Serkan Türk’ün Yitik Ülke Yayınları’ndan yeni baskısıyla çıkan öykü kitabı “Bak Önümüzde Yeni Bir Mevsim”, hislerin peşinden giden bir eser. Türk’le “Bak Önümüzde Yeni Bir Mevsim” üzerine konuştuk.
Nida Dinçtürk nidadincturk@gmail.com
DUVAR – Öyküyü, edebi bir tür olarak tamamen insanla bağdaştırmak hatalı olsa bile, bir ifade olarak çok insanı çağrıştıran, insanla bağlantılı algılanan bir yapı olduğu söylenebilir. İnsana dair her şey bir öyküden ibaret: attığı adımlar, geçtiği yollar, çay bardağını dudaklarına götürüşü, bir bakışı bazen bir iç çekişi, sevişi, öfkesi… “Bak Önümüzde Yeni Bir Mevsim”in Yitik Ülke Yayınları’ndan çıkan yeni baskısı sayesinde yeniden karşılaştığımız Serkan Türk, öykünün bu insana dair halini okura aktaran başarılı bir kalem.
12 öyküden oluşan “Bak Önümüzde Yeni Bir Mevsim”, bir istisna dışında birbiriyle kesişmeyen, farklı izlerin peşinden giden öykülerden mürekkep. Öznesinde her zaman insanı tutmayı başarırken zaman ve mekan her defasında başarıyla kullanılmış bir nesneye dönüşüyor. Bu üç ögeyi de öykülerinde her zaman en uygun şekilde konumlandırmayı başaran Türk, hisleri ise bir esinti gibi serpiştiriyor. Okurunu, oluşturduğu atmosferde bir köşeye yerleştiriyor, sonrasında onu bir yelle karşı karşıya bırakıyor. O yel, bazen bir koku oluyor, bazen bir his, bazen bir ısı. Bir şekilde okura geçiyor ve zihninde tüm boyutları tamamlıyor.
Özlemlerin, kayıpların, öfkelerin, yani hislerin peşinden gidiyor Serkan Türk. Birbirimize ettiğimiz eziyetleri, çok masum görünen eylemlerle birbirimizi nasıl da taciz ettiğimizi fark ettiriyor. Serkan Türk, bir insanın zamanın içinde öylece duruşunu tasvir edişinin yanı sıra parmaklarını insanların birbirleriyle temas ettikleri noktalarda gezdiriyor. Tüm bunları yaparken Türk’ün şair kimliği, bir kez daha kendini hatırlatıyor. Öyküler, ağdalanmaya kaçmayan dingin tasvirlerle dünyasını zenginleştiriyor. Söylemesi gerekenden fazlasını söylemeye uğraşmıyor.
“Bak Önümüzde Yeni Bir Mevsim”, birer fotoğraf karesi gibi hatırlanabilecek öyküleriyle, yeni bir yılın kapısında, yeni bir baskıyla, yeniden karşımızda. Serkan Türk ile “Bak Önümüzde Yeni Bir Mevsim”e dair ettiğimiz sohbete buyurun.
“Hitler ve Yoldaki Üç Kişi” öykünüzde yaşanan tartışma, akla çekirdek çitleyen eşek heykelini getiriyor. Bu öyküyü yazdıran şey, o heykelin de yapılmasına sebep olan şey miydi?
“Hitler ve Yoldaki Üç Kişi” adlı öykümü 2011 yılında Berlin’de karşılaştığım bir protesto gösterisi sırasında aklıma gelen bir fikir üzerine kaleme almıştım. Günlük hayatımızı yaşarken birbirimize karşı anlayışımızı nasıl yitirdiğimizi, düşünce dünyamızın çeşitli kodlarla nasıl şekillendiğini ve ön yargılarımız nedeniyle nasıl takıntılı tiplere dönüştüğümüzü göstermek istemiştim bu öyküyle. Burada, genç adam ve onunla aynı kompartımanı paylaşan insanların yolculuk boyunca yaptıkları konuşmalar üzerinden toplumsal baskının fotoğrafını çekmek mümkün. Oysa bazı insanlar sadece duyumsamak, dinlemek ve hissetmek için yaşarlar. Geçmişin güzel anlarını çoğaltarak, anlatarak, hep güzel devam ediyormuş gibi.
“Son Durak” öykünüzde ise “Bir anı anlatıldığında yitirilmiş oluyor” ifadesi çarpıcı. Bunu, yaşananların anlatıldıkça duygusunu ve özel olma halini yitirdiği anlamında yorumlasak yanlış mı olur? Duygular için söylenen “Paylaştıkça çoğalır” lafı, ekonomik bir yalan mıdır?
Ayrılık anında söylenemeyen sözleri, en tutkulu şekilde yaşarken yarım bıraktığımız aşkları, ani kayıplarla karşılaştığımızda ne yapacağımızı bilemediğimiz o anları düşünün. Yaşanmayan şeyler dolduruyor günlerimizi. İnsan hayal ediyor. Eksik bırakıldıkça, düşünce dünyamızda daha çok yer kaplar hale geliyor. Oysa anlattıkça azaldığını hissederiz. Mutluluk ve huzur bulduğumuz o kısacık anlar geride kalmaya mahkûmdur çünkü. Paylaştıkça azalır anlar, çoğalma isteğimiz.
