30 Kasım 2012 Cuma

Serkan Türk'ün Üçüncü Öykü Kitabı Tanrı'nın Yalnız Kırları


Tanrı'nın Yalnız Kırları Mahalle meydanlarından, sokağın kuytusuna inip, oradan Tanrının yalnız kırlarına uzanan bir okuma yolculuğuna çağırıyor Serkan Türk bizi. "İçimiz Çölse Biri Geçmiştir"in şairi geçtiği yerleri çöle çeviren insanların dünyasında, Tanrı'nın yalnızca kırlara bahşettiği umudu öyküye taşıyor. "Serkan Türk üçüncü öykü kitabıyla kendi öykü serüveninin zirvesinde."


20 Kasım 2012 Salı

Ağaç gölgeleri, yaprak hışırtıları


Uzak geçmişte yitip giden çocukluk... Hüznün kuşattığı onlarca öykü var 'Uzak Yaz'da


Şiir ve öykü dünyasından gelen ince söyleyiş ve imgeleriyle dikkat çeken Serkan Türk özellikle ‘Rüzgârlı Camlar’ adlı öykü kitabıyla adından söz ettirmişti. Yazarın ilk öykü kitabı olma içtenliğini taşıyan ‘Uzak Yaz’ da geçenlerde yeni bir basımıyla okurlarla buluştu. 


‘Uzak Yaz’ yüreğinde bir şairin evrenini taşıyan yazar Serkan Türk’ün şiire çok yakın duran anlatımlarıyla ve imgeleriyle incecik örüp dokuduğu öykülerden oluşuyor. İnsani durumlardan insani dramlara uzanan yolda genç öykücünün duyarlılıkla ve incelikli bir gözlem gücüyle, pek çok insan tarafından fark edilemeyen ayrıntılarda yoğunlaşan yaşamı, tüm şiirselliği ve felsefi derinliğiyle dile getirdiğini görüyoruz. İnsanın ruhsal dünyasının anlatımlarının ve ifadesinin önemli yeri var bu öykülerde. Öykülerin pek çoğunun 2. tekil kişiye hitaben yazıldığı görülüyor. Bu durum, öykülere içtenliğin ve naifliğin kapılarını açıyor. Aynı zamanda bir mektubun ya da bir anı defterinin satırları arasında kayboluyoruz duygusu sarıyor içimizi bütün gizemiyle. 

Öykülerinde çocukluk ve ilkgençlik izlenimlerinin ardına düşen yazarla birlikte okur da yitik bir zamanın ardına düşüp geçmişe yolculuğa çıkıyor. Uzak geçmişte yitip giden çocukluk zamanına açılan loş pencereler, serin bahçeler… Ağaç gölgeleri ve yaprak hışırtıları… Uzakta kalmış ama yürekte sızılı izler bırakmış çocukluk aşkları… İç acıtan bir hüznün kuşattığı onlarca öykü var ‘Uzak Yaz’da. Serkan Türk bu hüzün duygusunu şiirselliğin yumuşak üslubu içinde eriterek veriyor. Bazen bir intiharın ardından zamansal geri dönüşlerle, yaşanan geçmiş, şiirsel dilin sunduğu anlam ve imge zenginliğiyle okurun yüreğinde çoğaltıyor hüznünü. Kahramanların yalnız ve hayatın kıyısında duran kişiler oluşu da ilgi uyandırıyor. 
Karyolanın Soğuk Demirleri öyküsünde başarılı zaman geçişleriyle, olay zamanlarını parçalayarak kurgulayan yazar, hem modern ve özgün bir öykü metni oluşturmuş oluyor hem de ruhsal sorunları olan yaşlı bir adamın bilincinden, onun zihninin içinden yansıyanları gösteriyor. Yaşlı adamın klinikten kaçmış olduğunu; zaman kırılmalarıyla, parça parça görüntülerle fark ettiriyor. Tomris Uyar’ın dikkat çektiği “öyküdeki aydınlanma anlarını” okura derinden yaşatıyor. İleri-geri sarılan zamanda savrulan öykü kişisinin çok derin bir acıyı nasıl içselleştirdiğine dikkat toplamayı başarıyor. Bebek ve İlkel Ağrı öykülerinde aynı olayı farklı açılardan göstermeyi deneyimliyor yazar; bu öykülerde özneler yer değiştiriyor, böylece yaşanmış aynı anlar içindeki farklı derinliklere ve yoğun anlamlara açılıyoruz. 

Kitabın öteki öykülerinde ölümün, ruhsal kırılmaların, insanı derinden yaralayan anların hüzünlü atmosferinde soluk alıyor öykü kahramanları. Mecazi olarak çöllere düşseler de yolları denizlere açılıyor. Öykülerin içinde insan gerçeğinin şiirsel anlatımlarla ve modernist kurgularla dile getirilmesinden doğan estetik tatlar, okuru içten, doğal, naif, lirik ve pastoral bir evrene alıp götürüyor. Bir şiiröykünün odağından bakıyor her sayfada; olayın değil durumun incecik ayrıntılarına tutunuyor insan; boşluklarda zihinsel yollar açıyor ve yarattığı anlam merdivenleriyle geçiyor tüm satırların üzerinden. Görülüyor ki yazarın incelikli bakışından süzülenler öykülere dönüşüyor ve öykünün ıssızlığı içinde yankılanıyor yaşamın uğultulu rüzgârları… 

Geriye yoğun bir edebi-estetik tat kalıyor; hayatın tadı, denizin tuzu gibi… ‘Uzak Yaz’, uzak, puslu ve gölgeli anıların şiirsel, modernist öyküleri olarak, ilgiyle ve beğeniyle okunacak genç öykü kitapları arasında yer alıyor. 



UZAK YAZ - Serkan Türk 

Hülya Soyşekerci-Radikal Kitap 2012

15 Ekim 2012 Pazartesi

Uzak Yaz Üzerine-Karin Karakaşlı'nın Kaleminden


Serkan Türk'ün yeni baskısını yapan öykü kitabı Uzak Yaz, lirik ve yoğun anlatımı ile dikkat çekiyor. Uzak Yaz'ı okuyunca, kendi acılarımızı sahiplenmeyi öğreniyoruz. Kim bilir bizim çocukluk bahçemizde neler saklı...
Bir kitap yıllar sonra yeni baskısı ile okurların karşısına çıktığında, insan eski bir dostu yeniden bulmuş gibi olur. İlk baskısını 2006'da Kül Sanat'tan yapan ve Serkan Türk'ün de ilk öykü kitabı olan Uzak Yaz, bu kez Yitik Ülke Yayınları'ndan karşımızda. Henüz keşfetmemiş olanlar ve yeniden görüşmek isteyenler için bir fırsat var artık. Serkan Türk doğduğu ve yaşadığı Trabzon'da, yıllardır hem radyo programları hem de editörlüğünü üstlendiği Ada dergisiyle iki ayrı koldan dünyalar kurmuş bir isim. Bağımsız kalıp kimsenin bahşetmediği yaşam alanlarını korumanın ne zor olduğunu hepimiz biliriz. Bu inançlı inat, Türk'ün edebiyatında da var. Serkan Türk, bir de kitap yazmış olmak için değil, o kitaplarla kendi kainatını kurmak, orada önce kendisi soluklanmak için yazıyor. Uzak Yaz neyi anlatıyor deseniz, öyle bir cümleyle kesinkes ve pat diye söyleyemem. Zaten Uzak Yaz, "konu özeti" kavramının iflas ettiği, insanı edebiyattan soğutan derslerin müfredat programı dışında kalan bir noktadan sesleniyor. Burası hayat ve edebiyatın kesiştiği o belirsiz ve büyüleyici ufuk çizgisi. Çağrışımlarla hareket eden bütün bu öyküler, yazarın meramı dışında okurun kendi öykülerine de açık. Ne de olsa hepimiz denizde sektirilen o taşın ortaya çıkardığı halkalar misali, birbirimizden yeni öyküler çıkarırız. 

DEĞİRMENİN VE AĞACIN SESİ 

Serkan Türk'ün öykü dünyasında insanlar kadar mekanlara da yer var ve bu mekânlar, arka plan görüntüsü olmaktan çok, bir hayat damarı olarak yer alıyor. Kaç kuşağı eskitmiş, emektar bir yel değirmeni bütün bir hayat döngüsünü paylaşabiliyor, örneğin ve onca yıkımdan geriye en çok yakınındaki genç vişne ağacının kökünden sökülüşünde hissettiği sızı kalıyor. Derken başka ağaçlarla tanışıyoruz, incir, elma, mandalina... Her biri başka bir gerçeklikten sesleniyor da en çok incirin sesi kalıyor bizde: "Çabucak kuruyan bir ağaçtan gelir neslim. İçten içe kuruyan/ susan bir ağaçtan. İncirim. Kör olası bir incir. Dayanıklı incir. Hem ağacım, hem değil. Dinlensem bir ağacın gölgesinde." Dar sokaklardan, serin avlulardan, kuytu bahçelerden geçeriz. Ve o ses, koku, doku mutlaka bizimle kalır. Bunca ayrıntıya özen gösterilince, sinematografik yönü ağır basan bir öykü dünyası çıkıyor karşımıza elbet ve biz bir sahnenin tam içine düşüyoruz. Bu sahnede zaman ve mekân alışılageldik anlamlarından sıyrılıyor. Geniş zamanlardan ve belirsiz mekânlardan yazıyor Serkan Türk. Hakikatin peşindeyken, ölçülebilir olana takılmadan ruh uzamından hareket ediyor. Bu boyut aynı zamanda hatırlayışın ve unutuşun coğrafyası. Tam da kendisinin bir söyleşide dediği gibi: "Yer yer hatırladıklarımızı unutmaya çabaladıklarımız ile değiş tokuş ettiğimizin kanısındayım. O arada bir yerde Uzak Yaz duruyor." Öykü karamanları birbirilerine selam ederek ilerlerken, kitap da bir bütünlüğe kavuşuyor, daha da büyük, derin bir girdap duygusu yaratıyor. Hesaplaşılmamış ne varsa, bellek bir otobüsün, trenin camlarından akan görüntülerden kendi çağrışımlarını seçerek, filmi çekmeye başlıyor. Onca bastırılmışlığa inat nice pişmanlık ve özlem yeniden diriliyor. Kaçınılamayan gerçeklerden biri de ölüm. Işıl ışıl toplanıp da kavanoza konduğunda umuda yakın duran ateşböcekleri, ertesi gün nereye bırakılacakları düşünülen bir ölüye dönüşüyor. Bir çocuğun gözünden ölümün soğukluğunu görüyoruz. Derken karısını kaybetmiş, yaşlı bir adamın ölümle hasbıhaline tanık oluyoruz. Başımıza gelmeden dert etmediğimiz ne varsa, karşımızda. O yaşlı adam oluveriyor, beden pörsür, ruh dirilirken yaşanan tezatın yakıcılığında bir an birlikte kavruluyoruz. Ölüm kimi zaman, karşı dairenin bir anda boşalmış olduğu gerçeğiyle çıkıyor karşımıza. O ana kadar önemsenmemiş bir koordinat kayıverince, hayatımızın nasıl sarsıldığına şaşıyoruz. Öldüğümde ağlamadım başlıklı öyküde ise basbayağı bir ölü konuşuyor bize. Sevdiği adam tarafından suya itilip boğulmuş bu genç kadının sesi, o kirli suları tenimizde hissettirirken, güvenle sarıldığın anda ihanete uğramanın hoyratlığı ile üşütüyor: "Öldüğümde ağlamadım. Bir kuru ayaz çıkmış sanıyorsunuz. Üşüyorsunuz yalnızca. Beyninin içerisine binlerce ses üşüşüyor ve tek tek ayırıyor, hepsini atıyorsun. Ölü olduğunu anlıyorsun" diyor kadın ve hâlâ aklına, yüreğine takılan bir ayrıntıyla acıtıyor içimizi: "Beni itmeden önce kulağıma söylediğin şarkıyı hatırlamaya çalışıyorum." Hayatın en acı gerçeklerine dokunsa da Serkan Türk'ün öyküleri asla umutsuz değil. Bilakis, hüznü ve acıyı, umudu yeniden yeşertmenin biricik yolu olarak kutsar gibiler. Nitekim kendisi de "Acım benimdir. Atmaya kıyamadığım tüm eşyalar gibi bir çekmecede zaman zaman açılıp kurcalamaktan bir çeşit haz alıyor olmalıyım. Bak diyorum bunun üstesinden gelmişsin, bunu da aşınca iyi hissedeceğin zamanlar gelecek," diyor zaten. Uzak Yaz'ı okuyunca, kendi acılarımızı sahiplenmeyi öğreniyoruz. Kim bilir bizim çocukluk bahçemizde neler saklı... Bulmayı göze alıyoruz bu kez.



