Çiğdem Sezer- RÜZGÂRLI CAMLAR
“Rüzgârlı Camlar” ı okumayı bitirip kapağını kapattığımda, 12-13 yaşındaki bir çocuğu da sayfaların arasına kapatmışım duygusuna kapıldım. Kitaptaki öyküler farklı zaman, mekân ve kişileri kapsıyorsa da anılan kahramanlardan başka bir kahraman –bir çocuk, çocukluk belki- bir öyküden diğerine taşınıp duruyordu. O çocukla birlikte sürgit bir şiir de taşınıyordu öyküden öyküye. Kitaptaki öykülerden birinde de konu edilen Rus oyuncaklarında olduğu gibi; birini açıyorsun içinden başka biri çıkıyor. Sonra diğeri… Bütün kutuları açınca , 12- 13 yaşındaki o çocuk ve şiiri kalıyor orta yerde; içli, hüzünlü, “sürekli bir ölme hali”nde ama yaşama tutkun…
Lirik, akıcı, içe dokunan bir dili var Serkan Türk’ün. Metaforları kullanarak gölgeliyor kişileri, zamanı ve olayları. “Siz görün” dercesine yazıyor. İçe, geçmişe bakmanın, gördükleriyle acılanmanın, bu acıyla sarılmanın yaşama, tutunma çabasının öyküleri… “Cam”; gören, gösteren…”İşte ayna, hadi baksanıza, dünya orada, hüzün de, sevinç de. Yeter ki bilin bakmasını, çevirin gözlerinizi derinliklerinize” der gibidir o “Rüzgârlı Camlar”.
Kitap, adından kapak tasarımına, “sağ omzumdaki meleğe ve kalbimdekilere” ithafından, girişindeki Cesare Pavese alıntısına ve Serkan Türk’e ait “Soluyorsun” adlı şiire dek bir “gitme arzusu”nu “gidememe hali” ni ve hüznünü içeriyor. Belki de melankolisini…
Söz konusu şiirin son dizelerinde, “arkamdaki kumluktan geçiyorsun/ sonra tutup ölüyorsun birkaç kuş için” diyor Serkan Türk. Birkaç kuş için ölmesini bilenlere hüznün hallerini ve yaşamın büyülü ezgisini duyumsatıyor “Rüzgârlı Camlar”. Hiç değilse benim duyumsadığım, bunlardı.
Sayfalar arasındaki o çocuğu-çocukluğu bir yerlerden tanır gibiydim…