlar. Onca savaş görmüş uygarlık her seferinde yeniden kalkıp ayağa kendine yollar açabiliyor. İnsan da kendi yıkıklarından oluşmuyor mu? Ruhunun iskeletini görmüş biri için acı hatıra yoktur. Yaşanacak gelecek vardır sadece.

**’Sanki kocaman kulağıydım evrenin’ diyorsunuz bir dizenizde. Bu şiirin müzikle, sesle olan ilişkisini mi kast eder?

Yazarın, şairin sesi ritimsiz ve müziksiz düşünülemez bana kalırsa. Yazdığınız her dize aynı zamanda evrenin sonsuzluğunda bir melodiye denk geliyor olmalı. Belki bazıları bağırmaktan hoşlanıyor, yüksek sesle yıkacaklarını sanıyorlar duvarları. Bunca yıl sonra hayatta bulduğum şey bir fısıltı oysa. Onun müziği ile ulaşmaya çalıştıklarımsa duvarın öbür yanında. Şiir toz zerreciği gibi içimizde oradan oraya uçup gidiyor.


** Sık seyahat eden bir yazar olarak, bir mekâna bağlı kalarak yazmak mı yoksa yol halindeyken yazmak mı daha yaratıcı oluyor?

Mekânın kışkırtıcılığı şüphesiz bir avantajdır. İlk defa gittiğiniz bir yerde gözünüz gönlünüz daha bir açıktır. Farklı olanı hemen bulursunuz. Edebiyatımın temelini oluşturan şey yolda olma hali de diyebiliriz. Yol beni işaretlere, hikâyelere ulaştırıyor. Kendimi her yolculukta başka bir şeyin içinde buluyorum. Belki de geçmişte çekilmiş bir fotoğraf karesidir hayatımız. Uzak bir yılda dönüp birinin baktığı.

**Şiirlerinizde mekân olarak otogarlar, balkonlar ve evlerin içleri de geçiyor. Şiir fotoğrafı çekilmeyen anlarla ilgili midir? Yoksa sanıldığı gibi sokakta mıdır?

Şiir sokakta kavramı pek tartışmalı bir konu. Şiir insanın varlığını sürdürdüğü her yerde şüphesiz, hatta bulunmadığı yerlerde daha çok. Ben onu kalabalıklarda da görüyorum, tenhada da. Kımıldayan, duran, çarpan, söze dönüşen, tebessüm eden, dudağın titrekliğinde, alındaki kırışıklıkta. Ev içlerinde, pencerelerde, balkonlarda, uzayıp giden yolda, bakıp durduğumuz tavanda. İç sıkıntısında, gönlün genişliğinde. A’dan başlayan Z’de biten alfabenin bütününde yer aldığını öğrendiğim günden beri peşindeyim.

**Sait Faik ‘yazmasaydım çıldıracaktım,’ der. Yazarın kalemini bir süre için elinden alsak, yaratıcılığını sürdürmek için ne yapardı, ne ederdi?

Benim radyocu olduğum gerçeğini ıskalayarak böyle bir soru sorduğunu varsayıyorum. Uzun yıllar programlarımda daha önce yazmadığım sayısız hikâyeler anlattım. Yazarken ve konuşurken aynı dili tercih ediyorum. Hep anlatan, dinlemek isteğini de bu şekilde ifade eden. Sanırım yine geceleri düş kurmakta zorlananlar, kalbi sıkışanlar, kulağı paslananlar için aralardım sözcüklerin kapısını.

** Bir sanatçının en büyük mutluluğu eserini izlemektir derler. Yazarın mutluluğu nasıldır? (Sadece okur üzerinde bıraktığı etki değil kitaplarınızın sevdiğiniz yazarlarla aynı rafta olması büyük bir gurur olmalı)

Soruyu sorarken yanıtını da vermişsiniz. Günlerce gözünüzün önünde serpilen sözcüklerin, cümlelerin, dizelerin birilerine ulaşması eşsiz bir şey. Ummadığınız evlere giriyor kitaplarınız, bilmediğiniz insanların dünyasından geçiyor. Bu az şey midir? Kitapçı vitrinlerinde, raflarında çok sevdiğiniz, yazdıklarını tekrar tekrar okuduğunuz yazar ve şairlerle bir arada durması da şüphesiz çok güzel bir duygu.


