nasıl sevgi dolu bakarım
görmez sağır kalbin taş olur
sonra arabalar geçer, göğsünden uçaklar
çizerler içimi sessizlikleriyle
karıncalı bir televizyon kanalında gölgeler
belirir yüzümden yukarı akşam
beklediğini bilirim beni
çünkü sesim sana iyi olmayı öğretecek
eşsiz müzisyen şarkısını söyleyecek
bir tanık bakıyor olacak yoluma
bütün kederler gün gelecek eskiye dönüşecek
sana açtığım kapılara, baktığım gök yüzüne
rüzgâr fısıldayacak taş binaların arkasından
yalnız ağaç eğilecek ardından kırılmış cama
oysa anı diyecek birileri yaşanmışa
yaşanmamışına üzülecek birileri de
içindeki örümcek ağlarını dağıtarak
sözüm söz sesim sana iyi olmayı öğretecek
ben yalnızlığımı doğururum
birlikte yaşlanmamıza izin verirse hayat
Serkan Türk
her şeyin güzel olma nedenleri kitabımdan
30 Aralık 2011 Cuma
25 Aralık 2011 Pazar
v
V
bir öpücük için dolaştık
bütün gün koridorlarını okulun
makileri geçtik, sararmış gökyüzünü
silinmemiş camlarını sınıfın
v harfini koyduk isimlerimizin arasına
asya’yı anımsadık böyle bir anda
saçlarının arasındaydı başım
ellerim dikenli sarayında
gülüşündeki uçurumları gördüm
yalnız ağzınla değil yüzünle mırıldandın
bataklıktaki gülleri o şarkıyla çürüsün gelinliğim*
içindeki koşuşturan atları buldumdu
bir vakit adının anıldığı vahada
ve kimsesiz beyazlığından öğrendiğim
açan akasyalara ağladığın böyle mevsimlerde
salyangozları öpüp kalbine götürdüğün
ve unutmayı unuttuğun o bahar
Serkan Türk
*model grubunun bir şarkısı
bir öpücük için dolaştık
bütün gün koridorlarını okulun
makileri geçtik, sararmış gökyüzünü
silinmemiş camlarını sınıfın
v harfini koyduk isimlerimizin arasına
asya’yı anımsadık böyle bir anda
saçlarının arasındaydı başım
ellerim dikenli sarayında
gülüşündeki uçurumları gördüm
yalnız ağzınla değil yüzünle mırıldandın
bataklıktaki gülleri o şarkıyla çürüsün gelinliğim*
içindeki koşuşturan atları buldumdu
bir vakit adının anıldığı vahada
ve kimsesiz beyazlığından öğrendiğim
açan akasyalara ağladığın böyle mevsimlerde
salyangozları öpüp kalbine götürdüğün
ve unutmayı unuttuğun o bahar
Serkan Türk
*model grubunun bir şarkısı
29 Kasım 2011 Salı
İkinci Şiir Kitabı Çıktı
SERKAN TÜRK'ÜN İKİNCİ ŞİİR KİTABI
"İÇİMİZ ÇÖLSE BİRİ GEÇMİŞTİR"
SERANDER YAYINLARINDAN ÇIKTI.
Çöl ve Kir
bıraktığım, sustuğum, sırt döndüğüm
ne varsa benimle geliyor
içeriye açılan kapılar vardır
orada dururum birinin önünde
bakarım dönecek anahtarlara
kilitlere,
açılacak olana
tuhaf bir belirsizlik çöker akşamla
bir salyangoz yürür yeniden
aynı serin yaprakların arasında
hem ağrısısın içimin
hem istediği şenlik,
döndüm dersin
yakasını düzeltirken gömleğimin
kiriyle karşılaşmış kalbim sevinir
söz edersin tozundan kumundan ayaklarından
içimiz çölse biri geçmiştir
Serkan Türk
"İÇİMİZ ÇÖLSE BİRİ GEÇMİŞTİR"
SERANDER YAYINLARINDAN ÇIKTI.
Çöl ve Kir
bıraktığım, sustuğum, sırt döndüğüm
ne varsa benimle geliyor
içeriye açılan kapılar vardır
orada dururum birinin önünde
bakarım dönecek anahtarlara
kilitlere,
açılacak olana
tuhaf bir belirsizlik çöker akşamla
bir salyangoz yürür yeniden
aynı serin yaprakların arasında
hem ağrısısın içimin
hem istediği şenlik,
döndüm dersin
yakasını düzeltirken gömleğimin
kiriyle karşılaşmış kalbim sevinir
söz edersin tozundan kumundan ayaklarından
içimiz çölse biri geçmiştir
Serkan Türk
22 Kasım 2011 Salı
Portekiz
akşamları neye inanırım sanırsın
balkonundan sarkmış bir çocuk başı
görür uzak yıldızları, yalnız ayı
güzellik saçlarının çözülmesi düğümlerinden
yazın tütmeyecek bacalar yapılır çatılara,
akmayacak yağmurdan gözyaşları çalınır
bilirsin her şey geçmişin tekrarı
yaşarsın yüzyıllar önceki mutsuzlukları ondan
aynı alışkanlıkla söylenirsin manava, kasaba
ben iyiye doğru gidiyorum kendi içimde
hepimiz başka karaların artığı
sular çekilir, o kuyular körlüğü insanın
yeni bir bakıştan mutluluk yapalım
terleyen bir kalp çarpıntısı ikimizde
başka kıyılara başka atlaslara bakalım
akşamları neye inanırım sanırsın
sokağından geçmiş kara bir gölge
bilir uzak şehirleri, çalınmış hayatları
burada durmuş söz ederiz Portekiz’den
sana çarpan sesimdeki boşluktan
gidemediğimiz limanlardan
Serkan Türk
balkonundan sarkmış bir çocuk başı
görür uzak yıldızları, yalnız ayı
güzellik saçlarının çözülmesi düğümlerinden
yazın tütmeyecek bacalar yapılır çatılara,
akmayacak yağmurdan gözyaşları çalınır
bilirsin her şey geçmişin tekrarı
yaşarsın yüzyıllar önceki mutsuzlukları ondan
aynı alışkanlıkla söylenirsin manava, kasaba
ben iyiye doğru gidiyorum kendi içimde
hepimiz başka karaların artığı
sular çekilir, o kuyular körlüğü insanın
yeni bir bakıştan mutluluk yapalım
terleyen bir kalp çarpıntısı ikimizde
başka kıyılara başka atlaslara bakalım
akşamları neye inanırım sanırsın
sokağından geçmiş kara bir gölge
bilir uzak şehirleri, çalınmış hayatları
burada durmuş söz ederiz Portekiz’den
sana çarpan sesimdeki boşluktan
gidemediğimiz limanlardan
Serkan Türk
17 Kasım 2011 Perşembe
Güneşli Bayır Üzerine Bir Deneme
Sanatçı Hakan Akçura “Her kentin kendine özgü bir rengi ve ışığı vardır” diyordu gazeteye verdiği röportajında. Bu rengi o kentte yaşayan insanların yansımaları olarak yorumlamıştı ayrıca.
Mavi ve yeşilin kucaklaştığı, dik yamaçların sarıp sarmaladığı, yol boyunca uzanan fındık bahçeleriyle, rüzgârda dans eden mısır tarlaları ve caddelerinden eksilmeyen yağmurlarıyla Trabzon. Bu şehrin 22 semtini, yine kuzeyin yetiştirdiği 22 başarılı Edebiyatçısının kaleminden, o semtin toplumsal hayatını, zaman içinde geçirdiği değişimleri, eğlence hayatlarını, olaylara göre verdikleri tepkileri bir edebiyatçı gözüyle öykü ve anılarından derleyerek hazırladıkları kitapları okuyucularıyla buluşturmuşlardır.
Serkan Türk’te Güneşli Bayır adını verdiği kitabında bu semtlerden biri olan Erdoğdu’ya dair gözlemledikleri ve yaşadıklarını, Yaşama Telaşı/Bir Semte İlk Kez Bakmak/Babamın Sesi/Gülibrişim Ağacı/Gece Yürüyüşü/Eski Zamanda Merdivenli Bir Ev/Bugün Yeni Bir Anı Edindik Kendimize/Lakaplar ve Buzlu Dere Sokağının Sakinleri/Benim Odam ve Kalabalık Düğünler/Güvercinler ve Atmacalar/Pazaryerlerinin Bereketi/Kahvehaneler/Erdoğduspor Kulübü/Kokulu Silgim Gazoz Kapakları ve Diğerleri/Çocukluğumun Oyunları/Erdoğdu Sözlüğü/Bir Alfabe Yaratmak/ve Son söz olarak öykü ve anılarıyla bir şair ve bir yazar kimliğiyle kaleme aldı.
“Asıl zenginliğimiz, geçmiş yılların hafızanızda bıraktığı o hoş kokuyu hala alıyor olmanızdır” diyor kitabının bir paragrafında Serkan Türk. Özellikle çocukluk yıllarımızı anımsadığımızda hangimizin içi titretmez ve gözpınarları dolmaz ki. Yazarın kendi deyimiyle yaşamının üçte birini geçirdiği Erdoğdu Semti ve Kuran Kursu Mahallesi Susam Sokağı, Kuruçeşme'deki Kartopu Sokağı ve şimdi yaşadığı Köseoğlu Caddesinde zaman içinde biriktirdiği öyküleri ile okuyucusunu Erdoğdu sokaklarında hoş bir gezintiye çıkarıyor.