KARİN KARAKAŞLI-SABAH KİTAP 14 NİSAN 2012

Yaz’a Uzak hayata yakın öyküler


Yaz’ın edebiyatımızda oldukça geniş bir kullanım alanı var. Öykü ve romanlarda mekânın rengine denk düşen bir dokunuş sunar yaz; zamanın başarılı bir tasviri yine çoğu zaman onun üzerinden yapılır. Yazın sıcaklığı bizi edebiyatın o samimi havasına taşır. Kumsallarda esen meltem, papatyalardan serili yeryüzü halıları, denize düşen karpuz kabuğu, çocuklar için gerçeğe dönüşen dondurma rüyası, ailece çıkılan piknikler ve uzun, pürüzsüz bir tatil hayali; yaz’ın ‘biz’den olma halinin sahici delilleridir. Bunlar gerçek hayatın canlı ses ve görüntüleri olduğu gibi edebiyatımızda da bir mekân ve olay örgüsü, bir zaman algısı veya bir imgenin içini dolduran taze bir nefes olarak çıkar karşımıza.
Yaz’ın yazı ile olan bu derin bağlantısı genç öykücülerimizden Serkan Türk’ün de ilgisini çekmiş olmalı ki; ilk kitabının adını, araya belli bir ‘mesafe’ de koyarak üstelik yine bu mevsimden devşirmiştir. Uzak Yaz, ilk göz ağrısı, bir ilk kitap olarak 2006 yılında buluşmuştu ilk defa okuyucuyla. O tarihten bu zamana birçok dile misafir olmuş, birçok okur gönlüyle sıcak, samimi temaslar kurmuştu. Aradan geçen altı yılın ardından ikinci baskısını Dedalus Yayınları’ndan yapan Uzak Yaz, adı gibi uzak bir akraba, bir dostun yeniden karşımıza çıkıp bize eski güzel günlerden, yer yer hüzünlü ama hep umutlu an(ı)lardan bahsetmesi gibi hoş bir heyecana dönüştü yazın hiç de uzak olmadığı şu günlerde.
Uzak Yaz, bir özlem türküsü gibi ses veriyor geçmişten. ‘Hüzün’ tele dokunur bir nakarat gibi tekrar ediyor kendini her öyküde. Belli ki yazarın başat duygularından ‘hüzün’. Hani kitapta bir öyküsüne kapı yaptığı bir alıntı vardı Hilmi Yavuz’dan; şöyle diyordu şair: “ah bellek, acı bellek! hem arısın sen hem kim bilir hangi gülden kalma diken?” Mademki yazarın ruh akrabalarıydı şairler, bir dizenin kapsamı bir öyküye sığamayacak kadar geniş olabiliyordu; Hilmi Yavuz’un hüznü yücelten şu dizeleri Serkan Türk’ü haklı çıkarmaya yetiyor bu bilinçli tercihinde: “hüzün ki en çok yakışandır bize, belki de en çok anladığımız.
Bir öykücünün şair yönünün de olması ve şiirden bolca beslenmesi muhakkak ki öykülerine yeni imkânlar katacaktır. Serkan Türk’ün öykülerinde de bu fazlasıyla hissediliyor. Cümlelerin kurulumundaki devriklik, anlatımda kendini yer yer gösteren kapalılık, epigraflardaki şair egemenliği, dar kalıpları sırtlanan derin anlamlar, her biri ayrı birer imge olarak kabul edilebilecek duygu ve düşünce saçakları bu verimli bahçenin mahsulleri olarak değerlendirilebilir sanıyorum. ‘Bahçe’ demişken bunun öykücümüzün kullandığı en önemli imgelerinden olduğunu hatırlatmakta yarar var.
Zamanın bir kum saatinde olduğu gibi akıp gittiği, mekânın da bir yel gibi savrulduğu öykülerin toplamı Uzak Yaz. Güneşin varlığı ya da kaybıyla ilintilenen zaman aralıklarından gösteriyor renklerini. Öyküye fon oluşturacak ortamın ya da onu vakitli bir seyre bırakacak görselin değil içindekilerin ne dediğinin derdinde olan bir anlatım yeğleniyor. İnsanın kadim hallerinden olan iç hesaplaşmalar başköşede duruyor. ‘Hüzün’ kadar ‘acı’ da itibar sahibi Serkan Türk’ün nazarında. Hayatta olanın hakkını vermek demek, mutluluğun yanında kederden de alacağını almayı gerektiriyor. Başta ‘öldüğümde ağlamadım’ olmak üzere öykülerinde bu unsurlara olan sadakatini gözlemlemek hiç de zor değil.
‘Özlem’ bir gölge gibi takip ediyor öykülerde kahramanları. Geçmişin sarsıntısı şimdinin sancısına dönüşüyor. Hatıralar hak ettiğini buluyor; sokak aralarında, mahalle içlerinde, bahçelerde… Bir çocuk kaçan topun peşinden gidiyor, bir arazi bomboş duruyor öylece, uzakta bir köpeğin havlama sesi duyuluyor, kediler çöpü alaşağı etmiş aranıyorlar, yağmur sonrası içe çekilen toprak kokusunun ve kentlere, kasabalara ulaşmak arzusuyla yollara düşmenin cazibesi kendine yetiyor… Balkonda saksılarını sulayan kadın nereye bakıyor öyle? Serkan Türk, bunlar gibi birçok aşina manzarayı bir emanetçi gibi gelip bırakıyor zihnimizin kuytularına.
Yaklaşık üç yıl önce okumuştum Uzak Yaz’ı ilk kez. Bu yıl bir hatırlatmayla çıktı okurunun karşısına Serkan Türk. Yeni bir öykü kitabı, belki bir roman beklerken kendisinden, ilk kitabın yeni basımının haberini vermesi sevindirici aslında… Bu durum kitabının on yedi öyküsünün ayrı kollardan edebiyat denen o büyük denize usulca döküldüğünün ispatıdır. Yazarın, bu denizin rengine ve kokusuna kendinden kalıcı bir şeyler bulaştırdığının göstergesidir aynı zamanda.

ALPER SARI'NIN KALEMİNDEN..

25 Eylül 2012 Salı

Karadeniz Edebiyat Buluşmaları-1

Ada Dergisi ve Karadeniz Yazarlar Birliği'nin ortaklaşa düzenlediği Karadeniz Edebiyat Buluşmaları'nın ilk konuğu 22 dilde eserleri çevrilen Kıbrıslı şair-yazar Mehmet Yaşın olacak.

"Edebiyatla Sınırları Aşmak" başlığı verilen programı ada dergisi editörü Serkan Türk sunuyor.

 Serkan Türk ve Mehmet Yaşın 3 Ekim günü saat:13:30-15:00 arası Karadeniz Teknik Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde öğrencilerle buluşacak ve program sonunda kitaplarını imzalayacaklar.

Programın ikinci günü ise 4 Ekim perşembe günü saat:13:30-15:00 arası Avrasya Üniversitesi'nde, 18:00-20:00 saatleri arasında ise Trabzon Sanatevi'nde gerçekleştirilecek.

Karadeniz Edebiyat Buluşmaları-1 , 5 Ekim cuma günü Ordu'da Serüven Kitabevinde 17:00-19:00 saatleri arasında, 6 Ekim günü saat 16:00-18:00 arasında Endülüs Kitabevi Samsun'da gerçekleştirilecek söyleşi ve imza günleri ile noktalanacak.

29 Haziran 2012 Cuma

radyo film kuzey fm'de devam ediyor

Serkan Türk'ün sunduğu Türkiye'nin en en uzun soluklu radyo programlarından Radyo Film Salı ve Cuma akşamları 21:00 - 23:30 saatleri arasında KUZEY FM'de yayımlanıyor. Edebiyat dünyamızdan şair ve yazarların seçkin eserlerinden örneklerinin yer aldığı programda, en çok satan kitaplar, dergi tanıtımları ve elektronik postalara da yer veriliyor. www.kuzeyradyo.com http://www.yayindakiler.com/Player/Players.php?ID=161

9 Haziran 2012 Cumartesi

Alman Okurlarla Buluşma

Türkiye’den Üç Yazar, Menekşe Toprak, Karin Karakaşlı ve Serkan Türk Berlinli Okurları Büyüledi. Berlin’de yayınlanan Freitext edebiyat dergisi, Trabzon’da yayınlanan Ada dergisi işbirliği ve MitOst, Anadolu Kültür, Mercator Vakfı, Avrupa Kültür Fonu ve Bilgi Üniversitesi desteğiyle son sayısını genç Türk yazarlara ayırdı. Bu kapsamda Berlin Ballhaus Naunynstr Kültür Merkezi’nde düzenlenen okuma gecesinde Menekşe Toprak’ın Alman tarihini göçmen bir çocuğun gözüyle değerlendiren Valizdeki Mektup, Karin Karakaşlı’nın bir Ermeni, bir Türk sanatçının aşkını anlatan Sabır Taşı ve Serkan Türk’ün günlük faşizmin izini süren Kafkavari Hitler ve Yoldaki Üç Kişi adlı öyküleri Alman dinleyicileri büyüledi.

28 Nisan 2012 Cumartesi

İçimiz Çölse Biri Geçmiştir-Değerlendirme

Serkan Türk'ün Serander Yayınlarından çıkan ikinci şiir kitabı “İçimiz Çölse Biri Geçmiştir” le okurları kelimelerden kurduğu bir vahaya götürüyor. Kitapta üç bölümde ve 2008-2011 yılları arasında yazıldığı anlaşılan toplam yirmi yedi şiire yer verilmiş. Lirizmin egemen olduğu dizelerde; hüzün geçmişin imbiğinden süzülen bir defne ıtırı gibi belleğe yayılırken, ömre dair yaşanmış ne varsa bazen somuttan soyuta, bazen de soyuttan somuta doğru dalga dalga genişleyen söz dizimi zihinde estetik bir algıyı tetiklemeyi başarıyor. Aynı zamanda öykü yazarı da olan Türk’ün sözcük dağarcığının da oldukça zengin olduğunu söylemek mümkün. Hayatın çemberinden erken yaşlarda geçmiş, her şeyi görmüş geçirmiş bir yetişkinin dili var şairde. Bu özelliğiyle şair, gözün gördüğü ve akla gelebilecek her nesneyi şiire dâhil edip, geniş çağrışımlı bir metafora dönüştürüyor. Türk, bir başka deyişle dilin insan belleğindeki görüntüsünü sadece bir söz sanatı olmaktan çıkarıp, kısa bir sinema filmi izletisini andıran yapıya da kavuşturuyor. Örneğin kitabın ilk şiiri olan “çöl ve kir” deki “hem ağrısısın içimin, hem istediği şenlik” dizesindeki dilde zıt anlamlı, soyut ve somut iki kavram olan “ağrı ve şenlik” dilsel bir biçimlendirmeyle tek bir imgesel bileşimi çağrıştırıyor ki buna “aşkence” bağımlılığındaki bir insanın izdüşümlerinin şiire yansıyan görüntüleri diyebiliriz. “ben iyiye doğru gidiyorum kendi içimde” “kimi rüzgâr fitilini yakar ağrıların/pimi çekilmiş bir bomba/patlayacak şimdi söküklerimden” “eğilmişsen içime yaz’dır/senin avlunda özgürleşsin bu dil” “biz ne anılar yaptık kendimize/kış günleri içimize sindiren/periler yıldız tozu/ayşe’ler melek olmayı diler” “çitiyim şu bahçenin, bir adımı yağmura verdim/yağmur dindirendir bir adım” “bana kendi dilinde sus yaşlı dünya/sana bütün dillerde yanayım” “kocaman bir yara hepsi/yırtık tren biletleri gibi iç cebimde kanar” Akılda kalacak, ahengiyle kolayca ezberlenecek nitelikte dizelere imza atan Serkan Türk’ün hem düzyazı hem de şiir yazması Nerval’in ‘şiirden geçmeyen bir kimsenin iyi bir düzyazar olması mümkün değildir, aynı yazarın her iki ustalığa birden sahip olması ender görülür” sözleriyle açıklanabilir. Fakat bu belki de yazar için bir risk. Ya da şairin asıl kulvarını belirlemeye yardımcı olacak geçiş fazları da olabilir. Nihayetinde okurun şairin şiirlerini benimsemesi, şiirlerinin bestelenmesi ve hem dinlenir, hem de okunur hale gelmesi Serkan Türk’ün gelecekte hangi yazın türünde devam edeceği hususunda kendisine bir ipucu verebilir. Şiir mi? Öykü mü? Ya da yola her ikisiyle birlikte devam etmek mi? Biz; kitabın “kaburgalar ülkesi” başlıklı bölümün girişinde yer alan dizeleri paylaşarak, son sözü yine okurun düş gücüne bırakalım. “yüzüne baktım yıldızları dinledim göğsünün alçalıp yükselmesi bir deniz ikimiz aynı okula gitmişiz çocukken o yüzden benziyoruz birbirimize yolunu uzatıyoruz evlerin” Fatih Yavuz Çiçek

