10 Eylül 2010 Cuma

BEKÂR EVİ

Karşı pencereden başını aniden çeken bir kadın başıyla irkiliyorum. Sokaktaki çocukların oyunlarıyla o kadar ilgiliyken dalıp gitmişim ki içimde, orada ne zaman belirdiğini bilemiyorum. Buranın kadınları hep kendilerine bakıldığını düşünür. Benim dalgın dalgın etrafa bakmamı yanlış anlıyor. Aniden içeri kaçıyor. Gülümsüyorum istem dışı. Sinirimi bugün hiçbir şeyin bozmasına izin vermeyeceğim.



Bekâr evimin kirli pencerelerinden az sonra bastıracak yağmurun işaretçisi kararmış deniz görülüyor. Her yöne sevimsiz şekilde uçuşan martılar. Zaman zaman küçük bir çocuğun çığlığına dönüşen sesleri beni tedirgin etmiyor. Evin arka odalarına saklanarak, her şeyin bir felakete dönüşeceğini bekleyerek günü geçirmek insanı yaşlandırıyor olmalı. Henüz bunların ayrımında değilim sanırım. Önümdeki boşluğa, ilerideki denize bakıyorum. Futbol sahasını boşaltan çocukların yerini martılar alıyor. Belli aralıklarla tekrarlanan aynı görüntü…



Orada perdenin arkasından dünyayı görmeye çalışan kadının yüzleşemediği korkularını düşünüyorum. Bir fotoğrafçı nasıl bakıyorsa önündeki resme, öyle bakıyorum rüzgârda oynaşan perdesine. Balkon kapısı açık, perdenin bir ucu içeri, dışarı… İçeride eskimiş bir kanepede oturuyor. Bazen elindeki örgüyü dizlerinin üzerine koyup hayaller kuruyor gelecekle ilgili. Televizyonda görmekten bıktığı yüzleri görünce kanalı değiştiriyor. Belgesellere bayılıyor böyle anlarda. Su aygırları nehrin kıyısında yavrularıyla yüzüyor. Kocaman ağızları ürkünç gelmiyor nedense. Kocasının yalanlarını geçiriyor aklından.

-İki günlük iş gezisine gitmem gerekiyor hayatım. Toplantı uzun sürecek. Haber vermek için aradım. Beni merak etme, geç döneceğim.



Ben bunları her gün sayısız kere görüyorum ekranda. Artık bana yalan söylemeyi kes. Mutlu edemiyorsam seni ayrılalım. Çocuğumuz olmasını da istemedin zaten. Bu boş odalarda ömrümü tükettim demeyi ne çok istiyor. Yapamıyor. Elinde her eve gelişinde suçlarını örten hediyeler. Bu yaşantısından kolay vazgeçememesinin nedenleri arasında kocasının elinin bolluğunun olması... İnsan çoğu kez kendini kandırıyor. Kırıp dizlerini oturuyor eski kanepesinde.



Markete uzattığı sepetini göreceğim az sonra. İki yumurta ve bir paket vanilya diye seslenecek çırağa. Şişmeyen kekini kocası görmeden çöpe gönderecek. Sokağın başındaki ayvaz pastanesine bir koşu gitmek için yola çıkacak. Diz kapaklarını örtmeyen eteğini çekiştiren bir genç kızın arkasından bakacak kapıdan çıkarken. O eteğin altına düz bir çift rugan ayakkabı. Topuklu ayakkabı giymekten nefret ettiğini geçirecek içinden. Daima önüne baka baka tırmanacak sokağın başındaki merdivenleri kızın arkasından bakarken.

Aradan on dakika geçmeden aynı hızla girecek binaya elindeki paketle kadın.



Bir alışkanlık gibi sayacağım o sırada arabaları. Kırmızıları, beyazları. Plakaları yabancı olanları… Sokağın orta yerinde duran soğancı etrafa bağırıyor. Yan apartmandan sokağa doğru sarkıtılan sepete doğru ilerliyor sonra. Gökyüzünü bir şimşek çizip geçiyor. Futbol sahasının zeminindeki martıları göremiyorum. Bekâr evimin açık penceresi başka ve yalnız dünyalara uzanırken yağmur damlaları birbiri ardına vuruyor pervazlara.

Ömer Kaya yazdı: ÇIKIŞI ARAYANLAR İÇİN BİR ROMAN: AUSGANG

Romanın Konusu: Alışılmış düzende olaya yaslanan, kolay özetlenebilir pek çok metin okumuşuzdur. Bu minvalde çoğu metin, toplumsal bir mesel...