8 Aralık 2018 Cumartesi

Yazar Serkan Türk ile Uygar Atasoy söyleşisi


Öncelikle yeni öykü kitabınız Uyurgezer Bir Gölge hayırlı olsun. Kapağını çok beğendiğimi ekleyerek sormak istiyorum, bu kitapta okurları nasıl öyküler bekliyor?

Bu kitabın yazılış sürecinde karşılaştıklarım, düşündüklerim, gördüklerim, hissettiklerim ve anlatayım diye önüme çıkan öyküler var. Uyurgezer Bir Gölge’nin ilk öyküsü bir önceki kitabın başlangıç öyküsünü de içine alan, sıkışıp kaldığımız bu dünyada kendine soluk kazandıramayan, görünmez olmayı içten dileyen bir kahramanının yolcuğuyla başlıyor. Uzak Yaz’dan beri -yazdığım demektense anlattığım demeyi tercih ediyorum- hissi merkeze alan durum ve olaylara değiniyorum. Uyurgezer Bir Gölge’nin gövdesini oluşturan öykü kişilerine baktığımızda; saklanan, korkularıyla yüzleşemeyen, yalnızlığı alışkanlık haline getiren, yaşamın getirdiklerini bir yükmüş gibi sırtında taşıyan insanlardan oluşuyor.
Her kitap, yazarına yazma sürecinde önemli etkiler bırakır. Uyurgezer Bir Gölge, nasıl bir etki bıraktı sizde? 
‘İnsan kırk yaşında dünyanın sonuna yaklaşmış gibi hissetmiyorsa da büyük yenilgiyi her an yaşayabileceği duygusunu bir yumru gibi göğsünün bir kıyıcığında saklı tutar. Bunca zaman neler yaşamış olursak olalım mutluluk geçici bir alev almaydı içimizde. Bana da öyle olmuştu. Kısacık alevlendiğim birkaç andan başka bir şey değildi hayatım.’
Altı parmaklı kahramanlar, ejderhalar, gerçeklikle rüya arasında gelgitli bu insanları tanımak, onlarla yaklaşık üç yıllık bir süreyi geçirmek bir anlamda çocukluğumdaki karanlık yanları görmemi sağladı. Birbirimizi umursamadığımız bu dünya her zaman kötü bir yerdi. Çürüyen, kokuşan bu evrende arayanı ve anlatanı varsa insan yalnız değildir, diyorum. Uyurgezer Bir Gölge bir bakıma hüzünlü bir karnaval.
“Durup dururken yazı yazmıyor insan. Yazmak için bir derdinizin olması lazım, normal olarak yaşamı sürdüremediğin için yazıyorsun, bir yenilgiden sonra yazıyorsun” diyor Latife Tekin. Neler söylemek istersiniz bu konuda? Öykülerinizde okuyucuya yansıttığınız yaşanmışlık hissi için, öykülerinizde kendi yaşamınızdan besleniyorsunuz diyebilir miyiz?
Öykülerim gelip kendilerini yazdırıyorlar çoğunlukla. Bir fısıltı şeklinde, bir bakıştan süzülüp, çoğunlukla modern hayatın dayatmaları arasında gelip beni buluyorlar. Çok defa deneyimlediğim bir duygunun şekil değiştirmiş hali de olabiliyor bu. Hiç bilmediğim, görmediğim, hissetmediğim bir şey de. Bir çiçek gibi kurusa da kokusunu üzerinde taşıyan… Giderek yitirmeye alıştığımız ruhun canlılığı hep var olabilsin diye, kelimelerin hafızalarına güveniyorum.
Öykülerinizde sizin kaleminizden çıktığı duygusunu veren, bilerek yaptığınız ve o öyküyü sizin kılan bir imzanız var mı?
Çocukluğumda bir rüyayı sık sık görüyordum. Uyandığımda korkusu içimde canlılığını koruyordu. Yazdıklarımın içine de sıklıkla girdiğini düşünüyorum bu rüyanın. Büyük bir resmin küçük parçaları gibi düşünebiliriz dediğim görüntüyü. Yer yer kalbimin ritmini yükselten, soluğumu kurutan, içimi acıtan bir şeye dönüştü. Bazense sevincim oldu. İnsan yazdığı ve anlattığı şeye bir zaman sonra kendi de inanabilir.  Galiba bu inanma ve inandırma hali küçük bir çentik sayılabilir.
Öykülerinizin sevdiğim yanı, okunmaları tamamlanmış olsa da sonrasında zihni hep meşgul ediyor olmaları. Peki öykülerinizin okurları bu denli etkilemesinin sırrı ne?
Bu soruyu epeyce düşündüm ve birkaç okurumun fikrini aldım. Biri “İnce şeyleri durup düşünmeye vaktin vardı ve o yüzden yazdıkların etkiliyor bizi,” dedi. Diğeri, “Aynı pencereden bakmışız gibi hissediyorum yazdıklarını okurken,” diye devam etti. “Duygularımı somutlaştırıyor senin hikâyelerin, kelimelere başkaca anlamlar yükleyebiliyorum okurken.” “Okuru sıradanlıktan kurtarabilen, atmosferiyle özgün bir kurgu içeriyor olması,” dedi bir diğeri.
Ulus Baker’in şu cümlelerini ödünç alarak yanıtlayayım dilersen sorunu.
“Televizyon olmadığı için pencereden bulut seyretme başladım. Oradaki yayın çok iyi, haberler daha güvenilir, gelip geçen bir iki uçak dışında pek reklam almıyorlar, ve asıl önemlisi akşamları gök gürültülü sürpriz programlar var. Filmler genellikle kırlangıçların hayatı üzerine ve belki biraz monoton, ancak oldukça realist.”
John Berger bir söyleşisinde, “Psikolojik çözümlemelere kuşkuyla yaklaşıyorum, bu çözümlemelerin kendi içine kapalı olduğunu ve yaşama temas edemediğini düşünüyorum” diyor. Öykülerinizde yer alan karakterlerin psikolojik çözümlemelerini etkili bir şekilde kaleme alan bir yazar olarak, bu konuda ne söylemek istersiniz?
Dünya bir çocuğun çiçek dürbününden görülse daha çok eğlenceli olurdu herhalde. Oysa cam gibi dağılmış kalplerden öğreniyoruz yaşama bakmayı. Her görenin başkaca bir şeyi duyumsadığı gerçeğiyle anlatıyorum öykü kişilerimi.
Semih Gümüş, Öykünün Bahçesi kitabında; “Öykücülüğümüzün yeni kuşağının en ilgiye değer yanı, her şeyden önce şiirle iç içe geçen okuma düzeyini, alışkanlıklarını, geleneksel edebiyattan aldığı etkileri kırıp düzyazıyı seçmiş olmasıdır” diyor. Şair yanınızı ve öykülerinizde yer verdiğiniz şiirsel anlatımları da göönünde bulundurarak bu konuda neler söylemek istersiniz?
Birey okur olmadan dinleyicidir. Kimi masalların, söylencelerin arasında yeşerir korkusu, mutluluğu. Dünyayı duyumsama yaşına eriştiğinde bir anlatıcıya dönüşür. Her yazar sesiyle, ruhuyla kendi destanını, büyük şiirini oluşturmayı amaçlar. Benim yapmaya çabaladığım da biraz bu. Dünyanın uğultusunu yazdıklarımla birlikte biraz dindirmek ve sözün çarpıcı müziğiyle birlikte ifade edebilmek.
Bugün yazdığınız öyküleriniz/şiirleriniz ile ilk yazdıklarınız arasında fark görüyor musunuz? Neler değişti? 
Güneşi ne zaman görsem ya yüzümü dönerim ya sırtımı. İki durumda da duruşum beni mutlu eder. Her defasında başkaca şeyler öğrenirim güneşten. Yazdıklarımdan da çok şeyler öğrendim. Kelimelerin arasına bıraktığım sadeliği yaşarken buldum ve elbette insanın kendinden uzağa doğru yürüdüğünü…
Tanpınar günlüklerinde, “Acaba bittim mi?” diye serzenişte bulunuyor. Sizde de hiç yazamama korkusu oldu mu?
Eskiden 24 poz, 36 poz fotoğraf filmleri olurdu. Çok şanslıysanız bazen 1-2 poz fazladan çekebiliyordunuz. Yazmayı ben buna benzetiyorum. Her kitap kaç öykü toplamından oluşuyorsa o kadar defa flaş patlıyor içinizde. Bazen çekecek, gösterecek, anlatacak bir şey kalmayabilir. Bu elbette korkutucu bir duygu. Bir yazar kendi sınırlarını ancak yazarak bulabilir. Beni durduracağını düşündüğüm toslayacağım bir duvarla, duyguyla karşılaşmadım daha.
 10 Mayıs 2018-Mevzuedebiyat.com