17 Nisan 2012 Salı

Dört mevsim dört bucak yalnızlık-Karin Karakaşlı

Serkan Türk’ün yeni baskısını yapan öykü kitabı Uzak Yaz, lirik ve yoğun anlatımı ile dikkat çekiyor

Dört mevsim dört bucak yalnızlık

Bir kitap yıllar sonra yeni baskısı ile okurların karşısına çıktığında, insan eski bir dostu yeniden bulmuş gibi olur. İlk baskısını 2006’da Kül Sanat’tan yapan ve Serkan Türk’ün de ilk öykü kitabı olan Uzak Yaz, bu kez Dedalus Yayınları’ndan karşımızda. Henüz keşfetmemiş olanlar ve yeniden görüşmek isteyenler için bir fırsat var artık.

Serkan Türk doğduğu ve yaşadığı Trabzon’da yıllardır hem radyo programları hem de editörlüğünü üstlendiği Ada dergisiyle iki ayrı koldan dünyalar kurmuş bir isim. Bağımsız kalıp kimsenin bahşetmediği yaşam alanlarını korumanın ne zor olduğunu hepimiz biliriz. Bu inançlı inat, Türk’ün edebiyatında da var. Serkan Türk, bir de kitap yazmış olmak için değil, o kitaplarla kendi kainatını kurmak, orada önce kendisi soluklanmak için yazıyor.

Uzak Yaz neyi anlatıyor deseniz, öyle bir cümleyle kesinkes ve pat diye söyleyemem. Zaten Uzak Yaz, “konu özeti” kavramının iflas ettiği, insanı edebiyattan soğutan derslerin müfredat programı dışında kalan bir noktadan sesleniyor. Burası hayat ve edebiyatın kesiştiği o belirsiz ve büyüleyici ufuk çizgisi. Çağrışımlarla hareket eden bütün bu öyküler, yazarın meramı dışında okurun kendi öykülerine de açık. Ne de olsa hepimiz denizde sektirilen o taşın ortaya çıkardığı halkalar misali, birbirimizden yeni öyküler çıkarırız.




Değirmenin ve ağacın sesi

Serkan Türk’ün öykü dünyasında insanlar kadar mekânlara da yer var ve bu mekânlar, arka plan görüntüsü olmaktan çok, bir hayat damarı olarak yer alıyor. Kaç kuşağı eskitmiş, emektar bir yel değirmeni bütün bir hayat döngüsünü paylaşabiliyor, örneğin ve onca yıkımdan geriye en çok yakınındaki genç vişne ağacının kökünden sökülüşünde hissettiği sızı kalıyor. Derken başka ağaçlarla tanışıyoruz, incir, elma, mandalina… Herbiri başka bir gerçeklikten sesleniyor da en çok incirin sesi kalıyor bizde: “Çabucak kuruyan bir ağaçtan gelir neslim. İçten içe kuruyan/ susan bir ağaçtan. İncirim. Kör olası bir incir. Dayanıklı incir. Hem ağacım, hem değil. Dinlensem bir ağacın gölgesinde.”

Dar sokaklardan, serin avlulardan, kuytu bahçelerden geçeriz. Ve o ses, koku, doku mutlaka bizimle kalır. Bunca ayrıntıya özen gösterilince, sinematografik yönü ağır basan bir öykü dünyası çıkıyor karşımıza elbet ve biz bir sahnenin tam içine düşüyoruz. Bu sahnede zaman ve mekân alışılageldik anlamlarından sıyrılıyor. Geniş zamanlardan ve belirsiz mekânlardan yazıyor Serkan Türk. Hakikatin peşindeyken, ölçülebilir olana takılmadan ruh uzamından hareket ediyor. Bu boyut aynı zamanda hatırlayışın ve unutuşun coğrafyası. Tam da kendisinin bir söyleşide dediği gibi: “Yer yer hatırladıklarımızı unutmaya çabaladıklarımız ile değiş tokuş ettiğimizin kanısındayım. O arada bir yerde Uzak Yaz duruyor.”

Öykü karamanları birbirilerine selam ederek ilerlerken, kitap da bir bütünlüğe kavuşuyor, daha da büyük, derin bir girdap duygusu yaratıyor. Hesaplaşılmamış ne varsa, bellek bir otobüsün, trenin camlarından akan görüntülerden kendi çağrışımlarını seçerek, filmi çekmeye başlıyor. Onca bastırılmışlığa inat nice pişmanlık ve özlem yeniden diriliyor.

Kaçınılamayan gerçeklerden biri de ölüm. Işıl ışıl toplanıp da kavanoza konduğunda umuda yakın duran ateşböcekleri, ertesi gün nereye bırakılacakları düşünülen bir ölüye dönüşüyor. Bir çocuğun gözünden ölümün soğukluğunu görüyoruz. Derken karısını kaybetmiş, yaşlı bir adamın ölümle hasbıhaline tanık oluyoruz. Başımıza gelmeden dert etmediğimiz ne varsa, karşımızda. O yaşlı adam oluveriyor, beden pörsür, ruh dirilirken yaşanan tezatın yakıcılığında bir an birlikte kavruluyoruz. Ölüm kimi zaman, karşı dairenin bir anda boşalmış olduğu gerçeğiyle çıkıyor karşımıza. O âna kadar önemsenmemiş bir koordinat kayıverince, hayatımızın nasıl sarsıldığına şaşıyoruz.

“Öldüğümde ağlamadım” başlıklı öyküde ise basbayağı bir ölü konuşuyor bize. Sevdiği adam tarafından suya itilip boğulmuş bu genç kadının sesi, o kirli suları tenimizde hissettirirken, güvenle sarıldığın anda ihanete uğramanın hoyratlığı ile üşütüyor. “Öldüğümde ağlamadım. Bir kuru ayaz çıkmış sanıyorsunuz. Üşüyorsunuz yalnızca. Beyninin içerisine binlerce ses üşüşüyor ve tek tek ayırıyor, hepsini atıyorsun. Ölü olduğunu anlıyorsun” diyor kadın ve hâlâ aklına, yüreğine takılan bir ayrıntıyla acıtıyor içimizi: “Beni itmeden önce kulağıma söylediğin şarkıyı hatırlamaya çalışıyorum.”

Hayatın en acı gerçeklerine dokunsa da Serkan Türk’ün öyküleri asla umutsuz değil. Bilâkis, hüznü ve acıyı, umudu yeniden yeşertmenin biricik yolu olarak kutsar gibiler. Nitekim kendisi de “Acım benimdir. Atmaya kıyamadığım tüm eşyalar gibi bir çekmecede zaman zaman açılıp kurcalamaktan bir çeşit haz alıyor olmalıyım. Bak diyorum bunun üstesinden gelmişsin, bunu da aşınca iyi hissedeceğin zamanlar gelecek” diyor zaten. Uzak Yaz’ı okuyunca kendi acılarımızı sahiplenmeyi öğreniyoruz. Kim bilir bizim çocukluk bahçemizde neler saklı… Bulmayı göze alıyoruz bu kez.

Karin Karakaşlı
Sabah Kitap 2012 Nisan

2 Nisan 2012 Pazartesi

UZAK YAZ YENİDEN RAFLARDA..

Serkan Türk’ün 6 yıl önce yayınlanan ilk öykü kitabı Uzak Yaz yeniden okurla buluşuyor. Dedalus Kitap etiketi ile yayınlanan kitap yazarın 20’li yaşlarında yazdığı on yedi öyküden oluşuyor.

“Serkan Türk’ün öyküleri, her okuyanın kolayca fark edebileceği gibi, geçmiş zamanın başatlığında örülür. Çocukluk ve fotoğraflar: Geçmişinden siyah beyaz bir fotoğraf gibi bahseder o. Di’li ve rivayet geçmiş zamanlarla anlatır hikâyelerini. Geçmiş zaman öykücülerin çokça tercih ettiği kiplerden biri olsa da Türk’ün dilinde çok daha özel anlamlara gelir: Hatıraların güzelliğiyle yaşamak ve onları kâğıda geçirmek.”







SERKAN TÜRK DERGİ ÇIKARTAN BİR ÖYKÜCÜ OLARAK KENDİNDEN ÖNCEKİ BAĞLAMA EKLEMLENEN BİR İSİMDİR

“Dergicilik tarihimiz açısından gözden kaçırılmaması gereken bir olgu var. O da bugün önemli birkaç derginin başındaki kişilerin aynı zamanda öykücü olmaları. Mustafa Kutlu, Hüseyin Su, Ali Haydar Haksal mesela bugün 1980 sonrası edebiyat dergiciliği sürecine eklemlenmiş ve hatta birkaç ana omurgadan birisini oluşturmuş dergilerin başındalar. Bu bağlamda Ada dergisi ve Serkan Türk ilişkisini de böyle değerlendiriyorum. Öykücü editörlerin dergilerine kattıkları farklı ve zengin bir anlam aralığı var kuşkusuz. Ve ileride Serkan Türk üzerine yeniden konuşurken, yazarken bu husus es geçilemeyecektir. Çünkü dergi çıkarıyor olmanın getirdiği farklı ilişkiler ve farklı bakış zenginlikleri editör öykücünün dilini ve teknik yaklaşımını bir şekilde etkiler.
Bu belirtecin dışında Serkan Türk’ün öyküsü hayatın, yaşarken fark etmediğimiz ayrıntılarını kullanılabilir edebi malzemeye dönüştürmesi ve bunu yaparken bize zengin betimlemeler ile sunması, üzerinde durulması gereken bir yaklaşımdır. Öykü dilinin çok şiirsel olması da önemli. Zaten bir şiir-edebiyat dergisi çıkarıyor olmasının etkilerini burada görüyoruz. Dergiye girecek şiirlerin seçimi için kuşkusuz aynı zamanda şiire ilişkin poetik bilgi ve seçicilik yetisine sahip olma, yani genel anlamda şiir hakkında bir şair kadar donanıma sahip olma durumu O’nun öykü dilini de belirliyordur.
Tabiat ve deniz ile iç içe geçmiş bir mekân buluruz öykülerinde aynı zamanda. Bunda da yine yaşadığı, çocukluğunu geçirdiği mekânın tabiat zenginliği ve deniz ile iç içeliği etkilidir. Ayrıca fark edilecektir ki Serkan Türk geleneksel anlatı tarzına yakın yol almaktadır. Günümüz post-modern anlatı tekniklerine bulaşmadan daha insan merkezli, daha hayatın ortasından ve okuduğumuz zaman bizi hemen içene çeken cazibeye sahip bir dilin izleğini sürüyor. Öykülerindeki gözlem zenginliği okurun düş evrenini çok hızlı kavradığı için anlatılan öykünün zihni tasarımı da o oranda güçlü bir çağrışım sunuyor. Bu gözlem zenginliği Serkan Türk öyküsünün en önemli özelliklerindendir. Ve okur bu sağlam ve güvenilir gözlem dili ile kendisini metnin kollarına koy verir. Çünkü Serkan Türk gerçek hayatın içinde olan ama bizim hiç fark etmediğimiz şeyleri öyküye çevirir. Okuduğumuz zaman ancak bu gerçekliğin ciddi bir öykü malzemesi olabildiğini anlarız.”