Serkan Türk kitabındaki öykülerinde, 80'li yıllarda “Erdoğdu” için "Çocukluğumda benim için babam demekti" diyerek bu semtin kendisi için çok özel bir yeri olduğunu vurguluyor. Kitabı okurken her öyküde değişik duygu seline kapılmaktan kendinizi alıkoymakta oldukça zorlandığınızı göreceksiniz. Yazara bazen Erdoğdu'nun daracık sokaklarında top koştururken, bazen misketlerin peşinden giderken, bazen pamuk şekeri yerken, bazen de aynı sokaktaki arkadaşları ile topluca dik yokuşları çıkıp okul yolu üzerindeki komşu bahçelerin meyvalarından habersizce aşırırken de rastlayabilirsiniz. Bu sokaklardan geçerken ayrıca yaz ayı ise evlerden çeşitli kızartma kokuları, kış ayları ise dışarıda kar, evlerde genelde içten içe yanan kuzine soba üzerinde maşa ve kızarmış ekmek dilimlerinin kokusu ve beraberinden dışarıya sızan huzuru da duyumsayabilirsiniz.
Her biri birbirinden ilgi çekici ve sürükleyici olan öykülerinde Serkan Türk’e çocukluğundan başlayarak bu günlere gelene dek tanıklık ederken yanı sıra, kentin coğrafi yapısının zorluklarını, zaman içinde sosyal yaşamdaki değişimleri de gözlemleyebilirsiniz. Coğrafi yapının ve yaşamın getirdiği çetin şartlara rağmen şimdilerde mum ışığı ile aradığımız insanlar arasındaki samimi ve sıcak dostluklara da rastlayacaksınız. Her şeye rağmen azmini ve direncini hiç bir zaman yitirmeyen, çabucak kızıp öfkelenen ama kızgınlıkları saman alevi gibi sönen, bunun yanı sıra espirili ve neşeli insan tiplemelerini de tebessümle okuyacaksınız.
Öykü aralarına azda olsa serpiştirdiği şiir dörtlükleri ile Serkan Türk’ün şair kimliğine de rastlayabilirsiniz. Bunlardan biri olan “Geçen Kış” şiiri ile babasının vefatının ardından, babamı bahçeye gömdük geçen kış/en güzel yerlere bakıyor şimdi dedim/tepeleri göstererek arkadaşlarına/öyle birden bire uçtu…… dizeleriyle duygularını okuyucusuyla paylaşıyor.
90. yıllarda çocukluktan gençliğe geçişine, üniversiteye gitse de baba mesleği olan dükkanında geçirdiği yılları, bu arada yaşıtlarının çoğu o dönemlerde popüler olan futbola merak sarsa da, Serkan Türk seçimini yazmaktan yana kullanmış. Şartlar ne olursa olsun yazmaktan hiç vazgeçmeyip bu günlere gelişine de şahit olacaksınız. Ayrıca şehir yaşamındaki değişimler, tek katlı veya iki katlı evlerin yerini apartmanların alması, çok kanallı renkli televizyonların çıkışına, çocukların oyun yeri olan sokakların yerini küçük çocuk parklarının alışı, büyüklerin sohbet yerleri olan küçük semt kahvelerin yerini büyük lokallere bırakmasına ve bununla birlikte gelen sosyal yaşamlardaki değişimleri de gözlemleyebilirsiniz.
Serkan Türk’ün anılarını öyküleştirip okuyucularıyla paylaştığı bu kitabını, kendine has betimlemeleri ve anlatımı ile akıcı bir dille yazmıştır. Keyifle okuyacağınız Güneşli Bayır’daki öyküleriyle Erdoğdu Semti ve sokaklarında kaybolmaya ne dersiniz.
Meral Ulusoy
Mavi ve yeşilin kucaklaştığı, dik yamaçların sarıp sarmaladığı, yol boyunca uzanan fındık bahçeleriyle, rüzgârda dans eden mısır tarlaları ve caddelerinden eksilmeyen yağmurlarıyla Trabzon. Bu şehrin 22 semtini, yine kuzeyin yetiştirdiği 22 başarılı Edebiyatçısının kaleminden, o semtin toplumsal hayatını, zaman içinde geçirdiği değişimleri, eğlence hayatlarını, olaylara göre verdikleri tepkileri bir edebiyatçı gözüyle öykü ve anılarından derleyerek hazırladıkları kitapları okuyucularıyla buluşturmuşlardır.
Serkan Türk’te Güneşli Bayır adını verdiği kitabında bu semtlerden biri olan Erdoğdu’ya dair gözlemledikleri ve yaşadıklarını, Yaşama Telaşı/Bir Semte İlk Kez Bakmak/Babamın Sesi/Gülibrişim Ağacı/Gece Yürüyüşü/Eski Zamanda Merdivenli Bir Ev/Bugün Yeni Bir Anı Edindik Kendimize/Lakaplar ve Buzlu Dere Sokağının Sakinleri/Benim Odam ve Kalabalık Düğünler/Güvercinler ve Atmacalar/Pazaryerlerinin Bereketi/Kahvehaneler/Erdoğduspor Kulübü/Kokulu Silgim Gazoz Kapakları ve Diğerleri/Çocukluğumun Oyunları/Erdoğdu Sözlüğü/Bir Alfabe Yaratmak/ve Son söz olarak öykü ve anılarıyla bir şair ve bir yazar kimliğiyle kaleme aldı.
“Asıl zenginliğimiz, geçmiş yılların hafızanızda bıraktığı o hoş kokuyu hala alıyor olmanızdır” diyor kitabının bir paragrafında Serkan Türk. Özellikle çocukluk yıllarımızı anımsadığımızda hangimizin içi titretmez ve gözpınarları dolmaz ki. Yazarın kendi deyimiyle yaşamının üçte birini geçirdiği Erdoğdu Semti ve Kuran Kursu Mahallesi Susam Sokağı, Kuruçeşme'deki Kartopu Sokağı ve şimdi yaşadığı Köseoğlu Caddesinde zaman içinde biriktirdiği öyküleri ile okuyucusunu Erdoğdu sokaklarında hoş bir gezintiye çıkarıyor.
Serkan Türk kitabındaki öykülerinde, 80'li yıllarda “Erdoğdu” için "Çocukluğumda benim için babam demekti" diyerek bu semtin kendisi için çok özel bir yeri olduğunu vurguluyor. Kitabı okurken her öyküde değişik duygu seline kapılmaktan kendinizi alıkoymakta oldukça zorlandığınızı göreceksiniz. Yazara bazen Erdoğdu'nun daracık sokaklarında top koştururken, bazen misketlerin peşinden giderken, bazen pamuk şekeri yerken, bazen de aynı sokaktaki arkadaşları ile topluca dik yokuşları çıkıp okul yolu üzerindeki komşu bahçelerin meyvalarından habersizce aşırırken de rastlayabilirsiniz. Bu sokaklardan geçerken ayrıca yaz ayı ise evlerden çeşitli kızartma kokuları, kış ayları ise dışarıda kar, evlerde genelde içten içe yanan kuzine soba üzerinde maşa ve kızarmış ekmek dilimlerinin kokusu ve beraberinden dışarıya sızan huzuru da duyumsayabilirsiniz.
Her biri birbirinden ilgi çekici ve sürükleyici olan öykülerinde Serkan Türk’e çocukluğundan başlayarak bu günlere gelene dek tanıklık ederken yanı sıra, kentin coğrafi yapısının zorluklarını, zaman içinde sosyal yaşamdaki değişimleri de gözlemleyebilirsiniz. Coğrafi yapının ve yaşamın getirdiği çetin şartlara rağmen şimdilerde mum ışığı ile aradığımız insanlar arasındaki samimi ve sıcak dostluklara da rastlayacaksınız. Her şeye rağmen azmini ve direncini hiç bir zaman yitirmeyen, çabucak kızıp öfkelenen ama kızgınlıkları saman alevi gibi sönen, bunun yanı sıra espirili ve neşeli insan tiplemelerini de tebessümle okuyacaksınız.
Öykü aralarına azda olsa serpiştirdiği şiir dörtlükleri ile Serkan Türk’ün şair kimliğine de rastlayabilirsiniz. Bunlardan biri olan “Geçen Kış” şiiri ile babasının vefatının ardından, babamı bahçeye gömdük geçen kış/en güzel yerlere bakıyor şimdi dedim/tepeleri göstererek arkadaşlarına/öyle birden bire uçtu…… dizeleriyle duygularını okuyucusuyla paylaşıyor.
90. yıllarda çocukluktan gençliğe geçişine, üniversiteye gitse de baba mesleği olan dükkanında geçirdiği yılları, bu arada yaşıtlarının çoğu o dönemlerde popüler olan futbola merak sarsa da, Serkan Türk seçimini yazmaktan yana kullanmış. Şartlar ne olursa olsun yazmaktan hiç vazgeçmeyip bu günlere gelişine de şahit olacaksınız. Ayrıca şehir yaşamındaki değişimler, tek katlı veya iki katlı evlerin yerini apartmanların alması, çok kanallı renkli televizyonların çıkışına, çocukların oyun yeri olan sokakların yerini küçük çocuk parklarının alışı, büyüklerin sohbet yerleri olan küçük semt kahvelerin yerini büyük lokallere bırakmasına ve bununla birlikte gelen sosyal yaşamlardaki değişimleri de gözlemleyebilirsiniz.
Serkan Türk’ün anılarını öyküleştirip okuyucularıyla paylaştığı bu kitabını, kendine has betimlemeleri ve anlatımı ile akıcı bir dille yazmıştır. Keyifle okuyacağınız Güneşli Bayır’daki öyküleriyle Erdoğdu Semti ve sokaklarında kaybolmaya ne dersiniz.
Meral Ulusoy
1 Kasım 2011 Salı
yeni kitap: içimiz çölse biri geçmiştir.