4 Aralık 2018 Salı

ŞİİRDEN ŞİİRE LXIV-Ahmet Günbaş



ŞİİRDEN ŞİİRE LXIV

Uzun Ruhlu Bir CüceSerkan Türk, Yitik Ülke Yay. 1.basım, Ekim 2016
Serkan Türk, “Yalnızlığın Göğsü”nden yazıyor. Büyük bir çukur var orada ve derin bir ıssızlık hali!.. Yani şu iki dize,  son yapıtının temasını oluşturabilir:
“insanlar çıksındı insindi tepeyi de şuracığa
kondurmuşlar yalnızlığın göğsüne” (s:43)

İlk bakışta biraz Behçet Necatigil burukluğu çalıyor kapımızı. Hani, “çoklarından düşen o solgun gül” yakınmasını anımsadığımızda, Türk’ün, o solgunluğu doğrudan göğsüne yapıştırdığını duyumsarsınız. Ancak bunun için, “teni ölümlü insanın, boyu uzun ruhlu bir cüce” (s:12) vargısını anlamamız gerekir. Çünkü “hepiniz ölüsünüz / benimle fotoğraf çekilmeseniz” (s:24) önermesinden geliyor gözle görünmeyen ıssız insanların tanımı. Daha doğrusu sıkça kullandığı, -tenle tin arasında uyumsuz kalan- ‘gölge’den ibaret yaratıklardır onlar. Hiç çekincesiz yaşamın ya da dünyanın karşılığı olarak kullanabilir “Gayya Kuyusu”ndaki çınlamasız sesler. Buradan hareketle her türlü inceliğin tabana vurduğu uçurum yolculuğu insanlık adına olup bitenlerin göstergesi gibidir:
“insan insanın uçurumu
bizi yol ve gönül yorgunu diye ikiye ayırdılar
ben kendi benzerimi buldum
aşkın gayya kuyusu değil mi yeryüzü
bazı hançer bazı ateşle kurulan” (s:11)
Dikkat edilirse,  ten ile tin burada da ayrı yerlerde durur. Dahası insan düşünceleriyle edimleri arasında ortadan biçilmiştir. Üstelik benzerini, karşılığını bulmak kâr etmez. Yarım benzerlik başa beladır. Temelde iletişimsizlik sorunudur insanı parçalara bölen… ‘Boşluk’ ve ‘ses’ iki önemli unsurdur bu yüzden. Tıpkı yarım insan gibi ayrımına varılan akşamın eşiğinden bakılır dünyaya. Bu anlamda “akşamlar yorgun kardeşidir insanın / bir yanıyla karanlık, bir yanıyla gökyüzü” (s:12)  dizeleri boşuna söylenmemiştir. İletişimsizlik öylesine dayanılmaz boyuttadır ki, “Bumerang” örneği dönüp kendine çarpan yalnızlık hali oldukça korkunçtur:
“bir deri bir kedi kaldım dünyada
karanlığı kurutan kimsesiz ay” (s:13)
Ve sanki gensel kökeni vardır o derisine yapışan yalnızlığın. “aynı evin içinde kendi tarihimi yazdığım / doğrudur, kuyusuydum ben annemin / boğulduğu hayat bendim bir bakıma / söylenmeyenleri söylediğim” (s.14) dediğinde, kadına dönük katlanmış acıları da anlatır. Kendisi, annesi ve başkalarıyla oluşan yaşanmamışlık çemberi öylesine geniştir ki ‘boşluk’ ile ‘sonsuz’ çıkmazları birbirini dengeler:
“sonsuz bir boşluk bulduk içimizde
doldur doldur bitmeyen yalnızlık koyduk adına” (s:16)
Aynı şekilde ‘aşk’ kavramı da ‘yürekkıran’a eşitlenir.  “Kışbahcesi”nin erkenliği belki bu yüzdendir. “ağlamadan geçilen geceler” çatır çatır çatlamalar biriktirir. Geçici bir aldanış da olsa, “hiç yoksa” beklentisi, bir utkudan çok en azından yaşama tutunmanın belirtisidir:
“hiç yoksa bir merdiven
oturursun ve beklersin
tanıdık bir yüzü, sesini
bir kapı ardına kadar kapalı
bir kapı en güzel içeriden açılır
akşam gelir, bulur bazı yalnızlıklarımızı” (s:18)
Açılıp kapanan kapıların gıcırtısına oranla doğayla yüzleşme öncelik taşır. Sanki kırık dökük her yanını onaracak gibidir böyle. Bunun da temelinde yaşamla yabancılaşma yatar ki, “ben tenimi güneşe sermek isterim / göğsünden önce bir kadının” (s:21) özleminin yakıcılığına hak verirsiniz.
Yalnızlık dediğimiz şey, bir parça eksik ve yanlış yaşanmışlıkların toplamı gibidir. Bir yanda “bıraktığım, sustuğum, sırt döndüğüm / ne varsa benimle geliyor” (s:22) yakınmasının ağır yükü, bir yanda “biz çok geçtik kalpsizlerin yolundan yurdundan / o yüzden her taşın altından alınganlığımız çıkar” (s:23) şeklinde vurgulanan kırgın yaşam izlerinin dikeni rahat bırakmaz yalnızı. İşte bu noktada “Dünyanın En Büyük Yalnızlığı”nı konuşmalıyız! “ne oldu kitaplar, tanrı’nın bildikleri / ve sonu gelmeyen acılarımız / yine taşlara oturduk / sıralı sırasız yalnızlara baktık / kalbimizden geçen inceden bir sızı / yaşlıların gülüşünde saklanan sitem” le (s:25) sezgiselliğe açık yankılanmalar ömürden taşar. Dahası dünyayı kana ve gözyaşına buladığımız her anın hesabı en büyük yalnızlığa yazılır ki, bu konuda Acılar Ortası’nda şiiri uyarılarla doludur. Hemen ardı sıra gelen Bulanık Deniz’e özgü kuşkular hiç de iç açıcı değildir:
“ey dilim o şarkının anlamını bilmeden
uzatabilir misin ellerini bir yunana
haykırsan sofrada öldürülen anneler aşkına
            ateş etme nasıl denir mesela çocukçada
şimdi biraz susalım, gözlerini kapa” (s;30)