SELÇUK KÜPÇÜK

29 Mart 2012 Perşembe

Söyleşi:Uzak Yaz

UZAK YAZ YENİDEN RAFLARDA..

Serkan Türk’ün 6 yıl önce yayınlanan ilk öykü kitabı Uzak Yaz yeniden okurla buluşuyor. Dedalus Kitap etiketi ile yayınlanan kitap yazarın 20’li yaşlarında yazdığı on yedi öyküden oluşuyor.

Ercan YILMAZ Serkan TÜRK’e soruyor.

• Sevgili Serkan, Necatigil’in tavsiyesine uymuşsun; -‘hüznün keyfini sür’üyor gibisin…

Hüzünlü olmanın, hüznü yaşıyor olmanın rahatlatıcı bir yanı var. Kendimi daha rahat hissediyorum. İçimdeki insanın ben’imi rahatsız etmesine dayanmayı deniyorum. Dayanmayı başardığım sürece içimdeki tüm yerlerimi görebileceğim.

• Uzak Yaz’da, Dünya’yı değiştirmek isteyen değil, sadece ‘temâşâ’ eyleyen bir yazar var. Bu ‘temâşâ’, seni yer yer metafizik-olan’a doğru da sürüklüyor sanki.. Ama Nâilî gibi ‘âlemin mest eden nakışlarını’ ‘bir özge temâşâ’ ile geçmiyor, sanki o ‘temâşâ’ esnasında eriyip gidiyorsun…

Birer pencere var önümüzde. Kimi otobüsün, kimi trenin, kimi bir lokantanın camından dışarıyı seyrederken, dokunulmak istenen sayısız görüntünün içinden bazılarına seyirci kalıyoruz. Bir bekleme zamanından geçiyoruz. Senin dediğin gibi belki zamanın ara odalarında soluklanıyoruz. Her bir öykü kendi zamanından çıkıveriyor. Kimi gün gökten, kimi gün geçmişten alacaklı olma durumu bu.


• Uzak Yaz’da dikkati çeken bir diğer nokta da, birçok öyküne epigraflarla başlaman. Alıntı yaptığın Haydar Ergülen, Hilmi Yavuz, Cemil Meriç, Can Yücel, Oruç Aruoba, Edip Cansever, Çiğdem Sezer, Behçet Aysan ve Hamit Macit gibi şair ve yazarlarla nasıl bir akrabalığın söz konusu? Ayrıca bu isimlerden Cemil Meriç hariç diğerlerinin şair oluşu genellikle şairlerden beslendiğin anlamına mı geliyor biraz da?

Yazarlardan çok şairlerden beslendiğim doğru. Bir dizenin sizi alıp götürdüğü yer bir öyküye sığamayacak kadar geniş olabiliyor. Şairlerim, sözcükleri paylaştığım akrabalarım hepsi. Ruh akrabalığımız yıllardır sürüyor. Büyükbabam sigarası için ‘tek arkadaşım’ derdi. Hiçbir şair yüzüstü bırakmadı beni.

• Hemen her öykünde birtakım kelimeler var ki, senin için özel bir anlamı olmalı bu kelimelerin. Bahçe gibi, ağaç gibi, bavul, hüzün, balkon, sardunyalar gibi.. Ne ifade ediyor bütün bunlar senin için?

Bahçe başlı başına benim için önemli bir hazine. Latife Tekin’in Unutma Bahçesi isimli romanı yayımlandığında bu adı kullanmasına ne çok kızgınlık duydum bilemezsin. Bana ait bir isimmiş gibi sahiplenmiştim bahçeyi. Diğer söylediğin kelimeler de sardunya, balkon, hüzün ben’imin toplamı gibi. Gökyüzüm hepsi.

• Yer yer Sait Faik’i andıran bir tarzın var.. Öykülerinin çoğunda olay, zaman ve mekân sanki silinip gitmiş ya da erimiş gibi..

Olayların zamanlarını bir öğle sonrası, akşamüzeri veya sabahın erken saatleri diye belirtmiş olsam da bunun bir önemi yok aslında. Neyin ne zaman olduğundan çok içimdeki yansısın istiyorum sözcüklerle. Söylemek istediğim, üzerinde durduğum şeyi anlatmak derdindeyim. Sait Faik gibi güçlü bir kalemin yolunda ilerlemek isterim. Ama yazdıklarımın şu ya da bu kişiye benzerliği üzerine kafa yormadım.

‘Hatırlama’ ile ‘unutuş’ arasında kurulmuş bir kitap Uzak Yaz; sanki Zaman’a geri kalıyor; Dil için hep ileri gidiyor…

İnsan, zaman geçerken kendi ile bir hesaplaşmak zorunda kalıyor. Eğer kendine bir yerden durup rahat bakamıyorsa, yaşamını hep bir organdan noksanmış gibi tamamlamak zorunda kalacaktır. Yer yer hatırladıklarımızı unutmaya çabaladıklarımız ile değiş tokuş ettiğimizin kanısındayım. O arada bir yerde Uzak Yaz duruyor.

• Ve şiir… Birçok öyküde dizelere rastlamamız bir tesadüf olmasa gerek…

Aslında şiiri ben’ime yazmaya başlayalı yirmi yıl oldu. İlk önce onlarca defter doldurup şiir yazıyorum sandım. Sonra şiir’in kıyısına kadar gelip öykü’de karar kıldım. Her bir öyküme düşmüş birkaç dal parçası varsa bundan olsa gerek.

• Sevgili Serkan, bu kadar ‘kırılgan’ olmak; -bu, öykülerin için bir tehlike oluşturmuyor mu? Zira kimi yerlerde Duygu Dil’in önüne geçiyor!

İkisi neden ayrı olsun? Dil kendi kurgusunda naif öyküler yazdırıyorsa önüne geçmek istemiyorum. Okuyucu kötü olmuş diyebilir. Ben onların değil kendimi yazmanın derdindeyim. Her okur kendi öyküsünü okumak için sayfaları çevirse bile benim öyküm onlara yenilerini hatırlatacak.

• Öykülerde hep bir ayrılık-veda, kıyıda durma-içe kapanıklık, gözyaşı-hüzün, sahip olamama-umut var.. Bilinçli bir kurgu mu bu, yoksa ‘her şey olayların normal akışına dahil’ mi?

Bir sabah uyandığınızda perdeyi çektiğinizde karşı dairenizin boş olduğunu görüyorsunuz. Hiç konuşmadığınız hatta selamlaşmadığınız insanlardan bahsediyorum. Orada olmaları size güven veriyordur aslında. Oturup kederleniyorsunuz okuduğunuz bir haberden sonra. Düğünlerdeki veda sahneleri de çok sarsıcı bir görüntüdür benim için. Mutlu bir şeyin içine gözyaşı sızabiliyor. Tam göğsünde büyütürken hayalleri o uzaklarda yaşamayı göze alıp gidebiliyor. Sonra siz bir eşyanın durduğu yerden içinize baktığını düşünürsünüz. Orada yaşayıp giderken sorunsuzluk ırmağının yanı başında kâğıt gemilerde yüzdürülür.


• Nereye ya da kime düşüyor Uzak Yaz’ın gölgesi?

Kitapta olmayan bir metinde şöyle diyor hikâye kişisi, biri gelip gölgesi ile huzursuz edecek beni diye çok korkuyorum. Bazen tetikte beklersiniz. Hayat ani olaylarla allak bullak ederken içinizi de karşısına dikilip hesap soramazsınız. Yeniden kurarsınız, dağılan parçaları bir araya getirmeyi denersiniz. Elbette uzak yaz’da gölgeler hayatlarımız üzerine düşüyor. Eski evlerde özellikle duvarlarda üzeri örtülü fotoğraflar vardır. Dönüp bakmayı içimizden geçirsek de tedirgin oluruz. Geçip giden ruhlar bize gözleri ile oradan bakıyor sanırız. O yüzden daha çok o fotoğraflarda kalanlara düşüyor benim öykü kahramanlarımın gölgeleri.

• Yıllardır radyoculuk yapan biri olarak, bir şekilde tinsel diyebileceğim bir bağ kurduğun insanlarla ya da dünyayla, kitabın oluşumu arasında ilginç ve gizemli bir bağ var sanırım.

Bazı öykülerin bu paylaşım dilimlerindeki izleklerden sonra veya o an yazılmaya başladığına şahit oldum çoğu kez. Birilerine bir şeyler anlatırken aslında kendimle yüksek sesle konuşurken yazdımdı çoğunu. Kelimelerin sihri onlarla birlikte olduğum zamanlarda anlattıklarımdan yola çıkarak yaşadıklarına yansıdığını gördüğümde bu bağın ne kadar güçlü olduğunu anlayabiliyorum.


• Son dönemdeki genç şair ve yazarların çoğunun eserlerin de varoluş çırpınmaları görüyoruz; hiçlik, hoşnutsuzluk, kaos, bunaltı, bulantı gibi… Uzak Yaz, bu durumun uzağında bir kitap. Acının ve hüznün dinginliği, deyiş yerindeyse huzurunun, güz güneşinin sırtımızı ısıttığı gibi içimizi ısıttığı bir kitap Uzak Yaz…

Acım benimdir. Atmaya kıyamadığım tüm eşyalar gibi bir çekmecede zaman zaman açılıp kurcalamaktan bir çeşit haz alıyor olmalıyım. Bak diyorum bunun üstesinden gelmişsin, bunu da aşınca iyi hissedeceğin zamanlar gelecek. Acı ve hüzünle kendimi terapi seanslarına sokuyorum. Bir dönem okuduğum kitaplardaki bu tür cümleleri daha huzurlu okuyabiliyorum. Hani bildik hikâyedir oğlunu kaybeden bir anne içindeki acıyı dindiremez ve kapı kapı dolaşır. Çarenin hardal tohumu olduğunu söyleyen bir bilgeyi dinler ve şehir şehir o hardal tohumunu aramak için insanlarla tanışır, acılarını dinler. Ve zamanla acısı azalır gider. Hoşnutsuzluğumu çok geride bırakmış olmalıyım ben de çok insan dinledim.

• Kitabın ilk öyküsü, ‘iki yüzlü arzuhalci’, ‘birkaç gün sonra bir boşluğa bakar buldular yüzümü’ cümlesiyle bitiyor. ‘iki yüzlü arzuhalci’, hep boşluğa mı bakıyor senin gözlerinle ya da senin gözlerinde? Belki de kahraman (iki yüzlü arzuhalci), yazar (Serkan Türk)ın gözlerinde var ediyor kendini.

O öyküyü yazdığım yağmurlu bir akşamdı. Ve boş gözlerle baktığımız hayatın aslında bir boşluğa bakar buldular yüzümü dedirtecek noktaya gelmesini kabul etmiyordum. Bir tür başkaldırıydı. ‘Oysa gidecek bir yer vardı ve sakladın benden’ der öykü kahramanı. Gidilen yer ölümün soğuk bahçesiydi. Oraya dikmiş gözlerini boşluğa bakarken, bir hayat akıyordur sokakta. Kaldırımda ellerine nefesini üfleyip ısınmaya çalışan insanların varlığını doldurmaya çalışıyordur gözlerine.

• Neden ‘bahçe’ metaforu Serkan? Mazi ile geleceği lehimliyor sanki senin öykülerinde ‘bahçe’. Ve Dıranas’ı dizesini biraz değiştirerek söylersem, ‘bir hüzün çığlığı içinde bahçeler’ bunlar.

Biz bahçelerde büyüdük. Bizi bir bahçe büyüttü demeliyim. Her kıyısında bir ağaç gölgesi düştü üzerimize. Kimi zaman o dallara uzandık küçük ellerimizle. Kimi zaman saklandık gölgesinde. Her çocuğun bir bahçesi ve ağacı olduğuna inanırdım eskiden. Şimdiki zamanda apartman dairelerinde yetişen çocukların balkonlarında iki saksı bile göremediğini düşündükçe o yıllardan çok söz açışım normal değil mi? İnsanlar özlediklerini anlatmaz mı hep?

• Küçük mahalleler, dar sokaklar, bahçeli evler… Mekân ve insan üzerine yoğunlaşıyor senin anlatın.. Bu kadar ‘hayat’ın içinde olmak neden?