** Öykülerinizde şiirsel dil vurgulanırken kurgu konusundan daha az söz ediliyor. Bunu neye bağlıyorsunuz?

Şiir malumunuz edebiyatın zirve noktası. Günümüzde lirizmi daha çok aşağılamak, değersizleştirmek için kullanan bir takım insanlar var. Lirik olunca basit, sığ olduğunu düşünüyorlar sanırım. Şiirsel vurgu konusunu öne çıkaranlarsa metnin ruhunu, dilin ve anlatımın etkisinin tesirinden bahsediyorlar. Giderek hissizleştiğimiz böyle bir dünyada anlatılandan ziyade hisler ön plana çıkıyor ki bu da benim öyküde tercih ettiğim şey. Okurun yakalandığı ilk şey duygunun çarpıcılığı oluyor. Daha sonra anlattığım olayın kurgusuna ve derinliğine kafa yoruyorlar.

** Bak önümüzde yeni bir mevsim kitabınızdaki karakterler için hayatın daha çok içinde oldukları şeklinde yorumlar yapıldı. Bu bilinçli bir tercih miydi? Bir yazar ürettikçe ayakları yere daha mı sağlam basar yoksa alışmaz, uyumsuzlaşır mı?

İlk öykülerim yirmili yaşların başında yayımlandı. O zaman dünya gözümün içinde çok az yer kaplıyordu. Aradan geçen yıllar gözümün ışığına değip geçmedi sadece içimde de yer kapladı. Kafamın içinde günlerce gezdirdiğim karakterleri yakından tanımaya çabaladım. Sokakta, okulda, çalışma ortamında, alışveriş merkezinde, yolculuk zamanlarında karşılaştığım, haberlere konu olan onlarcasını tüm kusurlarıyla tanıyor ve belli bir duygu mesafesinde hikâyeme konuk ediyorum. Bak Önümüzde Yeni Bir Mevsim kendi bütünlüğünde biraz daha büyüdüğüm, kendimi yetişkin olarak ortaya koyma isteğimin ön plana çıktığı öykülerden oluşuyor. İster istemez yazıda da hayatın sınırları içinde de uyumsuzluklarınız, sivri yanlarınızın varlığını saklamaz hale geliyorsunuz.

**İyi eserler, iyi eserler yazdırır. Bir kaç defa okuduğunuz yeri değişmeyen, başucu, kurtarıcı kitaplarınız var mı?

Geçtiğimiz günlerde bir programda ilkokul öğrencileriyle buluştum. Orada bana 5.sınıf öğrencisi şuna benzer bir soru yöneltti. Okuduğunuz bir kitap yüzünden mi yazar olmaya karar verdiniz. Ben de bir kitap, bir yazarı değil birçok kitap yazarı okuduğum için yazar olmaya karar verdiğimi söyledim. Okurken sizi düşündüren, yeni şeyler söyleten kitaplar varsa hayat daha güzel. Ursula Le. Guin’i, Thomas Bernhard’ı, Gabriel Garcia Marguez’i, Paul Auster’ı, Latife Tekin’i, Hasan Ali Toptaş’ı, Tezer Özlü’yü, Emine Sevgi Özdamar’ı, Bilge Karasu’yu dönüp zaman zaman okurum.

Ömer Kaya yazdı: ÇIKIŞI ARAYANLAR İÇİN BİR ROMAN: AUSGANG

Romanın Konusu: Alışılmış düzende olaya yaslanan, kolay özetlenebilir pek çok metin okumuşuzdur. Bu minvalde çoğu metin, toplumsal bir mesel...