Bir yerde yaşanmışlığa özgü kırıntılarla birlikte yaşanmamışlığa ilişkin boşluğu doldurmaya çalışır şair. Belleğine aldığı ‘eskideki yeni’nin değerini görmek için “anılarımız sararsın diye eski yapıyoruz birbirimizi” (s:35) dizesine bakmak yeterli. Üst tarafı “yaşamı yormak”la ilgilidir. Bu öyle bir yorgunluk halidir ki birbirimize teğet bile geçmeyiz, “ağlayan gölgeler gördüm” (s:38) saptamasına göre. Genelde bir tükenmişlik sendromu gibi algılanan görüntüde, görünenle görünmeyeni iyi ayırt etmek gerek. Ki görünmeyenin uğultusunda “yürekkıran”a meydan okuyan yeni başlangıçlardan söz edebiliriz. Yoksa mızmız yalnızlıklara karışabilir o dirimli duyarlıklar. Aşk, evet aşk, varoluşsal sancının en önemli belirtisidir:
“aşk gelsin bir defter daha doldururuz” (s:44)
Beklentilerin ister istemez aşk olasılığıyla güçlenmesine olanak sağlayan ışık, bir giz yumağı şeklinde düğümlenen düşüncelerle sevgiliden esecek rüzgârı karşılamaya hazırdır artık:
“benim sana bunca zaman sakladığım bir bakıştı
tenimden tenine bulaşan kokuydu varlardan çoğalan” (s:41)
Ayrıca “kalbim yokluğunda da senin kuşlarını saklıyor” (s:35) itirafı da kayıt altına alınmıştır bir şiirde.

(Eliz Edebiyat, Ekim 2018, s:118)


17 Ekim 2018 Çarşamba

"Uyurgezer Bir Gölge"


Öğretmenlik sıfatımı takındığımda en çok korktuğum şeylerden biri de edebiyattaki istisnalardır. Öyle ki bir anda öğrencinin gözünde yetersiz, bilgisiz konumuna düşebilirsin. Önceden o istisnadan haberliysen zaten sorun yok, çünkü konunun içinde değinirsin; ama haberli değilsen işte o zaman sıkıntı var demektir. Bilgisi yetersiz öğretmenlerin istisna deyip işin içinden çıktığı öğrenci efsanelerinin birine konu oldun demektir şayet aksi ortaya çıkarsa.
Yazın dünyasının alanını düşündüğümüzde teoride yanılmamak mümkün değil. Hele ki deneysel çalışmalar söz konusu iken. Bundan bir hafta öncesine kadar hikâye konusunu anlatırken üç bakış acısından ve iki anlatım dilden söz ederdim. Şayet öğrencinin biri öğretmenim: “Ben ve o dilinden başka dil kullanılmaz mı?”  deseydi, hayır derdim. Çünkü hikâyede “sen dilini” kullananı ne duymuştum ne de öyle bir hikâye okumuştum, ta ki bu hafta Serkan Türk’ün Uyurgezer Bir Gölge kitabıyla tanışana kadar.

Ray tıkırtıları arasında kompartımanın kapısı açılıyor. İki adam ve bir kadın içeri giriyor. Burası sakinmiş, diyor adam. Kadınla diğer adam onu onaylıyor. İçeri girdiklerinde ikinize de selam vermiyorlar. Umursamıyorsun. Zaten iletişim kurmak istemediğinden önündeki gazeteye gömülüyorsun. Ceketli kuşlar haberi canını sıkıyor. Başka bir haber okuyorsun. Bazen okuduğumuz şeylerle düşündüğümüz şeyler başka olabiliyor. Belki de düşünüyorsun. Moğolistan’da yaşayan bir müzisyenin hayatı üzerine yapılmış kapsamlı bir söyleşi dikkatini çekiyor. Kötü sesler çıkarmam için bana para ödediler, diye başlık atılmış. Flüt çalmak dünyada en sevdiğim şeydi, diyor müzisyen. Gobi Çölü yakınlarındaki bir şehirde yaşadığını, kendisini senelerce iblisleri kovmak için kötü çalmaya zorladıkları için insanlardan nefret ettiğini. Uyduruyor belki de okunmak için bunları gazete Seni çevrendekilerin nelere zorladıklarını sıralıyorsun içinden görünmeyen bir yere. Gobi Çölü’nün uçsuz bucaksız kumları arasında sıyrılıp Nasyonal Sosyalizm konusu hakkında konuşan kompartımandaki diğer yolcuların konuşmasına kulak kabartıyorsun. Kadın sıska bir şey ve çizgi film gibi önünde duruyor. Adamlar kadın konusunda tetikte, hazır cevap. Oysa sen ve genç adam dünyayı yaratan Tanrı’nın yanından geliyormuş gibi yorgun. (Uyur Gezer Bir Gölge - Yarına Giden Tren, Sayfa 11-12)

Söz konusu eserden alıntıladığım metinden de anlaşılacağı üzere hâkim (ilahi) bakış açısıyla anlatılan bu hikâyede anlatıcı sen dilini kulanmış tıpkı 59 ve 65. Sayfalardaki  “Esin” metninde olduğu gibi. Kitaptaki diğer metinlerin dilini de düşündüğümüzde anlatımdaki zenginlik bir anlamda peş peşe okunduğunda durum hikâyelerindeki tekdüzeliği de kırıyor.