Çöl ve Kir
bıraktığım, sustuğum, sırt döndüğüm
ne varsa benimle geliyor
içeriye açılan kapılar vardır
orada dururum birinin önünde
bakarım dönecek anahtarlara
kilitlere,
açılacak olana
tuhaf bir belirsizlik çöker akşamla
bir salyangoz yürür yeniden
aynı serin yaprakların arasında
hem ağrısısın içimin
hem istediği şenlik,
döndüm dersin
yakasını düzeltirken gömleğimin
kiriyle karşılaşmış kalbim sevinir
söz edersin tozundan kumundan ayaklarından
içimiz çölse biri geçmiştir
Serkan Türk
15 Ekim 2011 Cumartesi
her şeyin güzel olma ve olmama nedenleri üzerine-celâleddin koç
her şeyin güzel olma ve olmama nedenleri üzerine…- celâleddin koç
“konuş,kan!.. Anlat… ne zaman
ah ne zaman, pes edecek insan
denen macera”
V.B. Bayrıl
“kan, ölümlülerin hususiyetlerini asla anlayamadığı ve anlayamayacağı…” der Mephisto Goethe’nin Faust romanında…
“uzak yaz” ve “rüzgarlı camlar” isimli İki hikâye kitabının ardından bu kez kırmızı sayfalar altında kendini ele vermeye kalkışan bir şairin -Serkan Türk’ün- şiir kitabı her şeyin güzel olma nedenleri… kül – sanat’tan…
“ah yaz kalbimin yamasını”
-“derimin altında bir nehir mi ki kan” -“göç yollarında bir tıkanmadır özlemlerim” “eski bir savaş çıkıverir kitaplardan”
-“kalın bir kitabı okur gibi sular”- “bilsem sonu bir bahçeye çıkar/ koşacağım suların ardından” “küçük bir ağacı sallayan çocuklar kadar coşkulu”
- Ağaçlardır; anıların gölgeleri karışır-
ve “geçmiş, bir servi ağacıydı o bahçede ölüleri gölgeleyen.” Servilerdir ki "yaprakları güzeldir, sıra sıra çok güzel dizilmiştir dalları, ama hiç meyve vermez bu güzel yeşillikler..." (1)
Heidegger: “şiir yazmak: bütün uğraşların en masumu” demişti. Serkan Türk: ‘yaralı dizlerindeki’ kabukları hatırlayarak, birilerinin yaşanmışa anı dediği ve birilerinin yaşanmamışa üzüldüğü yerde içindeki örümcek ağlarını –ve ağlamalarını!- dağıtarak geçmişi yeniden kuran bir şairdir “her şeyin güzel olma nedenleri”nde… En kirli halini severken ellerinin…
“eskiden gelen işaretler/ dilidir tanrıların…”(2) “mülklerin en tehlikelisi dil bunun için verildi insan’a… kendisinin ne olduğuna tanıklık edebilsin diye…”(3) ve Serkan Türk; şiirin bir ‘dil meselesi’ olduğunu bilen şairlerden. Hocam Ercan Yılmaz’ın ifadesiyle “o azınlıktan”… - çünkü ancak “çocukların dili, ilkellerin ve kadınların dili gibi son derece imgeli ve betilerle doludur…”(4) ve hiç şüphesiz şairdir o “silik gözlü çocuk”… kalbinin kulesinden, “kalbinin kamburu”yla bakar ve görür…
Şiirin o “büyülü feneri”yle geçilen şehirlerden “çarmıhına bakarken”; beton evler arasında yitildiğini bilir – ve bunun kentin batısına doğru yapılan son yürüyüş olduğunu da! -daima
-“yalnızdım tüm kentlerin üveyi”, “geçerdim her kenti ödünç bir sabırla”
Cemal Süreya’nın “biliyorsun ben hangi şehirdeysem/ yalnızlığın başkenti orası” dizelerini anımsayarak…
ki “sonra arabalar geçer, göğsünden uçaklar/ çizerler içimi sessizlikleriyle”
“Fakat kalıcı olanı ozanlar kurar”(5) yine de…
-“sana yeni bir kent verebilirim/ tenimdeki köprüleri de geç derdim önce bir başkasına”, “kaleni yapacaklar omurgamdan/
Bu merdivenlerden taşırlar kumumu”
-Yapılan bir şeydir şiir, Hilmi yavuz’un vurguladığı gibi; planlanarak inşa edilen(6)… bu bağlamda Serkan Türk; aslında bütün sanatın eleştiri, bütün sanatın protesto(7) olduğu yerde; acılarını ehlileştirir teninde, Aşkları istifaya davet eder, o ‘dil’ için şiirine kamyonlar sokmaktan çekinmez, yaprakları ayrılıklara süpürtür, içine naftalinler koymayı göze alan bir şair olarak çıkar okurun karşısına…
Ve “beklediğini bilirim beni/ çünkü sesim sana iyi olmayı öğretecek” dediğinde ‘dokunuş’u sorgulamaya başlar “her sözcüğün bir diğerinden alacaklı kaldığı” o evde… ve bu sorgu bana kalırsa şairin tam olarak yapmak ya da kurmak istediği şeydir.
-“yazın sırrıysa beklemek/ aşk benim sesime yakışır” ve “asla kilitsiz dolaşmaz/ dilime sarılan zehir”
-“bakmalar biliyorum bir öpüşten artakalan”, “gelirim yoklarım gövdendeki uçurumları”, “kalbim oyun hamurun, ov/ bir ıtır gibi salayım kokumu gövdene”, “tenlerin ölümüdür sevişmek” ve Cansever’in o dizeleri belki “sahi kim sevişir acılar olmasa/ kim bakar uzaklara köpekleri saymazsam”
görmenin dokunmanın ilk duyusu(8), bakmanın uzaklara dokunmak(9) olduğu yerde “ağaçlar arasında bir köpek dolanır” ---
-“çoktan alıştım ulumasına içindeki köpeklerin”“sana dokunan yalnız parmaklarım/ uzakları çizer kağıda kırılmış”,” yüzüm geçtiğin yola dökülür”, “dudak bir büyüdür”, “bir asanın önünde açıldı nehir/ ömrü beklemekle geçmiş o sular/ çekti eteklerini aşkla”, “gittiğin belli değil/sana uzandım orası çöl”, “seni mi yitirdim/ yoksa erken düşmüş bir güzü mü// beklemeye durmuşum bana bak”
kilometrelerce ötede biri/ kavuşmak derken aşkı bulmaya
-dokunulan o şiirde (dokunmak büyümektir!) şair cevabı bulmuştur…
-“ah yalnız tanrım, sana da dokunuyor mu yalnızlığım”
“öpüşün bir denize açılmakla aynı anlama gelir”, “değmek için düşerdi her damla”, “kimi eğilmiş sessiz bakıyor güllere/ yağmurun durduğu kapıdan”, “taşın serinliğini bildim/ suyun yumuşaklığıydı kayayı söken”, “eğilir içime kuyunun suyu”
-“fotoğraflar hep başkasının olur” -“içime ovduğun gül kalır aklımda”
-“içime ovduğun gül kalır aklımda”
İlhan berk “şiir bir şey anlatmaz – güzellik bir şey anlatmaz çünkü” demişti.. Serkan Türk’ün şiiridir o belki;
bir şey yaşar, güzellik bir şey yaşatmaz çünkü -O eksik- oluş…
Bütün semâvi dinler çöl’de inmişti(10) her şeyin güzel olma nedenleri için şu söylenebilir zannediyorum… Trabzon gibi bir şehre indirilen ve daima kendini imleyen, daha doğrusu kendini imlemek zorunda olan bencil bir kutsal kitap!… Çünkü
“insanın içinde yalnız uçurumlar değil/ sarp yamaçlar da birikir”
-“güzellik ondan gelir gözlerime…”
Galib Dede gibi mi söylemeli yoksa-
“nazar etsen yer ü gök duzah ü cennet sende/ Arş ü kürsiyy ü melek sendedir elbet sende”
“ömür, hepsi hepsi bu” derken yaşlıca olanı
-“tanrım çok yanıldım gönlümü al”
“çok yanıldım tanrım gönlümü sar”
Notlar:
1- Simgeler Kitabı - Andrea Alciatus, çev. Çiğdem Dürüşken, Kabalcı yayınları
2,3,5- Seçme şiirler - hölderlin türkçesi A.Turan Oflazoğlu, İz yayıncılık
4- Charles Nodier
6- Edebiyat ve sanat Üzerine Yazılar- Hilmi Yavuz, Yapı Kredi Yayınları
7- Düzyazılar II - Behçet Necatigil, Yapı Kredi Yayınları
8- Marie Sophie - Serkan Ozan Özağaç, Hayy Kitap
9- Büyü'sün yaz - Hilmi Yavuz, Yapı Kredi Yayınları
10- Enel Mâsivâ Diyenin Kitabı – Osman Hakan A., Varlık, Haziran 1996
“konuş,kan!.. Anlat… ne zaman
ah ne zaman, pes edecek insan
denen macera”
V.B. Bayrıl
“kan, ölümlülerin hususiyetlerini asla anlayamadığı ve anlayamayacağı…” der Mephisto Goethe’nin Faust romanında…
“uzak yaz” ve “rüzgarlı camlar” isimli İki hikâye kitabının ardından bu kez kırmızı sayfalar altında kendini ele vermeye kalkışan bir şairin -Serkan Türk’ün- şiir kitabı her şeyin güzel olma nedenleri… kül – sanat’tan…
“ah yaz kalbimin yamasını”
-“derimin altında bir nehir mi ki kan” -“göç yollarında bir tıkanmadır özlemlerim” “eski bir savaş çıkıverir kitaplardan”
-“kalın bir kitabı okur gibi sular”- “bilsem sonu bir bahçeye çıkar/ koşacağım suların ardından” “küçük bir ağacı sallayan çocuklar kadar coşkulu”
- Ağaçlardır; anıların gölgeleri karışır-
ve “geçmiş, bir servi ağacıydı o bahçede ölüleri gölgeleyen.” Servilerdir ki "yaprakları güzeldir, sıra sıra çok güzel dizilmiştir dalları, ama hiç meyve vermez bu güzel yeşillikler..." (1)
Heidegger: “şiir yazmak: bütün uğraşların en masumu” demişti. Serkan Türk: ‘yaralı dizlerindeki’ kabukları hatırlayarak, birilerinin yaşanmışa anı dediği ve birilerinin yaşanmamışa üzüldüğü yerde içindeki örümcek ağlarını –ve ağlamalarını!- dağıtarak geçmişi yeniden kuran bir şairdir “her şeyin güzel olma nedenleri”nde… En kirli halini severken ellerinin…
“eskiden gelen işaretler/ dilidir tanrıların…”(2) “mülklerin en tehlikelisi dil bunun için verildi insan’a… kendisinin ne olduğuna tanıklık edebilsin diye…”(3) ve Serkan Türk; şiirin bir ‘dil meselesi’ olduğunu bilen şairlerden. Hocam Ercan Yılmaz’ın ifadesiyle “o azınlıktan”… - çünkü ancak “çocukların dili, ilkellerin ve kadınların dili gibi son derece imgeli ve betilerle doludur…”(4) ve hiç şüphesiz şairdir o “silik gözlü çocuk”… kalbinin kulesinden, “kalbinin kamburu”yla bakar ve görür…
Şiirin o “büyülü feneri”yle geçilen şehirlerden “çarmıhına bakarken”; beton evler arasında yitildiğini bilir – ve bunun kentin batısına doğru yapılan son yürüyüş olduğunu da! -daima
-“yalnızdım tüm kentlerin üveyi”, “geçerdim her kenti ödünç bir sabırla”
Cemal Süreya’nın “biliyorsun ben hangi şehirdeysem/ yalnızlığın başkenti orası” dizelerini anımsayarak…
ki “sonra arabalar geçer, göğsünden uçaklar/ çizerler içimi sessizlikleriyle”
“Fakat kalıcı olanı ozanlar kurar”(5) yine de…
-“sana yeni bir kent verebilirim/ tenimdeki köprüleri de geç derdim önce bir başkasına”, “kaleni yapacaklar omurgamdan/
Bu merdivenlerden taşırlar kumumu”
-Yapılan bir şeydir şiir, Hilmi yavuz’un vurguladığı gibi; planlanarak inşa edilen(6)… bu bağlamda Serkan Türk; aslında bütün sanatın eleştiri, bütün sanatın protesto(7) olduğu yerde; acılarını ehlileştirir teninde, Aşkları istifaya davet eder, o ‘dil’ için şiirine kamyonlar sokmaktan çekinmez, yaprakları ayrılıklara süpürtür, içine naftalinler koymayı göze alan bir şair olarak çıkar okurun karşısına…
Ve “beklediğini bilirim beni/ çünkü sesim sana iyi olmayı öğretecek” dediğinde ‘dokunuş’u sorgulamaya başlar “her sözcüğün bir diğerinden alacaklı kaldığı” o evde… ve bu sorgu bana kalırsa şairin tam olarak yapmak ya da kurmak istediği şeydir.
