Bir fotoğrafımız var seninle. Bir dükkânın önünde oturmuş gülümsemişiz. Yan yana olmak bizi keyiflendirmiş. Sağ kolumu omzuna atmışım ve karşımızdaki iki kişiye bakıyoruz. Arkamız sanki çiçek bahçesi. Fotoğrafı gören suluboya ile yapıldığını sanacak. Renklerin en güzelleri o dakikalarda içimizi boyayıp gitti. Tanrı’nın en kısa iki günüydü. Rüzgâr kuşların göğüslerinde taşıdığı sıcaklık kadar doldurdu içimizdeki boşluğu. İki kuş gibiydik o yolda. Kuşların ömürleri kısa olurdu. Yollarda her şeye rastlanabilirdi. Bir avcıyla karşılaşmaya görsün, kanadından vurulup düşecekti bir ağacın, taşın dibine. Oysa ölüler Tanrı’nın rafında bekliyorlar sonsuz göğü. Kuşlara ne oluyordu ki, göğsümüzde kopan çığlık geceye karışacak, muhtemelen bir uğursuz poyraz susturacaktı o çığlımızı da ondan ürktüler. Bizim de kanatlarımızdaki tüyleri yolacaktı zaman. Bazı sesler yan yana duyulmaz sevgili. Uzun köprülerden geçmek gerekir fırtınalarda.
Bazen bir rüyanın içinde görürsün kendini. Atlara binmiş kırlara doğru uçar gibi gidiyorsundur. Sonra beşinci kattan zemindeki havuza çakılmak üzereyken uyandığın da olur. Her şeyi böylesine güzel gösteren ve aniden değiştiren nedir o anda? Yeleleri rüzgârda savrulup çayırların ilerisindeki ormanda kaybolan atların arkasından bakıyorum. O, ağaçların arasında güneşin dokunduğu yaprakların yeşiline karışmış örümcek ağlarını dağıtıp gidiyor. Senden önce yüzyıllardır devam eden manzara hemen hemen budur. Uğultusunu duyduğun ormanın derinliklerinde kaybolacak birazdan o kuşlar. Kulak kesilip, gözünü dört açtığını sandığın zamanda her şeyin aslında ne kadar tuhaf durduğunu ve geç kalındığını anlayıp geri dönmek isteyeceksin. Az önce geçtiğini sandığın tüm vadiler birer tümseğe dönüşmeye başlayacak önünde. Çiçeklerini eğilip kokladığın, dalları birbirine geçmiş ağaçlar kapayacak yollarını.
Günlerce korunaklı hale getirmek için çaba harcadığın, üzerine titrediğin ne varsa, bir kısa an, hepsini silip götürecek. Kayalar üzerlerindeki kumlardan soyunur, bir elbiseyi çıkarıp kenara atar gibi. Tek rüzgâr, bazen çıplak parıldayan bir kayaya dönüştürür. Kumlarla örtülüyken duymuşsundur o güçlü rüzgârlarla ilgili hikâyeyi. Bir gün üzerinden geçip gitme ihtimalini düşünmez miydin? Bir ağaç kökü ayakucuyla en sert yerlerine doğru dokunur. Milyonlarca kum tanesi sıkı sıkıya birbirine bağlı olduğunu düşündüğün o bir tanesi, an gelir ağaç kökünün gözüyle karşılaşır ve bırakır diğerlerinin ellerini. Dağılıp gider teninin içine doğru o ilk çözülmenin ardından.
Biz insanlar da o sert kayalar gibiydik. Önümüze yığdığımız bentleri aşmasını bilen olursa bırakıyorduk gövdemizi suyuna. Bir fırça darbesiyle yüzünü çizdi ressam. Bakıyordum ama net değildi yüzün. Palmiye ağacının gölgesi vuruyordu üzerimize.-Papulya ağacı demek istiyorum şimdi buna. Nasıl açardı o ağaçlar hatırlıyorum.- Belki o yüzden biraz karanlıkta kaldı yüzlerimiz. Arkada içinde çiçekler olan bir vazo. Belli belirsiz bir cam duruyor orada. Pembe, yeşil ve gri tonları sürmüş sanki ressam camın arkasına. Yorgun muyduk? Önünde oturduk bu manzaranın?-Hayır değildik demek istiyorum senin yerine.- Zaten sen başkasının yerine düşündüğünden o köprünün üzerinde durup uzaklara baktın.- Bulutlar henüz güneşin önünü açamayacak kadar sarhoştu, salındı senin gibi birkaçı. Ellerin nerde? Karanlıkta el yordamıyla arayıp buldum mu onları? Az önce olmalı kopardın dalından bir beyaz gülü. Koklamadan uzattın geceye doğru. Gece yapraklarının arasındaki sakladığı kokuyu gülden aldı.-Kurudu mu o gül, ince bir defterin arasında?- Rengi iyice eskimiş olarak bulacağım onu aylar sonra. Elinin izi olacak üzerinde. Parmaklarımın izleri tedirgin onlara değecek sonra.
Gece bir fısıltıya dönüştürecek konuşmamızı. Yan yana duran kayalar, asırlık ağaçların gölgeleri ve yaz’ın yağmuru geçecek içimizden o kısa iki gecede. Sonrası boşluktur bilirsin.
Bıraktım diğer kum tanelerinin ellerini. Çözüldü çöl’ümün sırrı. Güneşe günlerce sırtını dönmüş bir kertenkele gibi birden ani bir hareketle saklandım bir taşın altına. Oralarda bir yerlerde varlığımdan haberdar olmasını istemediğim gölgeler üşüşüverdiler içime. Ya da sendin gizlenen yarasalar gibi. Orada seni gördüğüm günün ertesi, ışıkla buluşmaktan çekinip iyice içerlerine girdin bir mağaranın ağzından.
Küçük çalılıkları geride bıraktım. Bir rüyadan uyanmıştım. Sanki sırtımda senin sıcaklığını duyumsuyordum. Günler önce gittiğinin bilinciyle yeniden pencereye, sonra balkona koştum. Geceydi, o yüzden sokaklardan gelen sesler başka türlü bir şeyler düşündürüyordu. Orada bir köşede oturuyorsun sanki iki kişi ile. Yok, o düpedüz bir karanlık. Daha önce böyle mi olmuştu? —Pencereden baktığında seni bekliyordum.- yapraklar iyice büyümüş rüzgâra kafa tutuyor. Rüzgârsa altını üstüne getiriyor dalın. İnsanlar da böyle birbirlerini ters düz ediyorlar.
Odanın tavanı zemine yaklaşıyor ve kollarınla itiyorsun duvarları. Benim odam da Tanrı’nın rafı. Odam benim mezarım. Duvarlarımdaki resimlerdeki çizgiler eğri büğrü. Kitaplar boş sayfalara dönüşüyor. —Senin gülün kurudu.- Eskiden de söylemiştim, defterim ölü çiçek mezarlığı. O gül bunun içindi. Önce solacak beyazı, sararacak ve kuruyup incelecek defterin arasında.
İnsan insanın avcısı… Kanıyorum bir taşın dibinde. Ben kanadıkça akıyorum başka tozlara doğru. Her biri başka tarafa dağılan kum tanecikleri iki kısa gece için ömür biçiyorlar bana. Bahçedeki çayırlara doğru bakıyorum, ötesindeki köprüye…