Kitaptaki metinler tek tek incelendiğinde bireysellikleri yanında, çok farklı bir bütünselliğe de sahip oldukları görülmektedir. Meraktan yoksun kesit öykülerindeki sürükleyicilik, durum ve duygular şimdi nereye sapacak, hangi yöne evrilecek düşüncesiyle verilmiş. Metinlerde baştan sona kadar sürekli bir devinim söz konusu, tıpkı ana yola hiç çıkmadan sürekli tali yollara sapmak gibi. Bir tren yolculuğuyla başlayıp bir gazete haberine oradan bir çöle, oradan da yumuşak bir geçişle sosyal ve siyasal bir meseleye geçiş yapabiliyor hem de bütün bunları tek bir paragrafta…

Eserdeki bütün metinlere kesit öyküsüdür demek çok zor, ben merkezli öykü demek de. Kefenin birinde Çehov, diğerinde Kafka var. Çoğunlukla Çehov ağır gelse de Kafka’nın da hatırı sayılır bir ağırlığı var. Kitaba adını veren Uyur Gezer Bir Gölge metninde Kafka’nın kefesi neredeyse yere yapışmış. Anlatıcı olan kahraman daha çok kendi ruh hâlini ve hayal dünyasını yansıtır. Kahraman edebi metnin gerçekliği içinde, yaşadığı olayları kendini merkeze koyarak, kendisini de birey kabul edip anlatır. Serkan Türk ben dilini kullandığı hikâyelerinde gözlemlerden ve olaylardan hareketle bireysel bunalım ve çıkmazlara yönelir. Kahramanı dış dünyayı içinde bulunduğu ruh hâline göre algılar ve ona göre anlatır.
Uyur Gezer Bir Gölge metni son derece dikkat çekici ögeleri içinde barındırıyor olması bakımından önemli. İsimlerden ve olaydan yola çıkacak olursak bu metin, büyük aşkı İngiliz şair Ted Hughes'dan ayrılışından sonra toparlanamayarak intihar eden Amerikalı şair Sylvia Plath'ın son yirmi dört saati kendi ağzından anlatılarak öyküleştirilmiştir. Sylvia, çocukları Frieda ve Nick, sevgilisi Ted, Doktor Horder dahası intihar şekli ile birlikte o gün yaşanan olanların birebire uyuşması bize bunun biyografik bir öykü olduğunu gösteriyor.

Serkan Türk’ün “ben” dilini kullandığı diğer öykülerinde kahramanları genellikle düş dünyasına sığınır. Ben dili; anlatıcı için birçok zorluğu beraberinde getirdiği gibi yazar ve anlatıcı okuyucu algısında çok zaman aynılaşır. Bu tehlikeyi, aynılaşmayı, bilebile takıntılı karakterler yaratmak yazar için cesurca bir davranış.
Kesit veya ben merkezli öykünün, olay öykülerinden bir diğer farkı: His ve sezgi örüntüsüdür. “Duru görü” dediğimiz herkeste az çok var olan psişik yeteneklerimizi kahramanlarda, göze sokmadan, görünür kılmak kalemin sinsiliğini gösterir. Serkan Türk’ün şairlikten gelen sinsi bir kalemi var. Her metinde duyguları çeşitlendiren dil, şiirin alegorisiyle veriliyor. Bu da derinlik ve zenginlik demek. Tıpkı ECO’nun dediği gibi: “Her zaman, bir kitabın yazarından daha zeki olduğunu düşünürüm.”
Çok basit gündelik hayat, hislerle bulandırılıp şiirsel bir dille tatlı bir öykü halini alabiliyor. Küçük insan, küçük hayat öyküye büyük farkındalıklarla giriyor. Bu ateşin yakmadığı, buzun üşütmediği kin ve sevginin yoldaşlığıdır. Aynı nefeste hem soğuk hem sıcak üflemek gibi… Duygular tezatları üzerinden verildiği için okuyucuda karşılığını buluyor. İki Kara Leke metninden aşağıya alıntıladığım cümleler bir öyküden değil de bir şiir metninden alınmış gibidir.

            İnsan boşlukta havalanmış bir balon gibi rüzgârın onu götürdüğü yere doğru… Kusurlarımızı unutup bir şeylere başlayabilirmişiz gibi baktık birbirimize. Gözleri iki kara leke. Geceye düşse üzgün… Güne düşse kalp kırıklığı… Sarılmak geldi elimden. Sonra o sarılmak bütünleştiğimiz bir geceye uzadı. Yıldızların birbirine olan uzaklığı yitip gitti. Perde kapandı. Çarşaflara sinmiş o koku başımı döndürdü. Nefesimi kesti.(İki Kara Leke s.46)

Kitapta üzerinde durulması gereken metinlerden biri de Hiç’tir. Hiçlik, yokluğu ve değersizliği ifade ettiği gibi. Aynı zamanda kişinin bütün hüznünü de içine alır. Hiç, çoğu zaman çaresizliğin de ifadesidir. Bazen de beni rahat bırakın demektir. Serkan Türk’te, hiçlik ilk etapta bireysel hüzün iken sonda umursamaya, toplumsal hayıflanmaya dönüşür. Öykünün çıkış noktası ve gelişimi her ne kadar bireysel duygular gibi görünse de zemin toplumsaldır.
Rüya, hayal ve his bu üçlü, üçayaklı tabure gibi her zemine çok rahatlıkla oturabilir. Yazar bu üçlüyü kitabına aldığı metinlerin, neredeyse, tamamına yedirmiş. Sürrealistlerin en önemli tavırlarından biri olan duygu ve düşünce dağınıklığı yazarımızda da kendini göstermektedir.

Tahlil ve tasvirleriyle anlatımını sıradanlaştırmadan nehir öyküler yazan Serkan Türk’ün absürt ve takıntılı karakterlerini uzun soluklu bir metinde hayal etmemek neredeyse imkansız, böylelikle romancılığın da işaretlerini veriyor.
Bir insan kendisine ait olmayan ve hiç tanımadığı hatta kendisiyle hiç ilgisi olmayan insanların fotoğraflarını neden kendi albümüne koyar. İşte bunun cevabını ancak Uyur Gezer Bir Gölge’nin metinleri arasında bulabilirsiniz.


Serkan Türk’ün “Uyurgezer Bir Gölge” adlı öykü kitabı üzerine Atilla Yaşrin yazdı. Varlık dergisinin Eylül 2018 sayısında yer almıştı.


28 Ağustos 2018 Salı

Uzun Ruhlu Bir Cüce’yi Okumak

“geleceğim, dedi adam
bir güneş batımı olsa bile düşüreceğim gölgemi
seninkinin yanına”

Şair-yazar Serkan Türk’ün Yitik Ülke Yayınları’ndan çıkan yirmi sekiz şiir ve kırk sekiz sayfalık üçüncü ve yeni şiir kitabına-Uzun Ruhlu Bir Cüce’ye- önsöz niteliğinde böyle bir girişle başlıyoruz.
Kitabı-kitapları okumadan önce bir düşünelim:
Şiir okuyoruz, evet, ama neden? Bu nedeni bulduğumuzu ve çözümlediğimizi farzedelim. Peki şiir okuduktan sonra nedenimiz bir sonuca ulaşıyor mu?

Ya da merak ediyor muyuz şair bu şiiri neden yazmış olabilir diye?