-“yazın sırrıysa beklemek/ aşk benim sesime yakışır” ve “asla kilitsiz dolaşmaz/ dilime sarılan zehir”
-“bakmalar biliyorum bir öpüşten artakalan”, “gelirim yoklarım gövdendeki uçurumları”, “kalbim oyun hamurun, ov/ bir ıtır gibi salayım kokumu gövdene”, “tenlerin ölümüdür sevişmek” ve Cansever’in o dizeleri belki “sahi kim sevişir acılar olmasa/ kim bakar uzaklara köpekleri saymazsam”
görmenin dokunmanın ilk duyusu(8), bakmanın uzaklara dokunmak(9) olduğu yerde “ağaçlar arasında bir köpek dolanır” ---
-“çoktan alıştım ulumasına içindeki köpeklerin”“sana dokunan yalnız parmaklarım/ uzakları çizer kağıda kırılmış”,” yüzüm geçtiğin yola dökülür”, “dudak bir büyüdür”, “bir asanın önünde açıldı nehir/ ömrü beklemekle geçmiş o sular/ çekti eteklerini aşkla”, “gittiğin belli değil/sana uzandım orası çöl”, “seni mi yitirdim/ yoksa erken düşmüş bir güzü mü// beklemeye durmuşum bana bak”
kilometrelerce ötede biri/ kavuşmak derken aşkı bulmaya
-dokunulan o şiirde (dokunmak büyümektir!) şair cevabı bulmuştur…
-“ah yalnız tanrım, sana da dokunuyor mu yalnızlığım”
“öpüşün bir denize açılmakla aynı anlama gelir”, “değmek için düşerdi her damla”, “kimi eğilmiş sessiz bakıyor güllere/ yağmurun durduğu kapıdan”, “taşın serinliğini bildim/ suyun yumuşaklığıydı kayayı söken”, “eğilir içime kuyunun suyu”
-“fotoğraflar hep başkasının olur” -“içime ovduğun gül kalır aklımda”
-“içime ovduğun gül kalır aklımda”
İlhan berk “şiir bir şey anlatmaz – güzellik bir şey anlatmaz çünkü” demişti.. Serkan Türk’ün şiiridir o belki;
bir şey yaşar, güzellik bir şey yaşatmaz çünkü -O eksik- oluş…
Bütün semâvi dinler çöl’de inmişti(10) her şeyin güzel olma nedenleri için şu söylenebilir zannediyorum… Trabzon gibi bir şehre indirilen ve daima kendini imleyen, daha doğrusu kendini imlemek zorunda olan bencil bir kutsal kitap!… Çünkü
“insanın içinde yalnız uçurumlar değil/ sarp yamaçlar da birikir”
-“güzellik ondan gelir gözlerime…”
Galib Dede gibi mi söylemeli yoksa-
“nazar etsen yer ü gök duzah ü cennet sende/ Arş ü kürsiyy ü melek sendedir elbet sende”
“ömür, hepsi hepsi bu” derken yaşlıca olanı
-“tanrım çok yanıldım gönlümü al”
“çok yanıldım tanrım gönlümü sar”
Notlar:
1- Simgeler Kitabı - Andrea Alciatus, çev. Çiğdem Dürüşken, Kabalcı yayınları
2,3,5- Seçme şiirler - hölderlin türkçesi A.Turan Oflazoğlu, İz yayıncılık
4- Charles Nodier
6- Edebiyat ve sanat Üzerine Yazılar- Hilmi Yavuz, Yapı Kredi Yayınları
7- Düzyazılar II - Behçet Necatigil, Yapı Kredi Yayınları
8- Marie Sophie - Serkan Ozan Özağaç, Hayy Kitap
9- Büyü'sün yaz - Hilmi Yavuz, Yapı Kredi Yayınları
10- Enel Mâsivâ Diyenin Kitabı – Osman Hakan A., Varlık, Haziran 1996
28 Eylül 2011 Çarşamba
güneşli bayır erdoğdu-yıldırım vural
güneşli bayır, heyamola yayınları’ndan çıkan, “trabzon’dur yolumuz dizisi”nde yer alan 22 kitaptan biri. kitabın yazarı serkan türk. kitap, yer yer otobiyografik izler taşıyor ancak genel itibariyle, trabzon’da doğup büyümüş olan bir yazarın, kadim bir kentin değişimine tanıklık ederek; cumhuriyet türkiye’sinin önemli anadolu kentlerinden birinin, tarihi süreçte, nasıl evrildiğini, kültürel ve mimari yozlaşmaya maruz kalışını (plansız büyüyen bütün kentlerde olduğu gibi) ama her şeye rağmen, farklı bir duyarlıkla bakıldığında göze görünen güzelliklerini, akıcı ve şiirsel bir dille anlatıyor.
bir dönem trazbzon’da yaşamış biri olarak, bir çırpıda okuduğum bu güzel kitap, serkan türk’ün iyi bir öykücü oluşunun da etkisiyle; normalde her okuyucuya hitap etmeyen bu tarz bir metnin okunurluğunu arttırarak, bu küçük ve sevimli karadeniz kentini hiç görmemiş okurlar için de, zevkle okunabilecek bir hâle getirmiş. kitabın girişinde, “umarım, birlikte yol alacağımız bu sayfalarda sen de geçmişinle geleceğin arasında içini ısıtan gerçekler bulursun. anılar değil mi bizi biz yapan?” diyerek okuyucu selamlıyor, yazar. ilk iki metin (bir semte ilk kez bakmak ve babamın sesi), baba metaforunun yoğun olarak işlendiği, otobiyografik izler taşıyan metinler.ayrıca aynı metafor üzerinden, bir semtin; varlığını koruyan ya da yok olmuş mekanlarla/sisli ve hiç unutulmayan anılarla örülmüş bir coğrafyaya dönüşerek, bireysel ve resmi tarihte yerini alışını anlatıyor. yazarın objektifinden çıkan görüntüler, okuyanlara tanıdık gelecektir aslında; işsiz güçsüz insanların doldurduğu kahvehaneler, çeşmeler, camiler, parklar, pazar yerleri, güvercinler… fakat kitabı okudukça bu kentin, çoğu anadolu kentiyle ortak özellikler barındırsa da, tarihiyle ve doğasıyla, kendine has bir dokusunun olduğunun ayırdına varıyor okuyucu. kitaba renk katan en güzel şeylerden biri de, semt insanlarının yaşam öyküleri ve izdüşümleri olsa gerek. türlü yaşanmışlıklar, bir lakabı ve öyküsü olan insanlar… kentin ve erdoğdu’nun öyküsüne dalmışken, ansızın bir şiirin öyküsüyle karşılaşmak ve o şiiri okumak ayrı bir lezzet katmış, bu kitaba. “erdoğdu kitaplığı” ve “bir alfabe yaratmak” adlı bölümler, tüm kitap boyunca, tekdüze bir anlatım ve kurgunun bayağılığından uzak kalınmasını sağlamış, ek olarak.
