Hava karardı biraz önce. Ben o sırada gökyüzünde yüzlerce metre yükseklikte elimdeki kitabı okumak için özel bir çaba harcıyordum. Bazı kitaplar şifreli kasalar gibidir. Doğru rakamları ya da sözcükleri yan yana getiremezseniz şifreyi açamazsınız. Buna rağmen yarıladım kitabın sayfalarını. Uçağım havalimanına indiğinde akşamdı. Seksen dakika kadar rötar yapmıştı uçak. Günün battığını İstanbul’da görecektim. Düşündüğüm gibi gelişmedi yolculuk planım. Uçağım da benim gibi bir karanlıktan geçerek indi.
Sonra bir otobüsle en yakın vilayete doğru hareket ettik. Benim dışımda altı sessiz yolcu… -Hakkını yemeyeyim bir yolcu otobüs hareket etmeden hararetle telefonda bir şeyler anlatıyordu.- Bu şehre son iki yıl içinde birkaç kez gelmiştim. Gündüz olduğundan mı nedir şu anda hissettiğim şeyi ne hissetmiş, ne düşünmüştüm. Belki de düpedüz bastırmış, yok saymıştım düşüncelerimi. Onun ölmüş olma ihtimalini görmezden geliyordum. Mutlaka iyiydi, bir yerlerde çocuklarını büyütüyor, birilerine arka çıkıyordu. Birilerinin eşi, çocuğu, arkadaşı olmaya devam ediyordu. Üzerinden bunca zaman geçmişken o deprem gününü, yerle bir olan binaların enkazlarını düşünmek neyin nesi şimdi emin değilim.
Depremden birkaç ay sonra Düzce’den, Sakarya’dan, Kocaeli’nden geçiyorum. Sakarya’da yıkılmış evlerin gölgesinde ve sessizliğinde bir eylül gecesi. Ayakta kalmış bir cami avlusunda yalnız bitli bir köpeğin arkadaşlığı… Bunu da hatırlıyorum. O zamanda yaşadığını bilmek istiyordum. İstasyondan ayrılırken etrafa tanıdık bir şeyler görmek için bakıyordum. Rüzgârın ılık esişi yatıştırıyor tedirginliğimi. Dolaşıyorum bütün gece.
Otobüsüm doğduğun şehre doğru yol alırken bir evin içinde televizyonun kanalları arasında gezinirken düşünüyorum seni. Ana muhalefet partisindeki değişim haberini geçiyorsun. Ve binlerce kurbağa aynı anda nehri terk ediyor diğer haber kanalında. Bir an duraklasan da bu haber sana kötü şeyleri düşündürüyor. Bir başka televizyonu açıyorsun. Eski bir şarkı çalıyor.
“Bu gece son biraz sonra/Bu kapıdan son kez çıkıp yine kendimi/Vuracağım yollara/Kim bilir kaç kere ıslanacak yüzüm/Elimi tut düşman olma/Ne olur parça parça olmasın içimiz…”
Senin Trabzon’daki en son radyo programında bu şarkıyı çaldığını ve uzun bir ayrılık konuşması yaptığını bunca yıl sonra hatırlıyorum. Zeytinlik’te bir cafede oturmuştuk yaz sonu. Özenli bir el yazısıyla yazmıştın söyleyeceklerini. Ne çok üzmüştü seni o konuşma. Gece yarısını geçiyordu o şarkıyı çaldığında.
Hayatımda bir şeyleri bitirmem gerektiğinde kısacık konuşmalar yaparak o anı geçiştirmeyi başaramadım. Bocaladım durdum cümle kurmaya çabalarken.
Ne çok sessizlik, kimsesizlik görmüştün o evde. Ölmek için çok gençtin C.P..
Ölmek üstü çizilmiş bir sözcük gibi anlamsızlaştırıyor her şeyi.
Öldün mü sahi? O kentte miydin o gece?
Sarsıntı, uğultu ve çocukların seslerinin geçtiği o sokaklardaysan eğer, bir selâm gönder. Yaşıyorsan, buradayım de. Çocuklarımı büyütüyorum. Bu sene büyüğü okula başladı