Kelime seçimlerine bakıyor muyuz? Keza kelime seçimi derin bir düşünce ve duygunun yansımasıdır. Bize duygu ve düşünce aktarılıyor bunu kabul ediyor muyuz, ya da bu duygu ve düşünceler sinebiliyor mu içimize okuyunca?
Şiir yalnızca okunmaz sonucuna ulaşıyorum ben tüm bu sorular sonucunda. Birçok sonuçtan biri bu. Bu duruma siz de uygun cümlelerle katılabilir ya da uygun cümlelerle karşı çıkabilirsiniz ki bu, bu şiir kitabında olan şiirler de dahil, şiir olabilmiş tüm şiirler için gerekli olan ama yeterli olmayan bir ilgi, incelik getirecektir. Buna ve dahasına şiir adına ihtiyacımız var diyebilirim “Herkes şiir okumasın arkadaş” lafzına karşıt olarak. Şairin dediği gibi:

benim dilim kimsesizin dilidir
geçtiğim bu kervan bulanık deniz
                                           (bulanık deniz)

İtalyan şair Pavese, Yaşama Uğraşı’nda şöyle yazmıştı: Hayatın saldırılarına karşı bir savunmadır edebiyat. Hayat şöyle der: “Beni kandıramazsın. Senin alışkanlıklarını biliyorum, tepkilerini sezip onları seyretmekten hoşlanıyorum, doğal akışını engelleyecek kurnazlıklarla gizini açığa çıkarabiliyorum.”
İşte böyle bir edebiyattan söz edebiliriz şiir kitaplarını okuyup, anladığımızda. Uzun Ruhlu Bir Cüce’de de hayata karşı savunma olan şiirler, ifadeler  karşımıza çıkmaktadır yer yer. Tıpkı Pavese’nin ifadesinden hareketle hayatın silahını ve tüm saldırılarını ona çevirip şöyle diyebiliyor şair: “Beni kandıramazsın. Senin alışkanlıklarını biliyorum, tepkilerini sezip onları seyretmekten hoşlanıyorum, doğal akışını engelleyecek kurnazlıklarla gizini açığa çıkarabiliyorum.”
Evet, şair tüm bunların fakında ama yine de bir sıkıntı, bir dert kemiriyor içini:

her gün birinin sevmesine müsaade ediyorum seni yaşam
her gün bir dağın ardına bakıyorum 
kaybolan gençliğini arıyorum cesetlerin
belimi sıkan kemeri gevşetiyorum bir defa daha
                                                                      (güneş ve ten)                      

Yerli yerine oturmuş kelimeler, imgeler, söyleyişteki kolaylık ve anlam bütünlüğü var şiirlerinde şairin. Ve genel olarak şiirlerinde görülen anahtar kelimeler şunlar:
yalnızlık, boğulma, kuyu, ruh, uzak, yol, uzun, bakmak-görmek, yaşam-hayat, kader, söz, gece, ölü-ölüm ve tüm bunların merkezinde, tüm bunları içinde barındıran “insan”.
Anlatışlar insanın yaşamını konu alan bir seyir defteri gibi işlenmiş esere. Öyle ki;

ben bakmaları seviyorum
uzak bir dağ gibi görüyorum manzaranı
uzak bir nehir gelip kıyımda bitiyor
duyabildiğim seslerden bir yol
zaman bir boşluğu düşürüyor içime
kaç gündür aynı sözcükleri tekrarlıyorum
                                      uzun yıllar sessiz
                                                                            (uzun yıllar sessiz)
diyerek açıkça belirtiyor tüm bu durumları ve devam ediyor hayatın nerdeyse tüm şiirsel anlarını acısıyla, sevinciyle aşkıyla, hüznüyle şiirlerinde yansıtıyor. Üstelik yormuyor ifadeleri, duygu ve düşünceler açıkça ifade ediliyor.  “Ben”, “bana” anlatımı üzerinden “sen” ve “sana” anlatımları şiirleri şekillendiriyor. Diyebilirim ki; uzun yıllar sessiz, kış bahçesi, bulanık deniz, son yürüyüş ve  sarmaşık şiirleri kitapta öne çıkan şiirlerdir.
            Şiir okuyucuları için ve ayrıca özellikle genç şairler için taze bir soluk-rahat bir nefes olacaktır diyebiliriz bu eser için. Okuyucuya yepyeni bakışlar ve anılar yaşatırken şiir yazanlara da daha rahat şiirselliğin nasıl olabileceğinin bir örneği sunuluyor sanki. Hani bazı eserler vardır okuyucusuna yeni bir eser yazması için güç verir ve yol gösterir. İşte bu eser de bir yönüyle öyle bir eser. Olması gerektiği gibi:

küskünlük suskunluk gibi bir şey değil
ne yapsak nafile, alınamayan bir gönül
gidilemeyen bir kent gibi uzak.
                                                        (gayya kuyusu)


ve ön sözüne cevap niteliğinde son sözü şairin; sarmaşık şiirindeki “aşk gelsin bir defter daha doldururuz” ifadesindeki arzunun gerçekleşmiş hali:

“antakya’da musa ağacını gördüm, dedi kadın.
bursa’da inkaya çınarını.
öyle, ulu bir gölgeliksin, beni severken.”



Bayram Zıvalı'nın değerlendirmesi İtibar Dergisinde yer almıştı.



                                                                                                            

27 Ağustos 2018 Pazartesi

Ayrıksı Öyküler: Uyurgezer Bir Gölge

Çok yönlü insanlara hep imrenmişimdir. Onlarla karşılaştırdığımda, kendimi fazla sade ve biraz renksiz bulurum. ‘On parmağında on marifet’ deyişini hatırlatırlar bana. Serkan Türk de bu deyişi, sonuna kadar hak eden bir insan: Hem öykücü hem şair hem de radyocu. Bu üç alanda da yetkin ürünler ortaya koyabilen biri. El attığı her alanda kendini kanıtlamak zor olsa gerek. Bunu başarabilen insanlar epey az.
Serkan Türk’ün, Yitik Ülke Yayınları’ndan çıkan beşinci öykü kitabı “Uyurgezer Bir Gölge”, yazarın etkileyici bir şiiriyle başlıyor. Böylece en baştan, yazarın şair yönünü de görmüş oluyoruz:

bensiz kalacaksın bir gün, dedi
ışığı sönmüş bir ev, dişsiz bir ihtiyar gibi.
o zaman bunca anı ayakta tutacak seni
 Öykülerde yazarın şair tarafını açıkça görebiliyoruz. Şairliğin, öykücülüğe olan desteğine şahit oluyoruz. Şiirsel bir dil ve anlatım, öyküleri duygusal yönden güçlendiren bir özellik. Bu özelliği iyi kullanmış Serkan Türk.
Önceki öykü kitaplarıyla karşılaştırdığımızda, Serkan Türk öykücülüğünde “Uyurgezer Bir Gölge” bir değişimi müjdeliyor. Öykü konuları bakımından, bireysellikten toplumsallığa; dil bakımından ağdalı, süslü bir dilden sade, öz bir dile yönelim var. Kişisel olarak, bunun olumlu bir dönüşüm olduğunu düşünüyorum.