güneşli bayır, kent temasından bağımsız olarak, seksenler ve doksanların karakteristik özelliklerini yansıtması açısından, bir dönem kitabı olarak da okunabilme imkanı tanıyor okuyucuya. kısacası; şair, öykücü ve radyocu bir yazarın, bir kente, çok katmanlı bakışının sonucu olarak oraya çıkan pitoresk bir manzarayı seyredebileceğiniz, güzel bir çalışma olan bu eser, kesinlikle ve kesinlikle okunmaya değer…
yıldırım vural
bir dönem trazbzon’da yaşamış biri olarak, bir çırpıda okuduğum bu güzel kitap, serkan türk’ün iyi bir öykücü oluşunun da etkisiyle; normalde her okuyucuya hitap etmeyen bu tarz bir metnin okunurluğunu arttırarak, bu küçük ve sevimli karadeniz kentini hiç görmemiş okurlar için de, zevkle okunabilecek bir hâle getirmiş. kitabın girişinde, “umarım, birlikte yol alacağımız bu sayfalarda sen de geçmişinle geleceğin arasında içini ısıtan gerçekler bulursun. anılar değil mi bizi biz yapan?” diyerek okuyucu selamlıyor, yazar. ilk iki metin (bir semte ilk kez bakmak ve babamın sesi), baba metaforunun yoğun olarak işlendiği, otobiyografik izler taşıyan metinler.ayrıca aynı metafor üzerinden, bir semtin; varlığını koruyan ya da yok olmuş mekanlarla/sisli ve hiç unutulmayan anılarla örülmüş bir coğrafyaya dönüşerek, bireysel ve resmi tarihte yerini alışını anlatıyor. yazarın objektifinden çıkan görüntüler, okuyanlara tanıdık gelecektir aslında; işsiz güçsüz insanların doldurduğu kahvehaneler, çeşmeler, camiler, parklar, pazar yerleri, güvercinler… fakat kitabı okudukça bu kentin, çoğu anadolu kentiyle ortak özellikler barındırsa da, tarihiyle ve doğasıyla, kendine has bir dokusunun olduğunun ayırdına varıyor okuyucu. kitaba renk katan en güzel şeylerden biri de, semt insanlarının yaşam öyküleri ve izdüşümleri olsa gerek. türlü yaşanmışlıklar, bir lakabı ve öyküsü olan insanlar… kentin ve erdoğdu’nun öyküsüne dalmışken, ansızın bir şiirin öyküsüyle karşılaşmak ve o şiiri okumak ayrı bir lezzet katmış, bu kitaba. “erdoğdu kitaplığı” ve “bir alfabe yaratmak” adlı bölümler, tüm kitap boyunca, tekdüze bir anlatım ve kurgunun bayağılığından uzak kalınmasını sağlamış, ek olarak.
güneşli bayır, kent temasından bağımsız olarak, seksenler ve doksanların karakteristik özelliklerini yansıtması açısından, bir dönem kitabı olarak da okunabilme imkanı tanıyor okuyucuya. kısacası; şair, öykücü ve radyocu bir yazarın, bir kente, çok katmanlı bakışının sonucu olarak oraya çıkan pitoresk bir manzarayı seyredebileceğiniz, güzel bir çalışma olan bu eser, kesinlikle ve kesinlikle okunmaya değer…
yıldırım vural
19 Eylül 2011 Pazartesi
Rüzgârlı Camlar’dan Bakmak-Arzu Alkan'ın Kaleminden
Rüzgârlı Camlar’dan Bakmak-Arzu Alkan
Masalların anlatıldığı uzun kış geceleri geçmişte kaldı. Masal dinleyen çocukların büyülü dünyası da.“Yaşam yaşam olmayan bir şeyle çatışıyor” artık. Görselliğin hayal gücünün yerini doldurduğu dünyamızda kim bir kitabın sayfalarını çeviriyor? Satır aralarında biriken acıları paylaşmak ve kendinde olmayanı bulmak için kim hikâye kitabı okuyor şimdilerde?
Kar yağıyor yaşadığım şehirde. Döne döne eteğinde biriktirdiklerini boşaltıyor gökyüzü. Camdan dışarıya bakmak olup biteni geçmiş zaman kipiyle anlatmak gibi. Buğulu bir camın arkasındaysanız eğer yaşanılana müdahale etme hakkınız olmuyor. Biri kayıp düşerken elinden tutamıyorsunuz. Ama düşerken yüzündeki hayreti görüyorsunuz. Onun hissettiğinden daha çok hissediyorsunuz düşmenin acısını. Çünkü camın arkasındasınız. Olup bitene şahit olan ama değiştiremeyensiniz. İçimden bunlar geçiyor. Masanın üzerinde duran “Rüzgârlı Camlar” kitabına bakıyorum yeniden. Karların üzerinde duran bir kız çitin önünden bakıyor sonsuzluğa. Elinde tuttuğu şemsiye yüzünü görünmez kılıyor. Ama bu duruşta bir serzeniş bir ima var sanki. Derken hava karamaya başlıyor. Sokaktan gelen gürültüler azalıyor. Beyazın yansıması dışında hiçbir şey görünmez oluyor. Okumaktan olmaya dönüşecek birkaç saat var önümde. Bir ayine hazır gibi hazırım şimdi Rüzgârlı Camlar’ı okumaya. Secret Garden melodileri arka fonda hafiften dolduruyor odanın içini.
Solmakla başlayan bir varoluş. Ölmekle bitmeyen bir ömür gibi. “konuşmuyorum seninle tutup ölüyorsun / ellerin kuş tüyleri d/oluyor öldüğünde.” Bir öykü kitabına dizelerin dimağımızda bıraktığı imgelerle başlamak kışkırtıyor bizi. Yol almak ve öykülerin kalbine akmak için telaşlanıyoruz. “Celile’nin hayaletiyle karşılaşınca da kibritin eninde sonunda çakılacağını hissediyoruz. Bir ölünün isteğine karşı koyamıyor yazar. Çünkü biliyor ki “ölüler tanrının rafında bekliyor.” Belki de beklemekle kalmıyor gözetliyorlar biz yaşayanları. Gözetleyen ölüler, gözetlenen de yaşayanlar olunca her şey yer değiştiriyor. Ve kibriti çakan çocuk, yalıyı yaktığı için bağışlanıyor, hem okuyucunun hem de ölülerin gözünde. “Muhittin’in Cinleri’ni” biz okuyuculardan başkası görüyor mu bilmiyorum. Hem şimdi nerden çıktı bu cinler diye geçiriyorum içimden. Belli ki yazar hayal gücümüzü biraz daha kışkırtmak istiyor. Hayal gerçeğe dönüşür mü? Cinler de bilinmek ister mi? Kimleri seçiyorlar sahiplenmek için. Belki de bu dünya da sahipsiz olanları arayıp buluyorlar. Zeytin ağaçlarının arkasında ay doğarken bir kadının sureti kalıyor hafızamızda. Seçilmiş ve diğerlerinin arasından çıkarılmış, bir kadının, bir tatil kasabasında küçük bir motelde anlattığı öyküyü kendi öykümüzle karıştırıyoruz. Bizi de bir gün sahiplenir mi “Muhittin’in Cinleri diye düşünmeden edemiyoruz.
Yalnızlıkları bir metafora dönüşmüş hikâye kahramanlarının. İçlerinden konuşmasalar ve yazar bu konuşmaları bize aktarmasa bilemeyeceğiz var olduklarını. Tontirik’in Hayaleti öyküsünde geçmişin izlerinden kurtulamayan bir kahramanla yüzleşiyoruz. Yaşadığının kendine ispatı hayalinde beliren bir yüz. Her seferinde bir kuyumcu titizliğiyle arayıp buluyor o yüzü. Karakalem bir porte gibi. Bir bakış ki kelimelerden daha güçlü. Susan bir çocuğun yakarması gizli bu bakışta. İşte bu yakarış var etmiş kahramanı. Hiçbir şeyin önemi yok. O bakış için yaşayabilir kahramanımız. Yaşamış da. İncelmiş bir ruhun derinliklerinde pusuda bekleyen bir yüz yaşamı anlamlı kılmış. Kalbimizden birçok yüz geçiyor geçmesine de içimizden susuyoruz. Derken öykü bitiyor. Derken başka bir öykü başlıyor. Saati kuruyor yazar. Gece yarısına beş kala dirilecek bütün ölüleri. İşte o zaman merak ediyorum yazarın kalbinde hangi yüz belirecek diye…
Bir nehir mutlaka bir yerlerde denize dökülür. Ve denizin içinde tekrar eder kendini. Gâh kaybolur, gâh yeniden bulur yolunu. İşte Serkan Türk’ün kahramanları da bizdeki denizle buluşuyor. Bazen biz bazen onlar tekrar ediyoruz geçmişi ve kendimizi. “Bisikletim merdivenin altında eskiyor” öyküsünde takvimden kopartılmış bir tarih belki de yıllar sonra çıkıyor karşısına kahramanın. Geçmişte kalan yüzler kadar geçmişte kalan günler de içimizden akıyor bir nehir gibi. O günlerde bir ölünün peşinden ağlayan çocuk, geçmişi yâd ederken kararıyor içinden. Yetişkin olduğu için belki ağlayamıyor şimdi. Ama var ettiği görüntü çiviliyor onu baktığı yere. Tekrar edilen acı olunca mıh gibi oluruz kendimize. Her an etimizin bir yerinde duyarız o acıyı. Camın önündeki begonyaları sulayan Sebahat Abla sanki başını okşayacak ve kahramanın acısını unutturacak kadar gerçek. Kim bilebilir geçmişte kalan bir günün hangi kapıları yıllar sonra aralayacağını. Kendine kapanmalı her insan. Kapanmalı ve gizli tarihine göz atmalı. Gördüğü hayaletlerden de korkmamalı. Yazarın hatırlatmak istediği bu mu? Kapatın gözlerinizi ve kayığınızın yönünü değiştirin der gibi.