O beyaz badanalı evlerde büyütünce insanlarımı, dar sokakları, bahçeli evleri, limon çiçeklerini göremeden yapamıyorsunuz. Bir yerlerde bekliyor o insanlar. Rüzgârın esip geçtiği avluları, su döküp dönecekleri bekleyen kadınları, çocukları anlatmak bir tercih meselesi olabilir.

• ‘işaretlere inanırdım eskiden beri’ diye bir cümle var ‘iyimser diyaliz merkezi’ başlıklı öykünde. Her şeye işaretmiş gibi bakan ve her şeye bilgece tahammül eden bir kalp ile yazılmış öyküler bunlar; -bir anlamda, çocukluk ile bilgelik’in kaynaşmasından doğan… Ne dersin?


Uzak Yaz’daki o çocuk eskiden beri işaretlere inanarak büyümüş. Gökyüzünü hesabından çıkarmadan bir bulut hareketine, bir kuş uçuşuna, bir yaprak kıpırtısına anlamlar yüklemiş ve öylece büyümüş zamanın beşiğinde. Belki yaşadığı koşulların etkisi ile yaşından büyük davranmak zorunda kalmış. Ve zamanın tüm önüne koyduğu acı tatları kabullenmesini bilmiş.


• ‘yel değirmeni ve vişne ağacı’ öykünü Çehov’un ‘Vişne Bahçesi’nin mütevekkil ve âsûde hüzün ırmağı besliyor mu dersin?

Çehov vişne bahçesini ölümüne yakın bir dönemde yazdı. Benim anlattığım öyküdeyse, ölümüne yakın bir dönemde bir yel değirmenini ve sahibinin birlikte yaşlanmasını konu ediyorum. Hüzünlü bir öyküdür. Bir yerde yıllarca dururken sizi etkileyen en önemli olayın ne olduğunu düşünün. Gencecik bir vişne ağacının köklerinden sökülmesi elbette çok hazindir. Ömrümüz gencecik fidanların köklerinden söküldüğüne ses çıkarmadan geçiyor belki. Birimiz o dalların kırılmasına kızıyoruz ve buduyoruz dallarını bir sabah. Hangisi vahşice olanı?

• ‘öldüğümde ağlamadım’ çok hazin, çok derin ve çok zarif bir ifade. Bütün kitabı özetliyor gibi…

Öldüğümde ağlamadım adlı öykümde bir kadının en güven duyduğu anda sevdiği adam tarafından boğularak öldürülmesi konu ediliyor. Bir ölünün dilinden yarım kalmış bir şarkının söylenmesi. Kulağın duyduğu, gözün gördüğü yerlerdeki boşlukları anlatmak derdindeyim. Bir an için huzur duydunuzsa gönlünüz rahat bütün sonlara hazırlanıyorsunuz. Kederlerimi bu yüzden severim.


• Ve Ölüm; o ‘herkesin ekmeği’ olan ve ‘meyvenin çekirdeğini taşıması gibi içimizde taşıdığımız’ ölüm! Uzak Yaz, biraz da ‘ölüm’ü mü imliyor ya da ‘ölüm’ün imlediği bir kitap mı ‘Uzak Yaz’?


Ölümün sokaktaki bir tabela gibi her an karşımıza çıkabileceğini şüphesiz biliyoruz. Her öyküde birden karşınıza çıkıyor ölüm. Çıplak ve tek hissediyorsunuz. Zamanın sararttığı tüm fotoğraflar eski yazlarda kaldı.

• Öykülerini yazıp bitirdikten sonra, onları mürekkepleri kurusun diye rüzgâra mı bıraktın sevgili Serkan?
Belirgin bir süreçte karaladıklarınız defter sayfalarında bir süre kalırken bazıları acele ile fatura dekontunun arkasına yazılmış oluyor. Bir kitabın içinde de duruyor bazı cümleler. Ve zamanı gelince yeniden kendini yaşanılır kılıyor.

• Uzak Yaz da Selim İleri tesiri var mı dersin?

Selim İleri en sevdiğim yazarlardan biridir. Onun Cumartesi Yalnızlığı’na benziyor benim Uzak Yaz’daki kalanlarım. Hep bir beklenti içinde olan insanlar. Bir tıkırtıya bir mektuba ölesiye ihtiyaç duyan insanlar. Hepimiz ortak kaderleri yaşıyoruz. Elbette tesiri vardır. Yaşasın kapı dürbünlerinden bakan yaşlı kadınlar.

• Ve çok özel bir soru: Neden incir ağaçları?

İçten içe kuruyan bir ağaçtır incir. Biz erkekler olarak derdimizi kederimizi rahatlıkla ifade edemeyen insanlar olarak yetiştiriliyoruz Türk toplumunda. Daha çekingen, daha içe dönük. Ve durup dururken kuruyoruz genç yaşlarımızda. Elma ağacı olmayı başkalarına bırakıyorum. Diyorum ya: ‘hayat ağaç olma hakkını vermez bize, kimine düşen bir ağacın gölgesinde dinlenmek.’

• Okuyanın, kalbini rüzgârın ve bahçenin harfleriyle yeniden yazacağı bu kitap için çok teşekkürler Serkan Türk kardeşim…

Ben teşekkür ediyorum zarif soruların için.

Kül Öykü Gazetesinde Yayınlandı.

10 Mart 2012 Cumartesi

Göç ve Edebiyat Paneli-19 Mart Trabzon Sanatevi


Ada Dergisi ve Freitext'in hazırladığı programda Sofia Hamaz, Deniz Utlu, Mutlu Ergün, Menekşe Toprak, Ayşe Keskin, Kenan Sarıalioğlu ve Serkan Türk'ün katılacağı panelde göç ve edebiyat başlığı altında edebiyata coğrafyanın katkısı konuşulacak.

AB Bilgi Bürosu ve Trabzon Sanat Evinin katkı verdiği programa Alman Edebiyatında ürün veren genç yazarlarla Türk Edebiyatına katkı vermeyi sürdüren Ada Dergisi yazarları katılıyor.

Aşmak adlı proje geçtiğimiz yıl TANDEM kapsamında 40 yaş altı edebiyatçıların farklı dillere çevrilmesi,yayınlanması ve ortak dinletiler yapması konusunda tarafları bir araya getirmişti. Proje Berlin ve Trabzon'da çıkan dergilerin karşılıklı çeviri metinlerine yer verilmesiyle devam ediyor.

TRABZON SANATEVİ'NDE 19 MART 2012 SAAT:17:00-20:00 ARASINDA..

2 Mart 2012 Cuma

Farklı bir boyuttan bakışın adı: “Uzak Yaz”

Kış mevsimi geldi de geçiyor. Doğrusu, sadece üşüdüğümde anlıyorum bu güzel ve sakin mevsimin içinde olduğumuzu. Bir de içimde, adı belli bir sızının sesi yükseldiğinde.
Ne dersen de, neyi savunursan savun, zamana hakim değilsin işte, diyor. Zaman sana hakim. En küçük, en zahmetsiz isteğini bile gönlünce gerçekleştiremiyorsun…
Diyor da diyor... Kitaplarla, uzun boylu baş başa kalabilmek isteğinden bahsediyor boyuna. Kışın bu fırsatı bulamazsak, daha ne zaman buluruz? Hangi mevsimde?
***
Trabzonlu genç yazarlarımızdan Serkan Türk’ün “Uzak Yaz” adlı öykü kitabını, aylar öncesinden okumuştum. O günlerde, kitapla ilgili yazmaya da niyetlenmiştim. Fakat ardı gelmez sorumluluk ve zorunluluklar yüzünden, taa bugüne erteledim yazıyı.
Kendime ceza, yo aslında ödül, olsun diye, bu aralar bir kere daha okudum kitabı. İyi de oldu; kitap hakkındaki görüşlerimi tazelemiş oldum.
Bazı kitaplar, yazılar vardır. Söylenecekler yazar tarafından dile getirildiği için size fazla bir şey düşmez. Söylenenlere ekleyecekleriniz, bir şeylerin ahengini bozmak anlamına gelebilir. O tür bir kaygıdan dolayı da susarsınız.
Her şey, o kadarıyla da sınırlı değildir. Yazarın duyarlılıklarını keşfedip, işaret ettiği ayrıntılarda gezinerek de sizinkileri çoğaltabilmeniz mümkün. Kafanızda oluşan birtakım sorulara yanıt bulmanızı da sağlar uzayıp giden satırlar.
Hatta içinizde hapsolup kalmış sözcüklerinizi, dilinizin ucundakileri harekete geçirir. İçinizde nicedir adlandırılamamış duygu ve düşünce karmaşasına, sonunda bir ad koymanıza da katkıda bulunur. Kitap okumanızdaki asıl amacı unutturmayıp duyumsatır size.
Uzak Yaz, işte o incelikli kitaplardan biri. İçsel, şiirsel bir anlatım söz konusu her öyküde. Ele aldığı konulardan, ya da satır arkası cümlelerinden yola çıkarak, faklı bir boyutta yaşadığını sezinlediğiniz yazarın dünyasında gezinirken, sonsuz bir keyif duyuyorsunuz.
Sizi götürdüğü yerler, öyküleme yetisi mi ön planda? Tanıştırdığı yeni insanlar ya da onların ekonomik, sosyal ya da kültürel şartları mı? Hayır! Daha çok da anlatımdaki şiirsellik ve akıcılık çekiyor ilginizi. Şairlere taş çıkartırcasına sıralanan o çarpıcı imgeler.
Bir öykücü için iyiye mi, yoksa kötüye mi işarettir bütün bunlar, varın siz karar verin.
***
Kül Sanat yayınlarından çıkan Uzak Yaz’daki öykülerin salt adları bile ilginizi çekmeye yetiyor:
iki yüzlü arzuhalci, iyimser diyaliz merkezi, bendeki ömür ikimize yetse, yel değirmeni ve vişne ağacı, öldüğümde ağlamadım, ah biriktiren kumbaradır kalbim, çizgili ölüm, uzak yaz, mahallenin en mutlu ağacısın, ilkel ağrı…
Bu ilginç başlıkların ardındaki satırlarsa kesinlikle yanıltmıyor sizi. Başlığın gölgesinde kalmayıp, aynı güzellikte devam ediyor. Türü belirlenmiş bir kitabın adını, okuma esnasında yeniden koyuyorsunuz. Deneysel metin, öykü ya da şiir.
Serkan’ın kitabına sadece öykü demek, eksik bir adlandırma gibi geldi bana. Şu üç türden birine,“deneme”ye daha yakın buldum kitabı. Biliyorum, rast gele seçtiğim şu satırlardan –ki her satırı, her paragrafı buna benzer güzellikte- yola çıkarak, şiire daha yakın bulacaksınız.
“…göğsümde bir ağrı. unutmak istemiyorum seni. bir kez seslenseydin arkamdan, sokağa çıkarken, ‘bir kağıt helva da bana getir,’ deseydin. gözlerin hep ıslak bulut. yetseydi bendeki ömür ikimize. gün ağarırken yeniden, üzerimden geçmiş kaç mevsim?”
“…aynı coğrafyada yaşayan bir azınlık gibi duruyorduk yan yana.” ”…tek celsede yitirsen de incelikleri ayağa kalkmak ve yaşama tutunmak geçer içinden.”
***
Bu kez, siz kitapseverler için sevgili Serkan Türk’ün “Uzak Yaz” adlı kitabını ele almaya çalıştım. Keşke, herkes, hepimiz için ekmek kadar, su kadar önemli ihtiyaç olsa kitaplar. Peş peşe kitaplar bitiremediğimiz günleri, boşa geçmiş saysak. Ve o kaygıyla, kitaplara sarılsak.
Ömrümüzün sadece küçük bir bölümünü okumaya ayırabilsek. Kuşkusuz, kendimizden başlayarak, başka insanları da sevip önemsediğimizin en belirgin göstergesi olur bu.
FATMA BABUŞÇU
TAKA GAZETESİ 2007

bir düşe dokunuş ”Uzak Yaz”

ne kadar zaman olmuş içimizde hüzünlü, o sessiz çocuğu kaybetmemiz…


uzak yaz’ı elime aldığımda farklı bir yazın-tarzıyla karşı karşıya olduğumu fark etmem uzun sürmedi.. elimde böyle çok ender sayıda kitap vardı(r), kitaplığımda tutup, ama onları okumak için bir süre ertelediğim. dönüp dolaşıp, gelip bakıp elimde tuttuğum. ama daha iyi anlayabileceğim zamanı kendime tanıdığım. sonra bu gidip gelmelerden dönüp durmalardan ezberime aldığım adıyla, başlarım hep…
- başladım okumaya içini kitabın…

ve ilk sorduğum yazara “yazın” neden bu kadar “uzak” olduğuydu.

okudukça anlattı bana Serkan Türk, okudukça, yazın içimizde gelip geçer sıcaklığıyla yer ettiği ama bütün ihtişamıyla yaşansa bile, kapıya dayanan güzle rüzgârın savurduğu hazanlar gibi bittiğini de… bu hüzünle kalakalma ihtimalinin katı gerçekliğini..