‘ÖLÜMÜ KİMSEYE YAKIŞTIRAMIYORUM’
Öykülerin bir kısmı Almanya’da, özellikle Berlin’de yazılmış. Berlin sizin için nasıl bir şehirdir? Berlin’le nasıl bir bağınız var?
Bu sorunun yanıtı da aslında bir hikâye gibi. Kitapta yer alan öykülerden biri “Berlin nasıl?” sorusuyla başlıyor. Öyküyü yazana kadar bir gün yolum mutlaka düşer dediğim şehirlerden biri bile değildi Berlin. Wannsee’nin Mavi Suları’nı yazdıktan iki gün sonra bir e-posta aldım. İleti, Berlin’de yayın hayatını sürdüren Freitext isimli bir dergiden geliyordu. Daha önce adını duymadığım bu dergi birlikte bir projede çalışmayı öneriyordu. O dönemde Ada dergisinin editörlüğünü sürdürüyordum. Bir süre sonra dergi ekibinden arkadaşlarla önce İstanbul’da buluştuk. Uzun uzun neler yapabiliriz konularında fikir alışverişi yaptık.
Kısa süre sonra hikâyeme konu olan kenti görme fırsatı yakaladım. İki yıl boyunca ara ara Almanya’ya çeşitli etkinlikler için gitme olanağı da buldum. Orada yaşayan ve yolu Berlin’den geçen edebiyatçıların bazılarıyla tanışma fırsatı yakaladım. Kent olarak etkileyici bir yer olduğunu söyleyebilirim. Trabzon’da yaşıyorum, biliyorsunuz. Trabzon dediğimde aklınızda yeşilin farklı tonları ve ormanlık alanlar canlanıyor olabilir ama öyle değil. Ülkemizdeki betonlaşma benim yaşadığım kentte de bir salgın gibi yayıldı. Nefes alabileceğimiz bir avuç alan kaldı kent meydanında. Berlin’de beni en çok etkileyen şeylerin başında geniş parklar ve bahçelerin çokluğu geliyor. Mekânın kışkırtıcılığı yeni şeyler söylemenize neden olur. Oraya her gittiğimde dosyama yeni öyküler eklendi. İşte, bu kitabın büyük bölümü o yolculukların sonucu ortaya çıktı.
Kitapta ölen kadın imgesi çok dikkat çekici. Üstelik bu kadınlar çoğu kez erkek şiddeti ya da terör saldırısı gibi toplumsal olarak yaralı olduğumuz sebeplerden ölmüyor. Bu bana aslında her ne şekilde olursa olsun ölümü kadınlara yakıştıramadığınızı hissettiriyor. Bir kadının ölümünün yarattığı boşluğun başka türlü olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Ölümü kadın ya da erkek ayırmaksızın kimseye yakıştıramıyorum. Yaşlılık vb. gibi nedenlerin dışındaki ölümler üzerine ciddi bir zaman düşündüğümü söyleyebilirim. Çocukluk yaşlarımda annesi ölen arkadaşlarımın nasıl bir ev hayatlarının olduğunu merak ederdim. Annenin yokluğu evin yokluğuna denk geliyordu zihin dünyamda. Sonra sadece annelerin değil, kundaktaki bebelerin ölümlerine alıştırıldık. Genç insanların sağlıklı bir hayatı yaşadıklarını düşündüğümüz bir anda ölümle sınanmaları, cinayete kurban gitmeleri, kaza geçirmeleri, terör saldırısında yaşamlarını yitirmeleri ve geriye sadece yakınların hissedeceği bir enkaz kalması dayanılır bir şey değil. Bak Önümüzde Yeni Bir Mevsim’de yer alan öykülerde de sezgisel olarak bu his kaybının üzerine gitmeye çalıştım.
“Küçük Şeyler” öykünüz, çocuk sahibi olmayan kadınlar konusunu akla getiriyor. Sizi kendi silahınızla vurup sorayım: Sizce bir kadın zaten mecbur olmamasının haricinde neden çocuk sahibi olmak istemez?
Bir öykü birden çok soruyu ve yanıtı insanın aklına getiriyorsa yapması gereken şeye ulaştığını düşünebiliriz. Çocuk doğurmaktan korkan, vazgeçen bir kadının başkalarının bu mutlu anlarını fotoğraflayarak yaşamını sürdürmesi, bunu bir mesleğe dönüştürmesi konu ediliyor bahsi geçen öyküde. Sizin sorduğunuz soruyu ben de soruyorum bazen çevremdekilere. Çekip gitmek kolay olsun diyorlar. Bir kimsesizliği sahiplenmek daha kolay diyorlar. Her mahallede, ailede kendi çocuğu olmadığı halde sizi bağrına sıkıca basıp yaşama devam edecek gücü bulan kadınlar yok mu? Dünya ağrısı diye bir şeyin varlığından bahsediyorlar sonra. Sanırım insan o ağrının büktüğü bilek.