“Ruhu bir ipten geçirip altındaki sandalyeyi iteleyip sallandırmak geçmişi” diye başlıyor “ Bulut Düşkünü” hikâyesi. Kendini tamamlayamamış bir kadın, mavi elbisesiyle uzanıyor yatağın üzerine. Avucunda uyku ilaçları… Tutunmak istemiş bir başka bedene. Bedeni askıda kalmış. Boşluğuyla karşılaşmış. Daha önce bilmediği bir boşluk. Örselenmiş ruhu. İncinmiş. Bir evin içinde hatıralarla baş başa kalmış. Gidenin bıraktığı boşluğu neyle dolduracağını bilememiş. Bütün lambalarını yakmış evin. Yakmış da kendi karanlıkta kalmış. Nereye sığacağını bilememiş. Ölmek yeniden başlamak için, ölmek unutabilmek için, ölmek sağalmak için, ölmek kendini bulmak için… Ölmek yaşamın altını çizmek için. Ve ölememek. O hatıradan ayrılmamak için ölememek. Son nefesine kadar onu düşlemek için ölememek. Ruhu o görünmez ruha değsin diye ölememek. “gördüler günde bin kez öldüğümü / binde birini hikâye etmişler” demek için ölememek. Kaybolmak ama kaybetmemek için ölememek. Bulutlara yazgılı bir ömür. Bulutlar gibi her an dolu dolu. İçini boşaltmaya hazır yeniden dolmak için. İçindeki kadını mavi elbisesiyle yatağa uzatan kahraman hepimize çok tanıdık geliyor. Bulut düşkünü olduğumuz günleri tersinden okuyoruz. Geçiyoruz köprüleri. “yalnızlığımızın bizi yok gördüğü” günlere varıyoruz.
“Biri var, alır eline bütün varlıkları, / parmakları arasından kum gibi akıtır.” Diyor Rilke Görüntüler Kitabı’ndan da. Serkan Türk, bir tepeden bakmış ve görmüş herkesin göremediğini. İşitmiş rüzgârın sesini. Ruhuna üflenen ağıdı dillendirmiş. Dillendirmezse nasıl var ederdi kendini? “Bütün kuşlar sesine üşüşmüş”, gagalarından düşürerek kelimeleri. Sağ omzundaki meleğe selam olsun. Okuduk ve bildik, anlatılmaz olanı.
Varlık Dergisinde Yayınlanmıştır.2008
18 Temmuz 2011 Pazartesi
Yeni Kitabım Güneşli Bayır
"Trabzon’dur Yolumuz… ...Bir kentin yolunu, tarihini, coğrafyasını, denizini, toplumsal hayatını, geçirdiği değişimleri, insan tiplerini, atmosferini, doğal güzelliklerini, unutulan değerlerini, müziğini, çocuk oyunlarını, yeme içme kültürünü, gecesini gündüzünü, yazını kışını, folklorunu, eğlence hayatını, daha bin türlü özelliğini, herkes kendince görür. Tarihçi başka, coğrafyacı başka, turizmci başka, asker başka, öğretmen bambaşka bir gözle görür ve kendi bakış açısıyla yazmak ister. Ama bir yazar-edebiyatçı, kendince bir duyarlıkla yaklaşır kentine. Çevresine gönül gözüyle bakar. Kendisini değişik insanların yerine koyar, onların yüreğiyle de hissetmeye çalışır, öylece yazar… Yazar yazdığı zaman, birçok kimse o yazıda kendi duygularını, düşünüp de söyleyemediklerini bulur. Kendisinden önce yazılmış olanları da anımsamak ister… Bu düşünceden yola çıkarak, Trabzon’un yirmi iki edebiyatçı yazarı, yine Trabzon’un yirmi iki semtini kaleme aldı. Okurla aynı zamanda buluşan bu yirmi iki kitaplık dizi hem bir ilk olması hem de Trabzon’un son elli yılına tanıklık etmesi ve yazarlarının kente kolektif bir armağanı olması açısından yüksek değer taşımaktadır."
Uzun seneler boyunca başka kentlerde yaşamını sürdürmüş kişiler için, doğdukları, yaşamlarının belli bölümlerini geçirdikleri mekânların büyülü bir yanı vardır. Onlarca yıl sonra size o günleri anlatırken öyle ayrıntılar verirler ki siz o anlatılan yerleri daha önce görmüş olmanıza karşın hiç görmemiş gibi hissedersiniz. Badanaları iyice dökülmüş bir ev, onun on metre uzağında gövdesini iki elinizle saramadığınız bir ağaç değildir anlattığım. Yoldan geçerken bahçesinden yükselen limon çiçeklerinin kokuları arasında kalmış çocukluk koşuşturmaları. Kadınların bir araya toplanarak, ramazan ayı için yufka açarken anlattıkları hikâyeler. Hepsi bu büyülü anların bir parçasıdır. Oysa o anları hafızamızda büyütüp geliştirirken, seneler boyunca korumak için belki özel gayret gösterirken her şey yitmiş gitmiştir. Geri döndüğünüzde sokağınız oradadır. Yine üst geçidi geçtikten sonra köşedeki fırını, solundaki iki kahvehaneyi ve önündeki dut ağacını aynı bulabilirsiniz. Birkaç adım daha attığınızda gördüğünüz manzara sizi şaşkına çevirebileceği gibi yalnızlık duygusuyla tanıştırabilir. Dünya dönmüş, sokağın sakinleri; insanlığın kirlenmiş olması gibi kendi geçmişlerini de kirletmişlerdir.
***
Küçük semtlerde, ilişkilerdeki samimiyeti ortaya koyan hitap şekilleri vardır. Fiziksel özelliklerinizden ya da davranışlarınızdan dolayı size takılmış lakaplar, üzerinize yapışır, seneler geçmesine rağmen unutulmaz. Uzun yılların eskittiği birçok şey varken bu isimler kimliğinizde yazılıymış gibi gerçek isimlerin önüne geçer. Erdoğdu semtinde Buzlu Dere Sokak ve çevresinde öyle isimlerden bahsedilir ki aradan geçen kırk elli sene onların güncelliğini yitirmediğinin kanıtı gibidir. Şişko Hala, Deli Fuat, Muşmul Temel, Hamsici Hemit, Koyuncu Celal ve Kazuk Menşure gibi zamanla çok sayıda lakap türemiştir. Bu insanların hayatlarına baktığınızda filmleri aratmayacak, romanlara konu olacak olaylarla karşılaşırsınız.
12 Temmuz 2011 Salı
ada 14. sayıya ulaştı.
Yeni sayımız için hazırlıklarımız günler sürdü. Mevsimler birbiri ardına devrilip giderken çevremizde olan bitenin farkına varamadığımız sayısız an yaşadık. Şiir, öykü ve romanlar yazmaya devam etti inatla şair ve yazarlarımız. Yazmadan yaşama tutunmayı denedi kimisi. Dünya acıyı da sevinci de bal eyleyenlere imkânlar sunmayı sürdürdü. Ve biz bir avuç okur kaldık. Anılar defterinde gül yaprağı kuruttuk.
ada’nın 14. sayısını üzerine çok yazılan ve çizilen bir şair-yazar Cahit Zarifoğlu’na değinmek istedik. Dosyamızda Selçuk Küpçük, Ramazan Parladar, Ertuğrul Aydın ve İbrahim Adem yazdı. Burak Köse dosyamız için resimlediği Zarifoğlu şiirlerine bir de metin yazarak katkı yaptı.
Attila Aşut ada’nın bu sayısında da “Dilin Kemiği “ başlığı altında “Cumhuriyet’ten Seçmeler” yaptı.
Edit Tasnadi ada için Macar Edebiyatının önemli yazarlarından Frenc Santa’nın bir öyküsünü çevirdi. ada’nın diğer öykücüleri Ahmet Büke, Hasan Topur ve Sedat Demir.
ada’nın bu sayısında şiirleriyle Fatma Esti, Halil İbrahim Özcan, Hazal Sarıalioğlu, İlyas Tunç, Murat Saldıray, Nadir Aşçı, Serkan Türk, Şinasi Tepe ve Yılmaz Arslan yer aldı.
Hülya Soyşekerci’nin ada için yazdığı “Işığa Adanmış Bir Yaşam ”Sabattin Ali” ve Ayşe Keskin’in Özge Dirik’in son gününü anlatan “Kızgın Değilim” başlıklı yazısının dikkatinizi çekeceğini umuyoruz.
Hüseyin Alemdar şiir ve sinema ilişkisi üzerine çok defa yazdı ve konuştu. Bu sayımızda ada için kaleme aldığı “Sıkışık7” adını verdiği metin ve “Sevmek Zamanı Dövmesi” başlıklı şiiri Türk Sineması severler için küçük bir gezinti demek. Ayrıca bu sayımızda Rıza Kıraç’ın ilk uzun metraj filmi Küçük Günahlar’ın arka planını anlattığı yazısını keyifle okuyacağınızı umuyoruz.
Seviye Merih’in ikinci öykü kitabı Çakıltaşları’nı Zafer Doruk yazdı.
Arzu Alkan bu sayıda Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi üzerine kurduğu bir metin ile aramızda. Harun Yavruoğlu ve Muammer Kotbaş bu sayıda çizgileriyle yer aldılar.
Ayrıca Ercan Yılmaz’ın Trabzon’un en sevilen mekânlarından biri olan Ganita için kaleme aldığı kitaptan küçük bir bölüm bu sayımızda yayımlıyoruz.
Yeni bir sayıda daha buluşmak üzere,
“Her zaman başka bir ada vardır.”