“Dünya dönmekten vazgeçmediği için biz de yaşamaktan vazgeçmiyoruz. O içimizi bunaltan, karartan, kırgınlaştıran, hüzne bulayan şey geçip gitmiyor.” (sf. 26)
Serkan Türk öykülerinde ‘yolculuk’ teması karşımıza çıkıyor. Kitabın ilk öyküsü “Yakına Giden Tren”, bir tren garında başlıyor ve tren yolculuğunu merkeze alıyor. Bunun dışında, öykü karakterlerinin genellikle ayrıksı kişiler olduğunu söyleyebiliriz. Toplumsal normlara ayak uyduramayan, itilip kakılan, terk edilen, kendini ifade edemeyen kişiler.
Örneğin, kitabın en güçlü öykülerinden “Lunapark”ta başkarakter, gardıropta yaşamaya başlayan bir adam. İzlediği bir haberin etkisiyle kendini acımasız bulduğu gündelik hayattan soyutlamaya karar veriyor. “Parmaklar” öyküsünde ise altı parmaklı bir çocuğun yaşadıkları dile getiriliyor. Karakterler sadece zihinsel değil, bazen bedensel olarak da insan kalabalığı içerisinde ayrıksı kalabiliyor.
“Uyurgezer Bir Gölge”deki dikkat çekici bir diğer özellik ise öyküler arasındaki bağlantılar. Bir öyküde yaşanan olaylar, bir sonraki öyküde yer alan bir konuşmada kendine yer bulabiliyor. “Hiç” ve “İçindeki Ses” öyküleri, aynı karakteri konu alıyor. Bir tür kardeş öyküler. Bu şekilde okur, öyküler arasında bağlantılar kurmaya, benzerlikleri yakalamaya, geçişleri fark etmeye yönlendiriliyor. Öyküleri okurken okurun, sürprizlere karşı uyanık olması gerekiyor.
Yazının başlarında bahsettiğim, Serkan Türk’ün öykücülüğündeki değişim, güncel siyasete ve düzene dair satır aralarındaki göndermelerde kendini gösteriyor. Eleştirel bir bakışla yazar, öykülerde bir tür günümüzün tanıklığı görevini üstleniyor. Örneğin, “Sabah Yürüyüşü” öyküsündeki şu cümleler okura mizahi bir eleştiri sunuyor:

“Modern dünya dayatması elimde Ipad, o gazete senin, bu gazete yandaşın. Hepsine bakıyorum. (…) Bir başkan çıkıp kızlı erkekli apartları kontrole alarak güvenliği sağlayacağını söylüyor.” (sf. 30)

Trabzonlu yazarın kaleminden Karadeniz’in maruz kaldığı doğa katliamına da tanık oluyoruz. Toplumsal yapıda olduğu gibi, çevremizi saran doğaya yapılanlar da unutulmuyor. “Ö. Akdoğan’ın Beklenmeyen İntiharı” öyküsünde:

“Son yıllarda yapılan yol çalışmalarını da eklersem denizle arama epeyce mesafe girmişti. Çocukluğumda yürüdüğüm kumsal, taşlarla doldurulmuş ve dört şeritli bir yol olmuştu.” (sf. 77)

“Uyurgezer Bir Gölge”, kitabın başındaki etkileyici şiirin geri kalanıyla bitiyor:
 her şeyin bir saati var, dedi adam.
kuyuya düşmenin, kuyudan çıkmanın.
bir kalbi uzun uzun dinlemenin.
Serkan Türk’ün sonraki öykü kitaplarında, açtığı bu yeni yoldan ilerleyeceğini tahmin ediyorum.
 Serkan Türk, Uyurgezer Bir Gölge, Yitik Ülke Yayınları, 2018.

Ruhşen Doğan Nar – İlk Mevzuedebiyat.com sitesinde yayımlanmıştır.

20 Haziran 2018 Çarşamba

Bak Önümüzde Yeni Bir Mevsim Üzerine Bir İnceleme


           Serkan Türk’ün dördüncü öykü kitabı Bak Önümüzde Yeni Bir Mevsim, Yitik Ülke Yayınları etiketiyle okurlarla buluştu. On iki öyküden oluşan kitap, Serkan Türk’ün öykü dünyasına giriş için iyi bir seçim olur desek yanılmış olmayız sanırım.
            Kitap, Hitler Ve Yoldaki Üç Kişi öyküsüyle başlıyor. Birinci tekil anlatımla ilerleyen öyküde, tren yolculuğu yapan bir karakteri dinliyoruz. Anlatıcının dikkatli bir dinleyici tavrı dikkat çekiyor ilk olarak. Etrafında yaşanan olaylara ve seslere karşı duyarlı bir anlatıcıyla karşı karşıya kalıyoruz. Fakat salt bir dinleyici kimliğinden öte, sözgelimi dalgın ve biraz da takıntılı bir karakter canlanıyor öykü ilerledikçe. Anlatıcının dalgınlığına ise sık sık yaptığı geri dönüşlerle ve yer yer çocukluğuna dair yaşadıklarını anımsaması ile şahit oluyoruz öykü boyunca. Bu noktadan sonra, Thomas Bernhard karakterlerine nazire yaparcasına bir anlatıcı profili canlanıyor zihnimizde. İnsanlarla,  değim yerindeyse kırık bir ilişki biçimi olan bir anlatıcı şekilleniyor zihnimizde.

            Hadi Öldür Şunu Aslanım öyküsü ise bir radyo sunucusunun horoz dövüşünü anlattığı an ile başlıyor. Bu öykü ile beraber bir önceki öykü ve daha sonraki öykülerdeki benzer bir tematik yaklaşım dikkat çekiyor. Hadi Öldür Şunu Aslanım öyküsünde tekrar birinci tekil anlatımla karşı karşıyayız. Fakat bu öyküde anlatıcı,  radyo sunuculuğundan hayvan dövüşü sunmaya nasıl geldiğini bir çırpıda söylemeyi tercih etmiyor. Belirli aralıklarla hatırladıkları ve yaşadığı olayları anımsamalarıyla beraber okurun zihninde bir süreci canlandırmaya çalışıyor. Anımsamaları ve kendi kendine yakınmaları ile karısıyla boşanma durumuna geldiğini de öykü ilerledikçe anlıyoruz. Bir başka öykü, Krampon Kazası öyküsünde ise yazar, bir önceki öykülerde oluşturduğu benzer özellikteki karakterlerin daha somut bir halini almış karakterle karşılıyor bizi. Geçmiş ile şimdi arasında gidip gelen anlatıcının bir yandan da gündelik hayatına konuk oluyoruz. Öykü kendi içerisinde parçalara bölünüyor, ama yine de o parçalarla bir bütüne doğru ilerliyor. Rüya ile gerçek arasında sıkışan karakterin inişli çıkışlı ilerleyen hayatına yazar, Patrick Süskind’in Güvercin’ inine gönderme yaparak yapısal bir bütünlük peşinde koşuyor. Öyküye başlığını veren Krampon Kazası olayı ise Oidipus kompleksi temeli barındıran bir baba-oğul çatışması içerisinde anlatılıyor. Tabii bu noktada,  baba oğul ilişkisini, anlatıcı tarafından, yani oğul tarafından dinliyoruz.
Kitapta ilerledikçe benzer çizgide ilerleyen öyküler dikkat çekiyor. Bunlardan ilk dikkatimizi çeken de;  kitaba adını veren Bak Önümüzde Yeni Bir Mevsim öyküsü ile Kalbim Oyuncak Bir Gemi Senin Sularında öyküsü oluyor. İlk öyküde ölen karısının ardından yalnız kalmış bir adam anlatısı ile beraber öykü ilerliyor. Aynı zamanda karakterin gündelik yaşamı içerisinde insanlarla olan ilişkilerine de ayrı bir perspektiften şahit oluyoruz. Bir önceki bölümde bahsettiğimiz gibi, öykülerde yaşanan, ya da yaşanmış bir olayı parçalara bölerek anlatmaya çalışan bir yazarla karşı karşıyayız bu öyküde de. Karakterin, karısının ardından arta kalan yaşamındaki gidişat, hayatındaki ayrıntıların betimlenmesiyle şekilleniyor. Karısından kalan elbisesi ile kurduğu ilişki ise öyküdeki genel atmosferi oluşturan unsur oluyor.  Bir başka açıdan, o elbise ile olan ilişkisinin hastalık derecesine vardığını düşünen karakter, elbiseyi eskiciye vermekte buluyor çözümü. Kalbim Oyuncak Bir Gemi Senin Sularında öyküsü ile Bak Önümüzde Yeni Bir Mevsim öyküsü tematik bir bağ kuruyor burada. Bu bağ, salt ölüm temasından da öte, iki öykünün yaşanan bir ânda çarpışması oluyor. Bir dipnot olarak da şunu eklemekte fayda var. Kitaptaki öykülerin büyük bir çoğunluğu bir kasaba hayatı içinde geçiyor. Büyükşehir hayatının aksine öyküler de birbirine yakın hayatlar arasında, birbirine yakın olaylarla anlatılıyor. Bu çıkarımdan sonra bahsettiğimiz iki öykünün çarpışması da kaçınılmaz oluyor haliyle. Bak Önümüzde Yeni Bir Mevsim öyküsündeki eskiciye verilen elbisenin olduğu ân, Kalbim Oyuncak Bir Gemi Senin Sularında öyküsünde çıkıyor karşımıza. Önceki öykünün aksine, Kalbim Oyuncak Bir Gemi Senin Sularında öyküsündeki ölüm temasında ise karakterin iç çatışmasına şahit oluyoruz. Ayrıca öyküyü salt bir katil öyküsü olarak da okumak mümkün. Bu öyküdeki karakter de, geçmişte kalan ânlar ile yaşanılmış olaylardan arta kalan nesnelerle kurduğu bağ da dikkat çeken bir ayrıntı oluyor.