Yazarın çok erken fark etmesi olabilir miydi bu gerçekliği, kitabına isim olarak kazıması?
İnsan ömrü bu kadar kısa ve bu kadar üşürken yalnızlığıyla ve kendi varlığıyla yanarken bunca…

Şimdi soruyorum; yaza ve sıcaklığa hep uzak durmayı ne kadar başarabilir insan? hele yaşanan onca iç “yazı”ndan sonra.

yazla yol alan, yazla terleyen, yazla serpilen ne romanlar ne öyküler ne şiirler edebiyat tarihine bırakılmış.

“Uzak Yaz” da başka bir yaz anlatısı, sımsıcak ve epeyce içerlerden.



“bu yazı bambaşka düşünüyorduk:
geniş bahçede biz iki çocuk
gibi dalacaktık geçen günlere
Hâmit Macit


Kitapta sondan ikinci öyküye ismini veren “zambula” nı giriş dizeleri bunlar.
Altta olanlarsa yazarın kendini satırbaşlarına vurduğu yerler

“başka kentlere düşmeyeli yolum, daha bir körüm. içimde anlamadığım ne çok kelime gizleniyor. kahroluyorum serin esen rüzgârların gözyaşlarımı savurmasına. kışı gerilerde bıraktım da ne değişti hayatımda? bahar geldiğinde her şeyin başka türlü olacağını hesap etmişim. salkım saçak çiçeklendi bahçe. derdimse çoğalarak yayıldı günüme. şimdi başımı kaldırıp kimseye bakmak istemiyorum.

Hayatı gayet iyi gördüğü iç gözleriyle üstelik, çok da yaz(ıy)a uzak olamamıştır aslında.

“eskimiş her şey göğsümde hayat bulur. bir fırtına, bir rüzgâr yakalasa beklenmedik bir anda; kaçıp saklanacağım yerim sendin. yağmurun yağdığı akşamüzerleri saçaklardan sızan damlalara aldırış etmeksizin yürürdüm. köşedeki manav yeniden açmaktadır kasaların üzerindeki örtüyü. sarı sarı ayvalar, yağmur sonrası kokusunu içime çektiğim toprak…puslu camından içerisini görmekte zorlandığım kahvehane yine tıklım tıklım.

Hayatın avuçlarına açtığı yaralarıyla, tuzunu koynunda tutup ve tek sığınağının yazı olduğunu bilerek, göz(lem)lerini sağaltır kağıda, acı suyunu da katarak. Yeni insan yüzlerine bakmak istemez… Sonrası da bütün iç kalabalığına rağmen yalnızlığı her şeyin üstüne çıkmış, ateşböcekleri gibi atmıştır kendini yazın ateşine doğru.


“susma”

Birikmiştir ve betimlemeleriyle görsel bir dünya yaratmıştır. evet abartısızdır ama çoğu insana sıradan gelebilecek haller onun için ayrıntılara dönüşmüş... Çiçekler, rüzgâr, sokak köpekleri, başını camdan sarkıtan herhangi bir kadın… her şeye rağmen, hayatın tekdüzeliğiyle işleyişidir. Artalanda kalsa da, bir gerçekliğe akıp gider önümüzden bu görüntüler.


“sustun ve yalnızlığımı arttırdın. ya yana iken ben senin yüzündeki çizgilere dalıp gitmişken sen uzak diyarlarda olmak ihtimaliyle meşgul ediyordun içini. sustun öyle gürültü biçimindeki kendi dinginliğimden korktum. nereye gidersem gideyim hep benimle geliyordu derin bir yaranın sızlaması.

dağlara bakma gönlümden düşüremediğim, susup da aratma küçük kentleri, kasabaları. köşeyi geçince bulursun dedikleri bir mağaza önünde bekliyor kimsesizliğin. ellerinin karasını kirini biriktirme düşünüp de döndürme kırmızı gülleri geriye boş bir zarf, boş bir kâğıt belki aradığın sorunun cevabı. günlerin öğrettiği yetişmek istenilene. su kıyısında kağıt gemiler yüzdürmek ve batırmak gözyaşıyla geçen günleri. eline geçmeyecek kocaman tuzdan uzak tutulan bir yaradan başkası. sen yüzümün gülümseyişini dondurma, asılı kalmasın yalnız bir tebessüm. üşüyen ellerini uzat yanındayım. aynı manzara aylarca karşısında duracak boy aynasına bakar gibi görüp hüzünleneceğin. ben ki yolu uzatanlara bilerek gönül verdim. türlü şiirler ezberledim. kiraz mevsiminde kavuşmayı umdum. bekledim. susma yalnızlığımı yanındayken çoğaltma.


Susar içerleri!.. düşleri akar, akar da demir raylarından süzülür, dolu dolu vagonlarıyla yeni iç kentlere düşürür yolunu ... Üstelik sever de bu yolları.



“öldüğümde ağlamadım”

ah bellek, acı bellek!
hem arısın sen
hem kim bilir hangi gülden
kalma diken?”
Hilmi yavuz.


öykü başlığının altında ki dizelerle öykülerinin çoğunun şiir damarından beslendiği anlaşılıyor. yazım dilinin şiirselliği belki de bu damardan geliyordur belki de.

“dünya bazen uzun cümlelerle anlatılmayacak basitlikte”

Derken, hayatın yaşa başa baktırmadığını, yarım kalan yaşanmışlıkların insanı derviş bile yapabildiğine şahit oluruz.
Diriyken bile insan, hiçi hiçine bir çürümedeyken zaman içinde… Kendi isteğiyle girmemiştir o bulanık suya ve taşmasından anlarız ki ölümün soğuk yüzünü, ölünün kendi sesinden vermek de yüreklicedir.



“kenardan bakanlar suyun dibini göremiyorlardı. sonsuza kadar burada kalacak, çürüyecektim. kurbağalar yumurtalarını bırakmış kenarda vıraklıyorlardı. birkaç gün sonra moraran ve sararan ellerimi böcekler didiklemeye başladı. oysa o akşam kremlerimi sürmüştüm üzerlerine özenle.

Öykünün başkahramanı bir kadındır ve çamurlu bir gölcüğün içinden olan biteni anlatıyordur. Ama ölü ama her tarafı şişmiş ve bedeni ters dönmüş biçimde.

Oraya gelirken gördüğü her şeyin ve bütün bir mahallenin krokisini çıkarır. Mahalle çocuklarını, boş arsanın yalnızlığını, kedilerin çöpü karıştırmasını, ana caddeden geçen arabaların karmaşasını hatta klakson sesine kadar gün içinde olabilecek her türlü sesi ve imgeyi sahneye yayar.

ana caddeden geçen otomobillerin o bildik sesi buluyor seni. ışıklı caddelerde dolaşmıştık. bir evin penceresini sonra perdenin çekilişini, ışığın yitişini de görmüştük. müziğin o duvarlaın ardından sokağa taşması da bildikti. kedilerin çöp kovalarında gezintileri, ıslık sesi, bebek ağlayışı, bir adamın karısına bağırması da geliyor sokaktan kulağımıza kadar. ya sen bunlar olurken susuyor musun? belki de beni sararken nasıl iteceğini düşünüyorsun.”


“hâlâ eskiden olduğu gibi çocuklar inşaat çukurlarına ilgi gösteriyordu. gazetelerde okunan üçüncü sayfa bir haber olacaktım hepsi bu. “


“içlerinden iri yarı olanı suya girdi üzerini çıkararak. bir süre sonra suyun içinden gövdem çıkarken açık gözlerimle gördüm yüzlerini. içlerinde o da vardı. iyice çürümüş yüzüme baktı başka biriymişim gibi tiksinti duyarak.”


Kısa metrajlı film kadar özgün görüntülerdir bize verdiği yazarın ve en baştan beri kulağa üflenen ninniden de başlayarak her tür histen nağmelere de bir sitemle bitirir ve kendi ışıklarını açtırır okuyucuya.. sessizce kalkılır sandalyelerden.

“beni itmeden önce kulağıma söylediğin şarkıyı hatırlamaya çalışıyorum.”

*


Kitaba ismini veren “uzak yaz” başlığının altında birikenlerse dip vurgunlarıdır


“yağmurun geleceğini bildirişi midir bulutların kararması?”

Bu kadar masumane bir cümlede derin kırgınlıkları hissetmemiz… ama bir o kadar da umudu görmemiz kaçınılmazdır. Çünkü yağmur hem hüzün, hem berekettir de iç dünyasında yazarın.
Ve yağması dinmeyen içinin!...

“karanlık o yolu geçip gitmiştir diğerlerinin peşinden. ayva çalılığında uyuyakaldığına mı kızmalısın, uzak yazlara mı?”
-hâla eskisi kadar yakın mıyım sana?
uzak bir şehir, uzak bir ülke, uzak bir kıta var seninle aramızda. ıslak bir gülüş; yağmurlu bir bakış, sıcak bir soba üzerindeyse yanan kestaneler… gitgide yakınım sana. kâğıttan bir mendil; para diye uzanan elinin ellerime değmişliği…tanımadık yüzlerin kederlerini saklıyorum, ışık sızmayan odalara. sardunyalar hızla sararıyor ve kuruyorlar incecik yapraklarından başlayarak. bir mevsim ancak bu kadar yalnızlık doğurur.

“yeniden çiçeklenecek dallar… koşmalısın şimdi başka evlere.”


Rahat yatağında ölüm ne kadar çekici gelir ki dirime, uzaklaşmışken kendinden…Belki de yazarın bizi götürmek istediği yer içidir. Şehirler, kırlar, yanan soba ve kavrulan kestaneler sadece birer simge olarak bilinçli seçilmiştir. Sürekli canlı duran yalnızlığına dokunan bir el istemediğini anlarız ama bir yandan da umut ağacı eker bahçelerinde… Üstelik ağaç simge olarak doğurganlığın ve köklü yaşamın en vurucu öğesiyken yanına yeni evler de inşa eder. yeni çiçekler…Yeni ölümlere rahat yatak hazırlayan yazı bekleyip durur… Yazarın hayata derin bağlılığıdır bu yine de.

“nefes nefese girerdim kapıdan içeri. her şey sessizdi evin içinde. masa, kanepe, ve örtüler. yaşanmışlık vardı hepsinde ama hepsi derin uykudaydı. hafif aralarsın kapıyı. yatakta uzanmıştır. sırtını görürsün yaklaşırsın biraz, yanına sokulmak akşamın karanlığını içinden söküp atsın istersin sıcaklığı ile ama rüzgâr onun saçlarından son kez geçerken, içindeki hayat kıpırtısını da alıp gitmiştir. birkaç saat önce, sen o ağaçların arasında saklanırken muhtemelen kapamıştır gözlerini. rahat ölüm dilemiştir hep. karanlık yolu o geçip gitmiştir diğerlerinin peşinden.”




“iki yüzlü arzuhalci”

Altı çizili ilk koyu başlığı ve kitabın içindeki diğer öykülerinde de olduğu gibi oldukça çok şiiri barındırıyor içinde.


“ah kalbim. yokluk, tenimi yalayıp geçen rüzgârın sesinde daha bir dokunaklı.”

“yokluk mudur? çoğu zaman içimize tüneyen?”
uğultularım artıyor.

“merdivenleri koşup üst kata çıksam, pencereyi aralasam. sana doğru kalbim.”