Bilgi İçin: 0 505 496 94 93
e-posta: serkanturk61@gmail.com
Yazışma adresi: PK. 203 Trabzon
Ada Dergisine Yıllık abone olmak için Serkan Türk adına
6240215 posta çeki hesabına 40 YTL yatırılarak
adresinizi posta ya da mail yoluyla bildirmeniz
yeterlidir.
8 Temmuz 2011 Cuma
içime ovduğun gül
içime ovduğun gül
'' bir sır- çocuksun, baştan çıkarır gibi açığa çıkardın beni
ayrılık mı; beni aşka terkettiğin için seviyorum seni! ''
Haydar Ergülen
bu ağaç ne kadar yakın bana
kökü köküme değse fırtınalar patlar
yağmuru söker bulutlardan yoksullar
her dua biraz yalnız işi
kimin sessizliği böyle kırmakta gönlümü
yoksun gün devirmekte kırkını
küçük bir ağacı sallayan çocuklar kadar coşkulu
gökyüzü kıvrılıyor başımda, aynen öyle mavi
elini kaldırışın, başını sallayışın sözlerime
yalnız bırakışın sokağı aklımda
gözlerime üşüşense sahipsiz bir bulut
alıp başını gider, içime ovduğun gül
kalır aklımda,
bilsem sonu bir bahçeye çıkar
koşacağım sularının ardından
Serkan Türk
'' bir sır- çocuksun, baştan çıkarır gibi açığa çıkardın beni
ayrılık mı; beni aşka terkettiğin için seviyorum seni! ''
Haydar Ergülen
bu ağaç ne kadar yakın bana
kökü köküme değse fırtınalar patlar
yağmuru söker bulutlardan yoksullar
her dua biraz yalnız işi
kimin sessizliği böyle kırmakta gönlümü
yoksun gün devirmekte kırkını
küçük bir ağacı sallayan çocuklar kadar coşkulu
gökyüzü kıvrılıyor başımda, aynen öyle mavi
elini kaldırışın, başını sallayışın sözlerime
yalnız bırakışın sokağı aklımda
gözlerime üşüşense sahipsiz bir bulut
alıp başını gider, içime ovduğun gül
kalır aklımda,
bilsem sonu bir bahçeye çıkar
koşacağım sularının ardından
Serkan Türk
30 Haziran 2011 Perşembe
yirmi beşimden sonra
Yirmi beşimden sonra
yirmi beşimden sonra iki kez sarsıldım
iki kez gök başımda döndü
çıktığım yokuş ağrılı,
yeni bir ülke getirecek sandım gönlüme
her sarsıntı bir başlangıç,
dallarımı kıran rüzgâr
uykusuz geceleri kovamadığımdan
peri’ye kıyamadım
içimin bıçağıyla oydum durdum gövdemi
içime kaçmış ruh gördü uzak istasyonları
bütün raylar bana gelen olmaz yolcuyu taşıdı
kaçtığım mı diyeyim koştuğum mu
birden yakaladı bendeki yalnızı
suya eğilmiş ağaçlar,
kalbimden geçen okun dallarıymış
günler yerine ufkumda geceler,
büyüdü yirmi beşimden sonra
birincisi sonlandığında yaşayamam sandım
ikincisi gitmesin derken
dışıma taşırdım gözyaşlarını
çiçekler saksılar yer değiştirdi evlerde
o peri’yi de öldüresiye sevdim içimden
Serkan Türk
yirmi beşimden sonra iki kez sarsıldım
iki kez gök başımda döndü
çıktığım yokuş ağrılı,
yeni bir ülke getirecek sandım gönlüme
her sarsıntı bir başlangıç,
dallarımı kıran rüzgâr
uykusuz geceleri kovamadığımdan
peri’ye kıyamadım
içimin bıçağıyla oydum durdum gövdemi
içime kaçmış ruh gördü uzak istasyonları
bütün raylar bana gelen olmaz yolcuyu taşıdı
kaçtığım mı diyeyim koştuğum mu
birden yakaladı bendeki yalnızı
suya eğilmiş ağaçlar,
kalbimden geçen okun dallarıymış
günler yerine ufkumda geceler,
büyüdü yirmi beşimden sonra
birincisi sonlandığında yaşayamam sandım
ikincisi gitmesin derken
dışıma taşırdım gözyaşlarını
çiçekler saksılar yer değiştirdi evlerde
o peri’yi de öldüresiye sevdim içimden
Serkan Türk
yer yüzünün kuğuları
yer yüzünün kuğuları
“Reddettim, bütün kesinlikleri, kalbim
bu hayale bir daha inansın diye”
Birhan Keskin
geceleri mezarlara benzetiyorum balkonları
uzaklararası bir yalnızdan kayıyor yıldızlar
otlarım kurumuştu sazlığımda
ağzındaydı yanan yazları anılarımın
yazın sırrıysa beklemek, aşk benim
sesime yakışır. sende büyür
ne kadar dağ varsa. durur orada
duvarda atlas, kıyımda deniz
geçerim her kenti ödünç bir sabırla
kuğular çarpar bana teninden uçuşan
ellerim tutar kokusunu yer yüzünün
gelirim yoklarım gövdendeki uçurumları
ırmak boylarımı suların tuttu
yalnız tanrı’nın günü cuma
kelebeği sen çiçeklerimin
veremli ağaçlar, göğe doğru uzanmış
sayıklıyor adını beyaz bir hayvanın,
atların boyunları uzuyor
geçen güzün gölgesi çocuklar
camlardan bakıyor havuza
yapraklar sokaklarını süpürür
omuzların kaybolur karanlıkta
hangi yeşil sana yakışmaz bilirim
benim gönlüm sende durur her küstüğünde
Serkan Türk
“Reddettim, bütün kesinlikleri, kalbim
bu hayale bir daha inansın diye”
Birhan Keskin
geceleri mezarlara benzetiyorum balkonları
uzaklararası bir yalnızdan kayıyor yıldızlar
otlarım kurumuştu sazlığımda
ağzındaydı yanan yazları anılarımın
yazın sırrıysa beklemek, aşk benim
sesime yakışır. sende büyür
ne kadar dağ varsa. durur orada
duvarda atlas, kıyımda deniz
geçerim her kenti ödünç bir sabırla
kuğular çarpar bana teninden uçuşan
ellerim tutar kokusunu yer yüzünün
gelirim yoklarım gövdendeki uçurumları
ırmak boylarımı suların tuttu
yalnız tanrı’nın günü cuma
kelebeği sen çiçeklerimin
veremli ağaçlar, göğe doğru uzanmış
sayıklıyor adını beyaz bir hayvanın,
atların boyunları uzuyor
geçen güzün gölgesi çocuklar
camlardan bakıyor havuza
yapraklar sokaklarını süpürür
omuzların kaybolur karanlıkta
hangi yeşil sana yakışmaz bilirim
benim gönlüm sende durur her küstüğünde
Serkan Türk
28 Haziran 2011 Salı
Mağusa'da Bir Sabah
Hâlâ bakamıyorum yüzüne. Gözlerim kamaşıyor gün ışığından. Önüm sıra küçük bir orman uzuyor. Çoğu çam ağacı… Deniz usulca kıyıya dil uzatırken kumsal şimdilik boş. Bir saat kadar önce üç dört kişi yürüyordu orada. Otelin balkonundan bakıyorum sana Mağusa. Karşıda yeni bir bina yapılmış. Sekiz kat tam, saydım. Demir ustası önündeki demirlere çekicini ya da benzeri bir aleti indiriyor. Sesini duyuyorum. Görmek için balkondan bakıyorum. İki kişiler. Biri ağacın arkasında kalıyor. Demirlere elindeki aleti indiren o. Diğeri ayakta demir çubuğu tutuyor. Ben bunları görüp yazarken duruşları değişiyor. Her şey baktığım manzaranın aksine hareketli. Beş yaz önce denize girdiğim kumsal orada. Sanıyorum küçük ormanın bir parçası askeriyenin içinde bitiyor.
Kumsal yakınlarında birkaç çakıl tepeciği. Her şey yeniden inşa ediliyor gibi. Oysa burada daha önce gördüğüm bir boşluktu. Yükselmeyen binaları, eskimiş evleriyle neredeyse uyuyan bir şehir.
Günlerden Çarşamba ve bu saat için hayli bir dış ses var. Az önce yatakta uzanmış balkon kapısının içeri soktuğu rüzgârı sırtımda hissederken aynı anda kuş seslerini, demir döven ustanın çekiç sesini de duyuyordum. Bu bana Pazar sabahları odamda yatarken duyduğum çocuk seslerini de hatırlatıyor. Yabancılık hissetmedim. Kuşlar kumru muydu? Emin değilim. Güvercin olsalar uğuldarlardı. Göğüsleri yükselip alçalırdı.
Dört ayımı geçirdiğim Güvercinlik buradan on beş kilometre uzakta olmalı. Gördüğüm o dağ ve vadi hepitopu aynı uzaklıkta. Oradaki herkes yerini başkalarına bırakmış başka kentlere, kasabalara, hayatlarına döndüler. Yalnız o köylüler yine zeytin ağaçlarının oradan geçerken belli belirsiz kollarını havaya kaldırıyor ve selam veriyorlar tanımadıkları çocuklara. –Rüzgârlı Camlar’ın bir öyküsünde bu sahneyi anlatmıştım hatırlarsan okur. -Orada olduklarını, görüldüklerini bilmek mutlu ediyor çocukları. Hafıza en çok bu anı çekip çıkarıyor kuyusundan. Traktörün arkasından bakan gencin özlemle yolun diğer yanına geçme isteğini. Zeytin ağaçlarının olduğu bahçe arkasına bir dağın manzarasını saklıyor. Vadi, en çok güneş batarken yakınlaşıyordu kalbime.