            Kitapla ilgili bir başka öne çıkan konu; yalnız karakterlerin aksine öykülerin büyük bir çoğunluğunun kalabalıklar içinde geçiyor olması.  Gerek dağılmış, gerekse düzenli bir aile hayatının geçtiği öykülere rastlıyoruz kitap boyunca. Bu bağlamda yukarıda bahsettiğimiz Krampon Kazası öyküsü aslında bir dağılmış aile anlatısı örneği taşıyor. Öte yandan Wannsee’nin Mavi Suları öyküsünde de annesi ile teyzesi arasındaki telefon konuşmasından yola çıkarak bir aile portresi çiziyor anlatıcı bizlere. Bir başka öykü, Ailenizden Biri Beklenmedik Bir Anda öyküsü ise aile içinde, kalabalık bir ortamda geçen öykülerin en iyi örneğini sunuyor. Bu öyküde bütün bir aile üyelerinin konuşmalarına şahit oluyoruz. Babanın gördüğü rüya ve o rüyanın anlamında saklı olan ölüm imgesi üzerinden ilerliyor öykü. Buradaki tematik unsur da ilk dikkat çeken durum oluyor. Öykülerin ortak bir izlekte buluştuğu konu, ya da irdelendiği konu, ölüm oluyor. Ölmüş birinin ardından kurgulanan bir öykü okurken,  bir başka öyküde ölmek üzere olan bir karakterin öyküsünü de okuyoruz, ya da ölümün her an yaşanılabilir bir durum olduğunu anlatan öyküye de rastlıyoruz kitap boyunca. Salt insan odağında ilerlemiyor tabii öyküler, sözgelimi ölmek üzere olan bir horozla bile karşılaşabiliyoruz.
            Bak Önümüzde Yeni Bir Mevsim,  acele etmeyen, anlatacaklarını soluklanıp, yavaş yavaş anlatmaya niyetlenmiş bir yazarın elinden çıkmış bir kitap. Her ne kadar kitap boyunca bir şeyleri anlatma arzusuyla dolu karakterlerle karşılaşsak da kelimelerin yetersiz kaldığı anlarda,  susmasını bilen karakterlerin olduğu bir öyküler toplamı bu kitap.


Furkan Pişgin-Şarki Dergisi 4.sayıda yer almıştır. 2017

12 Nisan 2018 Perşembe

SERKAN TÜRK İLE SÖYLEŞİ A.BARIŞ AĞIR



1- Sevgili Serkan, son şiir kitabın Uzun Ruhlu Bir Cüce özelinde edebiyat maceranı konuşmak istiyorum. Bütün eserlerine topluca baktığımda senin kariyerini “ölümü her daim zihninde tutan kentli bireyin trajik yazgısını anlatan, parçalara ayrılmış benliğini doğada bütünleştirmeye ve sağaltmaya çalışan, hayalgücünün genişliğini şiirsel bir yoğunluk ve gerçeklikle birleştirebilen bir edebiyat” şeklinde özetleyebilirim sanırım.  Ölümden başlamak istiyorum. Bütün eserlerinde belirgin bir ölüm imgesi var. Öte yandan İsmet Özel’in “ölüyoruz demek ki yaşanılacak” dizesi de beliriyor zihnimde senin şiirlerini, öykülerini okurken. Eserlerindeki ölüm-yaşam birlikteliği veya karşıtlığı hakkında neler söylersin?


İlk kitabım Uzak Yaz’ın birinci öyküsü bütün yazacaklarımın belirleyicisi gibi oldu. İkiyüzlü Arzuhalci’de ani bir kaybın bıraktığı boşluğu tanımlamaya ve doldurmaya çalışıyordu anlatıcı. Yaşam serüvenimizde defalarca kayıplarla tanışan ruhumuz her defasında başka bir şeyle tanışmış gibi yabancı bütün olanlara. Oysa başlangıçlar ne güzel hisler doldurur insanın içine. Öykülerimde ve şiirlerimde karamsarlık, ölüm, içsel sıkıntılar olduğu kadar günün doğuşunu müjdeleyen öğeler de mevcut. Her yağmur sonrası gökkuşağı görülmez belki ama umudunu taşır insan.


2- Yukarıda da bahsettiğim gibi, senin karakterlerin kentli insanlar, ama derin trajediler içindeler ve benliklerini bütünleştirmek, iyileşmek için doğaya dönüyorlar. Bu anlamda doğa imgesi sağaltıcı özellikleriyle öne çıkıyor sende.

Benim karakterlerimin ortak özellikleri arasında kırsaldan kente gelen ve o sahici yakınlıkları yaşadıkları yerde bulamayan insanların olması. Yaşamsal döngüyü ancak doğadaki değişimle bütünleştirebildikleri için daha çok çareyi orada arıyorlar. Bir saksı, pencereye uzanan bir dal, uçsuz bucaksız bir tabiat insana iyi hissettirmez mi zaten? Bitkilerin, ağaçların adlarını bilmeyen bir kuşağın bana kalsa sevgiyi özümseyip yaşaması da beklenemez.