Böylesi bir çok satırı birbirine eklesek aslında hayatı şiirsel duyarlılıkla gözlemlemiş bir şair portresi de yakalamış oluruz. Kolay bir şey değildir her gözün göremediği ufak ayrıntıları uzun soluklu yazım diline çevirmek. Heyecanı hep yüksek tempoda tutmak ve yaşayan bir yazı duyurmak yaşanacak yeni mevsimlere.

Kitap içindeki diğer öykülerine gelince “serin bahçelerden geçerken” platonik sevdaların limon tadında biraz ekşi, biraz iştah açıcı tadını yaşatır okuyucuya. “kalmamış böyle aşklar” dedirtecek kadar..

“karyolanın soğuk demirleri”, “iyimser diyaliz merkezi”, “bendeki ömür ikimize yetse””yel değirmeni ve vişne ağacı”, “ah biriktiren kumbaradır kalbim”, “çizgili ölüm”, “rüzgârlı sokaklar”, mahallenin en mutlu ağacısın”, “senin gittiğin yöne doğru bakıyorum” “bebek”

kitaptaki diğer öykü başlıklarıdır ve hepsinde görsel ve içsel tadı buluruz çünkü iyi bakan bir gözün ve iyi bir duygu sarrafının derin kırıklarıyla dokunmuş örgüsel tarz ve o kırıkların içinde okuyucuyu saran birikmiş, biriktirilmiş sıcaklığı ve çocuksu titremeyi de vermiş. “uzak yaz” ve Serkan Türk’le tanışmak güzeldi.


2006 Aralık’ında Kül Sanat’tan çıkan ilk sıcak kışlı yazı(nı) olmuş Serkan Türk’ün ve okuyanları daha çok, pek çok mevsimlere çağıracağa benzer.

çoğu insanın unuttuğu, içindeki hüzünlü ve sessiz çocuğu ortaya çıkararak.

AYŞE KESKİN
EŞİK CİNİ DERGİSİ 2007

1 Mart 2012 Perşembe

UZAK YAZ'IN YENİ BASKISI DEDALUS KİTAPTAN


Serkan Türk, son dönemin en üretken edebiyatçılarından. Onun öykülerini ve şiirlerini barındıran birçok yapıt okudunuz. "Uzak Yaz" ise, sayfalarında Türk'ün ilk kez kitaplaşma içtenliğini taşıyan öyküleri tutuyor.

"Uzak Yaz," çok yakında kitapçılarda!

28 Şubat 2012 Salı

Annemin Bahçesi ve Evlilik Üzerine

Annemin Bahçesi. Elime aldığım incecik bir kitap geçmiş bütün yazları, ısırganları, su dolan misket çukurlarını, karayemiş ağaçlarında sallandığım ikindi saatlerini, her dalın yere doğru eğilip gökyüzüne doğru döndüğü anlarda savurduğum sözcükleri, savuramadıklarımı, sakladıklarımı ve sakınımsız döktüğüm gözyaşlarını hepsini yeniden hatırlattığını söyleyemem. Hatırladıklarım vardı elbette. Ellerimi bir poşete geçirip evin yanındaki ağaçların altında ısırganları kestiğimi… Bir süre sonra poşetin arasından ısırganın iğnelerinin ellerimi yaktığını da… Yazları benzer görüntülerle geçmiş birkaç mutlu zaman geçmişin sandığından çıkarılabilir şimdi. İçine beni çekecek bir kitabı okuyacağımı daha ilk sayfalardan biliyorum.
Bir roman kahramanı, ya da karakteri olarak bir yer arıyorum kendime bu sayfalarda. Giderek daha çok ses zihnimde onlarca sözcükle yer ediyor.
Nedense çok suçlu hissediyorum. Sürekli bir şeyleri erteliyor muyum yoksa diye düşünüyorum. O sırada Duru bir gün önce yarım kalan konuşmasını sürdürerek “merhaba” diyor bilgisayar ekranında. Son günlerde onunla paylaşmadığım ne varsa birbiri ardına sıralıyorum.
Yitirişin Öyküsünü okuyorum aynı anda. Tuhaf biçimde okuduğum metin bulunduğum ortamın dışında bir yere beni çekmeyi başarıyor. Mola vermiş olsam dahi hiçbir sözcüğü unutmuyorum. Telefon çalıyor hikâyede. Eski sevgilisinin öldüğü haberini alacak adamın az sonra önce kapıyı kilitleyerek masasına döneceğini ve ağlayacağını henüz bilmiyorum. İnsan ağlamak için kapıyı neden kilitler diye düşünüyorum. Duru, aynı kitabı kendisine alan ortak arkadaşımızdan bahsediyor. Konuşmanın bir yerinde bu kitabı okuduğumu söylüyorum. “Yeşil bir kitaptı, henüz okumadım, bulup bende okuyayım“diyor. O an kitabın renginin yeşil olduğunu fark ediyorum.
Kendi kişisel geçmişimizi de yeniden yazıyoruz geceyle birlikte.
İnsanlara inandım. Günlerin birbiri ardına geçtiğine… Bir an gelip bütün sözcüklerimi gizlediğimi ve sonra yerlerini unuttuğumu düşünüyorum. Karşınızda sizden birkaç cümle beklediklerinde söyleyeceğiniz hiçbir şeyin kalmadığı zamanlardan söz ediyorum. Susuyoruz aylarca. Sonra şunu hatırlıyorum. Eski bir şubat saçlarımı kestimdi. Akşamdı. Soğuk odalara doğru solgun bir ışık vuruyordu. Sana alınan çiçekler soluyor dolapta. Yine bir Cumartesi günü olmalı. Nedense o kış günü kokularını sevdiğim çiçekleri ulaştıramıyorum sana.
“Ne bileyim sen vereceksin sanıyordum çiçekleri” diyor Selçuk.
Ama o saatte burada olamam diye söze başlasam da bir şeyin değişmeyeceğini biliyorum. Dolabın kapağını açıyorum. Mutfak çiçek kokuyor bütün akşam. Mutsuz kokuyor çiçekler, solgunlar.
Bir sürü başka şey giriyor araya. Her sabah kaza haberleri okuyorum. Yeni kurulmuş bir parti lideri ülkenin selameti için ilk seçimde kendine oy verilmesi gerektiğini, terörün kökünü kazıyacaklarını sıralıyor. Trafik düzenlemesi konusunda birkaç şoförün görüşünü paylaşıyoruz daha sonra programda. Şimdi okuduğum bu kitabın içinde bunları bana hatırlatan ne var ki? Zihnimizi nerelere götürüyor her cümle. Kitabın kapağındaki salıncak fotoğrafı benim kitabımdakine benzemiyor. Rıza’nın kitap kapağı belirsiz şeyler anımsatıyor.
-Okura burada Rıza Kıraç’tan bahsetmelisin yazar!
Daha önce birkaç kitabını da okumuştum. Komşumun Uzun Kızıl Saçlı Sevgilisi adlı öykü kitabının üzerine sahilde oturup saatlerce düşünmüştüm mesela. Sonra Taksim’de bir öğle sonrası ara bir sokakta karşılaşmış çay içmiştik. Pek sevmiştim sohbetini. Kısa filmlerden, öykülerden, dergicilikten… Bir sürü yapmaya karar verilmiş ve sonra vazgeçilmiş şeylerden de…
-Çok kişisel şeylere giriyorsun yazar!
Ama tam onun kitabını okurken evlenmek üzerine konuşuyoruz Duru’yla. Daha özelini size açarken bir romancı, öykücüden bahsetmenin ne sakıncası olacak? İnsan evlenmeye karar verdiğinde ne şekilde teklifini yapmalı? Reklam panolarında yapılan evlenme teklifleri son dönemde moda. Benden en çok bekleneni galiba radyo programım esnasında böyle bir teklifi yapabileceğim olmalı. Klasik diğer biçimlerini düşünmüyorum. İnsan böyle bir durumda bütün sözcüklerini yitirecek gibi mi oluyor dersiniz?
-Uzun uzun anlatıp kendini de okuyucuda yoracağına basitçe sorsana sorunu.
Bu teklifin ne şekilde olması gerektiğini düşündüğüm sabah uzaklara bakıyorum. Açılmayan kapılar bakıyorlar bana. Merdivenleri siliyor kapıcı ağzında o yarım şarkı. "Neyleyim köşkü..." Yanım öyle boş, önüm sıra balkonlara bakıyorum.


Serkan Türk

16 Şubat 2012 Perşembe

Güneşli Bayır’ı Hürriyetime Okudum

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, o meşhur ‘Hayri İrdal’ını anımsadım: ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ndeki Hayri
İrdal. Diyordu ki; “Benim çocukluğumun belli başlı imtiyazı, hürriyetti!” Hayri İrdal’ın bahsini geçtiği gibi, bu
kelimeyi ne yazık ki, ‘şimdi çağ’ımızda da, siyasi manasıyla kullanıyoruz. Zannediyorum ki, hürriyetimizi de en çok
çocukluğumuzda yaşıyoruz. Jorge Amado’nun söylediği bir söz vardır: “Çocukluğu insanın anayurdudur.” Belki de en
çok rahat ettiğimiz zaman dilimi de orasıdır, kim bilir… Her şeyi bugün yaşadığımızdan daha özgür, hürriyet
kelimesini tam manasıyla yaşıyoruzdur orada.

Serkan Türk’ün ‘Güneşli Bayır’ı bunları anımsattı bende.

Öte yandan, yayımcının notu; yazarın duyarlı kalemine gönderme yapmış. Katılmamak elde değil. Hemen her
satırı içtenlikle, edebiyat duyarlılığıyla yazmış Serkan Türk. Ben de hemen her satırı çizmişim okurken. Yayımcı,
kitabı tam manasıyla tanıtmış. Arka kapaktan alıntılayalım: “Bir kentin yolunu, tarihini, coğrafyasını, denizini,
toplumsal hayatını, geçirdiği değişimleri, unutulan değerlerini, yeme içme kültürünü, gecesini gündüzünü, yazını
kışını, folklorunu, eğlence hayatını, daha bin türlü özelliğini herkes kendince görür.”

Yayımcının notunu değiştirerek, kendimizce söyleyelim: Bir yazar-edebiyatçı da, kendince bir duyarlıkla
yaklaşır kentine, değil mi?

Evet, ‘bir semtten geçmiş bütün yüzyıla bakmak.’ Yazar böyle söylüyor…

Satır aralarında ‘Erdoğdu’ hakkında bazı bilgilere ulaşsak da, bence kitabın öne çıkan tarafı, anlatı’nın ‘şiirsel’
bir ‘öykü’leme yöntemiyle yazılmış olması. (Belki de, bu semte yabancı oluşumdan kaynaklanmış olabilir bu algım.)
Bazı kitapları sırf üslûbu içinde okuruz ya, onun gibi bir şey sanırım benimkisi. Şunu da düşünmeden edemedim
açıkçası. Bir Alman atasözünün dediği gibi, herkes kendi kapısının önünü süpürse, bütün dünya temiz kalır. Her
edebiyatçı, kendi semtine, bu çocuk duyarlılığıyla yaklaşıp yazsa keşke.

Sonra, hemen ilk sayfada, benim de çocukluğumda tırmandığım bir yokuş vardı, orayı anımsadım: Yıllar
sonra ben de gitmiştim çocukluğumun geçtiği o yokuşa. Herkesin bir yokuşu olmalı, dedim içimden. Sonra Serkan
Türk’ün yazdığı gibi; -değiştirerek yazıyorum- Çocukluğumuzda tırmandığımız yokuşları, yıllar sonra; çok uzakta bir
yaşamı eksiltiyor oluşumuz…

Böylece, kitabı okumaya içlenerek başladım. Yazar, ‘Erdoğdu’ için, “çocukluğumda benim babamdı” diyor.
Bir özdeşlik kurmuş ‘Erdoğdu’ semti ile babası arasında. Yazarın yaşadığı bu özel durumu farklı şekillerde de olsa,
hangimiz yaşamı boyunca bir semt ile kurmamıştır ?!