3- İlk öykü kitabın Uzak Yaz’da yoğun ve katmanlı öyküler vardı. Bir yandan da şiir diliyle çok yakın bağ kuruyordu bu kitabın. Bu nedenle en sevdiğim kitabındır hala. Sonraki öykü kitaplarında klasik olay örgüsüne dayalı öykülerle daha sık karşılaştık. Şiirsel olandan gerçekçi olana doğru giden bir serüvenin var.

Uzak Yaz biliyorsun benim yirmili yaşlarımın başında yazdığım öykülerden oluşturduğum bir kitaptı. Çoğu da çocukluğumun kuyusundan çekip çıkardığım, dillendirmekten çekinmediğim bir serüvenin parçalarıydı. Yaş aldıkça ve yaşamla dertlendikçe öykü kahramanlarım da büyüyüp kök saldıkları toprakla ağlar oldu. Daha trajik meselelere yordum kalemimi. Şiirse başlı başına varlığını gösterdi hayatımda.

4- Anlatım biçimi olarak iç konuşmalar ve bilinç akışı eserlerine hakim olarak görünüyor. Bunu yazarın tercihinden ziyade karakterlerinin ona dayattığı bir zorunlulukmuş gibi algılıyorum. İletişim kurmakta zorlanan, kapalı karakterler seni böyle bir üsluba zorunlu kılıyor sanki. Bellek ve nostalji bütün açıklığıyla siniyor bu anlatıma.

Çocukluğumu ilk geçirdiğim evde radyo evin başköşesinde kurulu ve düzeni kontrol eden bir aygıttı. Radyodaki ses sürekli anlatır ve bizi içsel bir yolculuğa çıkarırdı. Müziğin, sözün ağırlığında büyüdüm ve büyüttüm sesimi. Gel zaman git zaman o aygıttan sesini binlerce insana ulaştıran birine dönüştüm. Edebiyatı hayatımın merkezine aldığımda da o izi sürdürmeyi tercih ettim. Belleğimde birçok anı kırıntısı, duyduğum, gördüğüm, okuduğum. Sanırım zamanla seçtiğim karakterleri kendime benzettim ya da giderek onlara dönüştüm. Okuyucunun anlatılanı kurgu mu gerçek mi ayırdına tam olarak varamamasına neden oldu bu da.

5- Son şiir kitabına dönelim. Kitabı okuduktan sonra dikkatimi çeken ilk şey “kavuşmak” teması oldu. Kim neye kavuşmaya çalışıyor şiirlerinde?

Bir öykümde şöyle diyordum:  Kimse yetişemez, zamanın geçtiği yerlere. Galiba en çok zamanın geçtiği yerlere kavuşma çabası bu. Yaşlılık kavramı da çok sık üzerine düşündüğüm bir mesele benim için.

6- Farklı coğrafyalara da uğruyorsun bu son şiirlerinde ve o coğrafyaların trajedilerine ince ince değiniyorsun. Yüksek perdeden seslenmeyen, ama apaçık bir hüznü barındıran bir ses tonuyla. Yeryüzü bu anlamda bir mutluluk mekanı değil senin için. Daha ilk şiirinde yeryüzünü bir “gayya kuyusu” olarak betimliyorsun.

Bilakis mutluluğa dönüştürülen bir yer. Karamsarlığın, karamsarlığın üstündeki örtüyü kaldırmak gerektiğine vurgu yapıyorum. Yaşamı seven, anlamaya çalışan, duyumsadığı ölçüde içindeki çıkmazlardan kurtulabileceğine işaret ediyorum insanın. Dünya binlerce yıldır aynı döngü içinde yaşamını tamamlamaya çalışıyor. Yalnız acının sonu yol gibi duruyor kalana baktığımızda. Orada söyleyebileceğimi Yaşam şiirinde ifade ediyorum.
sakallarımın altına sakladım gençliğimi
hangi gökyüzü bakıyor geçmiş diye yüzüme
insanın bulup yitirdiği kendisi
yaşam dediğimiz biraz incinmişliktir belki

7- Bellek meselesine yeniden dönelim. Çağrışımlarla ilerleyen, hafızadan kopup gelen anları nesnelerle birleştiren bir özellik göze çarpıyor eserlerinde. Aynı şey bu şiir kitabında da var. T.S.Eliot’un Nesnel Bağlılaşım adını verdiği duruma yakın duruyorsun. Olaylar, duygular ve nesneler arasında nasıl bir bağ kuruyorsun sence?

Uzun Ruhlu Bir Cüce ile başlayan bugünlerde daha çok üzerinde durduğum geçmişin şiiri. Hafızanın, kokunun, bol çağrışımın zaman zaman belki öykü sınırlarına girecek ölçüde öne çıktığı bir şiiri arıyorum.
Karin, yeniden kan gölüne dönüşecek dünya
ne senin yürüyüp gittiğin dağ başları, deniz kıyıları
ne benim uğrunda çalışıp edindiğim yaşam
gözlerimizi kör eden bu ışık yok mu nice zamandır
kül olan kentler bırakacak ardında


8- Kitabında dikkatimi çeken bir şey daha oldu. Yaşlanmak kaygısını hisseden bir şair var sanki artık. Ne dersin?

Son on yıldır kişisel dünyamda da çok sayıda kayıp yaşadım. Kanınızdan canınızdan insanların ölümleriyle ister istemez başka bir boyuta giriyorsunuz. Çocukluğunuz geride kalıyor her ölümle. Yüzler hafızada solmaya başlıyor. Anılarsa giderek uzak. Bu da ilk gençliğin geride kaldığı gerçeğiyle sizi yüzleştiriyor. Bana olan da bu.
nasıl hızla yaşlanıyorsun bedenim
eğilip kalktığımda geçiyor bir mevsim
başımda azad edilmiş kuşlar, uzayıp giden sema
insanın benzediği ağaçtır, kuruyan dallar geçmiş gün
sürün gövdem sürün, aşk bir geçiştir alemlerden alemlere
saçlara düşense ödünç bir beyaz leke

  
9- Son olarak şunu sorayım: Çok yönlü bir edebiyatçısın. Farklı türlerde farklı eserler verdin. Peki ya roman? Senden bir roman beklentim var her zaman, biliyorsun.

Neden olmasın, diyorum. Uzun uzun anlatma ihtiyacım olan bir konu olursa mutlaka yazarım. Şu an yaşadığım tempo roman yazmak için pek uygun değil. Zihni çabuk dağılan biriyim. Yazdıklarım bütünlüklü olarak kısa zamanlarda iskeleti ortaya çıkan metinler. İnsanın içindeki sis dağılırsa uzağı da görebilir. Sözüm olsun diyerek bitireyim konuşmamı.

 Şarki Edebiyat Dergisi 4. sayıda yer almıştır.

Ömer Kaya yazdı: ÇIKIŞI ARAYANLAR İÇİN BİR ROMAN: AUSGANG

Romanın Konusu: Alışılmış düzende olaya yaslanan, kolay özetlenebilir pek çok metin okumuşuzdur. Bu minvalde çoğu metin, toplumsal bir mesel...