Benim için de bir Çengelköy vardı, şimdi düşlerde kurduğum ‘okuma bahçesi’ydi orası. Babaannemin
anlatılarıyla büyüdüm. Çengelköy, deyince aklıma yazar ‘Rıfat Ilgaz’ düşer. Babaannemin kiracısıymış vakti
zamanında. Benim çocukluğum da, yıllar sonra, ‘Rıfat Ilgaz’ın yaşadığı evde geçti. Bunlar düştü zihnime…

Yazar, ‘Erdoğdu’yu babasıyla özdeştirmesi ağır bir hüzün katmış kitaba. Babası için yazdığı bir de şiirini
ekliyor yazar, içlenerek okudum: ‘Yaz Ölüleri’

Bu yüzden belki, bir yerden bir yere taşınmaya hiç sıcak bakmadım hayatımda. Bir şeyleri unutmak gibi gelir
bana. Unutmak, imgelemimde her zaman, ‘ihanet’ sözcüğünü hatırlatır. Yazar da unutmamış, yazmış semtini.

Serkan Türk, taşınma fikrine sıcak bakmasa da, başka yerlerde, onu bekleyen insanların olduğunu, bu yüzden
de il il dolaştığını da söylemekten geri kalmaz. Belki de bu yüzden seviyorumdur Serkan Türk yazımını, kim bilir?

Bir şehirden başka bir şehre gitmek ,hep bir hüzün verdi bana, cesaretsizliğimden mi?! Belki de bu cesareti
gördüğüm için okuyorum Serkan Türk’ün kitaplarını. Bana öyle geliyor ki; Serkan Türk, yazdıklarını, kendi semtinin

dışında, başka şehirlerde, tanımadığı insanlarla karşılaşmak için de yazıyor adeta… Öyle ya, yazarın dediği
gibi “Karşılaşmak buluşmaktan daha iyidir” Yazarın, ‘Erdoğdu’da geçen çocukluğu, her okuru kendi çocukluk
yıllarına bir yolculuğa taşıyacağını söylemeliyim. En azından benim için bu böyle oldu.

Bazı yaşantılarımız da ortak anılar oluveriyor. Bazı acı-tatlı anılar…

Örneğin, kitapta da geçtiği üzere, şimdiki gibi keneden korkmazdık eskiden, çimenliklerde gönlümüzce
oyunlar oynardık… Sonra, benim de kentimde değişen bir kültür vardı; şiddetin daha çok kol gezdiği bir kültür
oluşmaya başlamıştı İstanbul’da…

Şunu da söylemeden geçmek olmaz. Benim de çocukluğum da ‘cin hikâyeleri’ meşhurdu. Biraz da, Murathan
Mungan’ın çocukluk anılarını yazdığı ‘Paranın Cinleri’ni anımsattı. Sonra, Hüseyin Rahmi’nin eserleri.

Aynı şeyleri başka başka semtlerde yaşamış olmak, ‘zemin’ sözcüğünü de hatırlattı. Yaşama tektoniğimiz,
bizim üzerine bastığımız toprak. Her kesimimiz aynı topraklara bassa da, birbirlerimizi kırıp geçirdiğimiz yılları
anımsadım. İşte ‘Güneşli Bayır’da da, bahsi geçen dönemin sokak hareketleri, kahvehanelerde konuşulan, tartışılan
siyaset.

Bu kötü anıları geçelim.

Çikletlerden çıkan araba modelleri; futbolcu resimleri… Kartlar, gazoz kapakları. (Ne çok biriktirirdim
çocukken.) Ah, evet lakaplar. Yazmadan geçmek istemiyorum. Her okurun kendi semtine döneceği bir
bölüm: “Lakaplar ve Buzlu Dere Sokağının Sakinleri” Şişko Hala, Deli Fuat, Muşmul Temel, Hamsici Hemit,
Koyuncu Celal ve Kazuk Menşure…

Evet, her semt bir alfabedir. Serkan Türk, ‘Bir Alfabe Yaratmak’bölümünde okura, A’dan Z’ye bir harf seçin
diyor sanki… Ben harfimi seçtim: (e):

“Hafıza dipsiz bir kuyudur… Anılar varsa hâlâ, bir yerlerden çıkabilir şimdi de babam”

Yazım sonlanırken ‘Rıfat Ilgaz’ı hatırladım. Benim asıl harfim (r) olmalı.

Er-

Doğdu…

‘Erdoğdu’ okunmalı!

“Güneşli Bayır” (Heyamola Yay./2011), hürriyetimize!

Okuyalım öyleyse…




KUBİLAY BÜRGAN

9 Şubat 2012 Perşembe

ada'nın 15.sayısı

Günler günleri, aylar ayları devirip gidiyor. Günlük alışkanlıklarımız içinde bir edebiyat dergisinin kaderini merak eden insan sayısı bir elin parmakları kadar az nerdeyse. Geçtiğimiz yaz sonu çıkardığımız son sayımızın ardından bizlere gönderdiğiniz ürünleri okuduk, değerlendirdik. Bazılarına bu sayımızda yer verebilirken çoğunu ne yazık ki değerlendirme dışı tutmak zorunda kaldık.

Ada bu sayıda iki farklı dosyayı sizlere sunuyor.
İlk dosyamız Aylak Adam ve Anayurt Oteli adlı romanlarında yalnızlık ve psikolojik yabancılaşma temasını başarılı ile anlatan usta bir yazar olarak tanınan Yusuf Atılgan’ı içeriyor. Bu konuda Ahmet Çınar, Alper Sarı, Arzu Alkan, Burçak Kara, Erol Özyiğit, Hülya Soyşekerci ve Murat Ergin yazdı.

İkinci dosyamız: Göç ve Edebiyat başlığını taşıyor.

Bu konuda Almanya’nın Hannover kentinde 2003 senesinden Deniz Utlu ve Marianna Salzmann tarafından kurulan Freitext dergisi ile ortaklaşa çalıştık. Freitext Almanya'nın kendini "hibrid ve transkültürel bir açıdan toplumsal, kültürel gelişimlere bakan dergi" olarak tanımlıyor. Felsefi, bilimsel yazılara, denemelere ve yazınsal ürünlere yer veren, özellikle genç kuşak tarafından ilgiyle takip edilen bir dergi. Freitext’in editörlüğünü Marcela Knapp, Marianna Salman, Mutlu Ergün, Deniz Utlu üstlenirken derginin diğer emekçileri Sofia Hamaz, Michael Klesse ve Deniz Keskin.

Daniel Kahn, Deniz Utlu, Hakan Savaş Mican, Marianna Salzmann, Mutlu Ergün, Selim Özdoğan, Philipp Khabo Köpsell ve Von Olumide Popoola’nın “Göç ve Edebiyat” konusunda ada’da okuyacağınız ürünlerini Duygu Ergun, Menekşe Toprak ve Mehmet Akif Marabaoğlu dilimize çevirdi.

Göç ve Edebiyat dosyamız TANDEM – Kültür Yöneticileri Değişim Projesi”, Mercator Vakfı (Essen) ve Avrupa Kültür Vakfı (Amsterdam) desteğiyle MitOst (Berlin), İstanbul Bilgi Üniversitesi (İstanbul) ve Anadolu Kültür (İstanbul) ortaklığı tarafından destekleniyor.

Burcu Aker, genç hikâyecilerimizden Aykut Ertuğrul’un ilk kitabı üzerine söyleşti. Özgür Özmeral yeni kitabı ekseninde Mustafa Ergin Kılıç’ın sorularını yanıtladı.

Aydın Afacan, Ayhan Emir Yolcu, Derya Önder, Ercan Yılmaz, Ertan Yılmaz, Fatma Esti, Kenan Sarıalioğlu, Kıvanç Nalça, Lale Müldür, Murat Saldıray, Naime Erlaçin, Nurcan Çelik, Oya Uysal’ın şiirlerine bu sayımızda yer verdik.

Ayşe Keskin, Güray Süngü, Kaan Tanyeri ve Serkan Türk’ün deneme ve öykülerini ada’da okuyabilirsiniz. Bülent Sümer, Derya Başkan ve Şeydanur Yılmaz bu sayımıza çizim ve resimleriyle katkı veren diğer isimler.

“her zaman bir başka ada vardır” sloganıyla yoluna devam eden dergimiz daha iyi bir sayıda okuyucuları ile buluşmak üzere sayfalarını sonlandırıyor.

5 Şubat 2012 Pazar

İçimiz Çölse Biri Geçmiştir/Serkan Türk

Serkan Türk; Serander Yayınlarından çıkan ikinci şiir kitabı “İçimiz Çölse Biri Geçmiştir” le okurları kelimelerden kurduğu bir vahaya götürüyor. Kitapta üç bölümde ve 2008-2011 yılları arasında yazıldığı anlaşılan toplam yirmi yedi şiire yer verilmiş. Lirizmin egemen olduğu dizelerde; hüzün geçmişin imbiğinden süzülen bir defne ıtırı gibi belleğe yayılırken, ömre dair yaşanmış ne varsa bazen somuttan soyuta, bazen de soyuttan somuta doğru dalga dalga genişleyen söz dizimi zihinde estetik bir algıyı tetiklemeyi başarıyor.

Aynı zamanda öykü yazarı da olan Türk’ün sözcük dağarcığının da oldukça zengin olduğunu söylemek mümkün. Hayatın çemberinden erken yaşlarda geçmiş, her şeyi görmüş geçirmiş bir yetişkinin dili var şairde. Bu özelliğiyle şair, gözün gördüğü ve akla gelebilecek her nesneyi şiire dâhil edip, geniş çağrışımlı bir metafora dönüştürüyor. Türk, bir başka deyişle dilin insan belleğindeki görüntüsünü sadece bir söz sanatı olmaktan çıkarıp, kısa bir sinema filmi izletisini andıran yapıya da kavuşturuyor.

Örneğin kitabın ilk şiiri olan “çöl ve kir” deki “hem ağrısısın içimin, hem istediği şenlik” dizesindeki dilde zıt anlamlı, soyut ve somut iki kavram olan “ağrı ve şenlik” dilsel bir biçimlendirmeyle tek bir imgesel bileşimi çağrıştırıyor ki buna “aşkence” bağımlılığındaki bir insanın izdüşümlerinin şiire yansıyan görüntüleri diyebiliriz.

“ben iyiye doğru gidiyorum kendi içimde”

“kimi rüzgâr fitilini yakar ağrıların/pimi çekilmiş bir bomba/patlayacak şimdi söküklerimden”

“eğilmişsen içime yaz’dır/senin avlunda özgürleşsin bu dil”

“biz ne anılar yaptık kendimize/kış günleri içimize sindiren/periler yıldız tozu/ayşe’ler melek olmayı diler”

“çitiyim şu bahçenin, bir adımı yağmura verdim/yağmur dindirendir bir adım”

“bana kendi dilinde sus yaşlı dünya/sana bütün dillerde yanayım”

“kocaman bir yara hepsi/yırtık tren biletleri gibi iç cebimde kanar”

Akılda kalacak, ahengiyle kolayca ezberlenecek nitelikte dizelere imza atan Serkan Türk’ün hem düzyazı hem de şiir yazması Nerval’in ‘şiirden geçmeyen bir kimsenin iyi bir düzyazar olması mümkün değildir, aynı yazarın her iki ustalığa birden sahip olması ender görülür” sözleriyle açıklanabilir.

Fakat bu belki de yazar için bir risk. Ya da şairin asıl kulvarını belirlemeye yardımcı olacak geçiş fazları da olabilir. Nihayetinde okurun şairin şiirlerini benimsemesi, şiirlerinin bestelenmesi ve hem dinlenir, hem de okunur hale gelmesi Serkan Türk’ün gelecekte hangi yazın türünde devam edeceği hususunda kendisine bir ipucu verebilir.

Şiir mi? Öykü mü? Ya da yola her ikisiyle birlikte devam etmek mi?
Biz; kitabın “kaburgalar ülkesi” başlıklı bölümün girişinde yer alan dizeleri paylaşarak, son sözü yine okurun düş gücüne bırakalım.

“yüzüne baktım yıldızları dinledim
göğsünün alçalıp yükselmesi bir deniz
ikimiz aynı okula gitmişiz çocukken
o yüzden benziyoruz birbirimize
yolunu uzatıyoruz evlerin”

Fatih Yavuz Çiçek

hece dergisi şubat-mart 2012

Ömer Kaya yazdı: ÇIKIŞI ARAYANLAR İÇİN BİR ROMAN: AUSGANG

Romanın Konusu: Alışılmış düzende olaya yaslanan, kolay özetlenebilir pek çok metin okumuşuzdur. Bu minvalde çoğu metin, toplumsal bir mesel...