Tahsil Yücel’in Komşular kitabındaki karakterlerde benimle bakıyorlar sanki manzaraya. Nerede o karı koca şimdi? -Akşam yemeği için masa hazırlamışlar. Çocuklar pek sessiz. Anne babalarının her hareketini izliyor gibiler. Taze fasulye pişirilmiş, mevsim salatası yapılmış gibi. Yanında iki kadeh koca için. Sen beni sevmiyorsun diyecek gibi kadın orta yere. Kavga başlayacak ve ben yazarı gibi izleyen olacağım sanki.- İçeri geçmeli yeniden. Duymamalı hiçbir yabancı sesi.
Şimdi daha iyi bakıyorum sana Mağusa. Nefes almaya çalışır gibisin. Daha çok anı yaşatır gibi. Saklıyorsun insanları evlerin içinde. Sonsuzlukta kısa bir anın içinden geçiriyorsun beni, hepsi bu.
Kumsal yakınlarında birkaç çakıl tepeciği. Her şey yeniden inşa ediliyor gibi. Oysa burada daha önce gördüğüm bir boşluktu. Yükselmeyen binaları, eskimiş evleriyle neredeyse uyuyan bir şehir.
Günlerden Çarşamba ve bu saat için hayli bir dış ses var. Az önce yatakta uzanmış balkon kapısının içeri soktuğu rüzgârı sırtımda hissederken aynı anda kuş seslerini, demir döven ustanın çekiç sesini de duyuyordum. Bu bana Pazar sabahları odamda yatarken duyduğum çocuk seslerini de hatırlatıyor. Yabancılık hissetmedim. Kuşlar kumru muydu? Emin değilim. Güvercin olsalar uğuldarlardı. Göğüsleri yükselip alçalırdı.
Dört ayımı geçirdiğim Güvercinlik buradan on beş kilometre uzakta olmalı. Gördüğüm o dağ ve vadi hepitopu aynı uzaklıkta. Oradaki herkes yerini başkalarına bırakmış başka kentlere, kasabalara, hayatlarına döndüler. Yalnız o köylüler yine zeytin ağaçlarının oradan geçerken belli belirsiz kollarını havaya kaldırıyor ve selam veriyorlar tanımadıkları çocuklara. –Rüzgârlı Camlar’ın bir öyküsünde bu sahneyi anlatmıştım hatırlarsan okur. -Orada olduklarını, görüldüklerini bilmek mutlu ediyor çocukları. Hafıza en çok bu anı çekip çıkarıyor kuyusundan. Traktörün arkasından bakan gencin özlemle yolun diğer yanına geçme isteğini. Zeytin ağaçlarının olduğu bahçe arkasına bir dağın manzarasını saklıyor. Vadi, en çok güneş batarken yakınlaşıyordu kalbime.
Tahsil Yücel’in Komşular kitabındaki karakterlerde benimle bakıyorlar sanki manzaraya. Nerede o karı koca şimdi? -Akşam yemeği için masa hazırlamışlar. Çocuklar pek sessiz. Anne babalarının her hareketini izliyor gibiler. Taze fasulye pişirilmiş, mevsim salatası yapılmış gibi. Yanında iki kadeh koca için. Sen beni sevmiyorsun diyecek gibi kadın orta yere. Kavga başlayacak ve ben yazarı gibi izleyen olacağım sanki.- İçeri geçmeli yeniden. Duymamalı hiçbir yabancı sesi.
Şimdi daha iyi bakıyorum sana Mağusa. Nefes almaya çalışır gibisin. Daha çok anı yaşatır gibi. Saklıyorsun insanları evlerin içinde. Sonsuzlukta kısa bir anın içinden geçiriyorsun beni, hepsi bu.
27 Mayıs 2011 Cuma
Üç Yazar-Üç Hayat
ERZURUM ETKİNLİĞİ
Ayşe Keskin, Serkan Türk ve Kadri Özcan'ın katılacağı program çerçevesinde Üç Yazar-Üç Hayat başlığında şiir, roman ve öykülerindeki insan temasını anlatacaklar.
Kayıp Dağ ve Şubat'ın Islak Elleri kitaplarıyla Ayşe Keskin,
Trabzonlu Aleko kitabıyla Kadri Özcan,
Uzak Yaz, Rüzgârlı Camlar ve Her şeyin Güzel Olma Nedenleri kitaplarıyla Serkan Türk..
Ada Dergisi ve Serander Yayınları ortak etkinliğinde şair ve yazarlar söyleşi sonrasında kitaplarını okurları için imzalayacak.
28 Mayıs Cumartesi · 15:00 - 18:00
ITIR Akademi Kültür Kafe (Eski Üniversite Kitabevi)
Cumhuriyet Caddesi, Kızılay İş Merkezi, Zemin Kat, 25100 Erzurum
Ayşe Keskin, Serkan Türk ve Kadri Özcan'ın katılacağı program çerçevesinde Üç Yazar-Üç Hayat başlığında şiir, roman ve öykülerindeki insan temasını anlatacaklar.
Kayıp Dağ ve Şubat'ın Islak Elleri kitaplarıyla Ayşe Keskin,
Trabzonlu Aleko kitabıyla Kadri Özcan,
Uzak Yaz, Rüzgârlı Camlar ve Her şeyin Güzel Olma Nedenleri kitaplarıyla Serkan Türk..
Ada Dergisi ve Serander Yayınları ortak etkinliğinde şair ve yazarlar söyleşi sonrasında kitaplarını okurları için imzalayacak.
28 Mayıs Cumartesi · 15:00 - 18:00
ITIR Akademi Kültür Kafe (Eski Üniversite Kitabevi)
Cumhuriyet Caddesi, Kızılay İş Merkezi, Zemin Kat, 25100 Erzurum
18 Mayıs 2011 Çarşamba
Üç Konukla Trabzon ve Edebiyat
Kayıp Dağ ve Şubat'ın Islak Elleri kitaplarıyla Ayşe Keskin,
Trabzonlu Aleko kitabıyla Kadri Özcan,
Uzak Yaz, Rüzgârlı Camlar ve Her şeyin Güzel Olma Nedenleri kitaplarıyla Serkan Türk..
Ada Dergisi ve Serander Yayınları ortak etkinliğinde şair ve yazarlar söyleşi sonrasında kitaplarını okurları için imzalayacak.
21 Mayıs Cumartesi · 15:00 - 18:00
Trabzon Eğitim Kültür ve Sanat Derneği (İstanbul)
Ihlamurdere Cad. Mısırlıbahçe Sok. No: 14 Türkali Mh. Beşiktaş, İstanbul,
Tel: (212) 236 6261
Trabzonlu Aleko kitabıyla Kadri Özcan,
Uzak Yaz, Rüzgârlı Camlar ve Her şeyin Güzel Olma Nedenleri kitaplarıyla Serkan Türk..
Ada Dergisi ve Serander Yayınları ortak etkinliğinde şair ve yazarlar söyleşi sonrasında kitaplarını okurları için imzalayacak.
21 Mayıs Cumartesi · 15:00 - 18:00
Trabzon Eğitim Kültür ve Sanat Derneği (İstanbul)
Ihlamurdere Cad. Mısırlıbahçe Sok. No: 14 Türkali Mh. Beşiktaş, İstanbul,
Tel: (212) 236 6261
9 Mayıs 2011 Pazartesi
Rüya Kasrı İçin Ercan Yılmaz ile Söyleştik.
Ercan Yılmaz'a Sordum..
Ercan Yılmaz, 'Âherli Zamanlar' ve 'İncire Yemin'den sonra üçüncü şiir kitabı 'Rüyâ Kasrı ile okuru selamladı. İstiâre Kuşları, Vera', Acemi Bahçe başlıklı üç bölümden oluşan kitap, Yılmaz'ın şiir yolculuğunda yeni bir aşamayı işaret ediyor. Şairin yaklaşımı ise daha lirik: "İbn Arabî'nin 'hayâl'inden yola çıktım; Gazzalî'nin 'rüyâ'sına vardım."
'Âherli Zamanlar' (2002) ve 'İncire Yemin'den (2007) sonra 'Rüyâ Kasrı' geçtiğimiz kasım ayında yayımlandı. Bu zaman içinde okurla aranda dilediğin bağın kurulduğunu söyleyebilir misin?
Bazı okurlarla bir yer altı ırmağı gibi, bazı okurlarla da âşikâr bir bağ kuruldu galiba. İlk kitabım Âherli Zamanlar'da 'varlıkla yokluk arasına, rüyadan/asma köprüler kurduğumuz' diye bir mısra var. O asma köprülerde kâh hayalî kah da ete kemiğe bürünmüş okurlarla buluşuyorum zaman zaman. Ama itiraf etmeliyim ki, bir okur olarak kendimle istediğime yakın bir bağ hatta ünsiyet kurduğumu söyleyebilirim ki bu durum bana bir hayli keyif veriyor.
"Dün gece rüyamda yokluğu gördüm" diyor Mevlânâ asırlar öncesinde. Rüyâ Kasrı'nda sen kimlerin ya da nelerin yokluğunu gösteriyorsun okuruna?
Benden öncekilerin 'rüyâ' gibi metinlerinden hareketle yazıldı bu şiirler; onların ilhamıyla. Ben, eğer becerebilirsem tabii, başta dünyanın yokluğunu göstermek istiyorum. Dünyada oluşumuza kim şehadet edebilir ki? Meselâ 'ben' diye birinin var olmadığını, vehimden ve hayâlden ibaret olduğumuzu rüyâ diliyle imâ etmeye çalışıyorum. Bazen 'kim kurtaracak beni var olmaktan' bazen de 'olmamaktan yoruldum' diyerek. Velhasıl İbn Arabî'nin 'hayâl'inden yola çıktım; Gazzalî'nin 'rüyâ'sına vardım ben!
Rüyâ Kasrı ne yapmaya çalışıyor diye sorsam...
Bir yandan kendi hâlimce, metaların insan varlığına hakim oluşuna karşı bir tavır geliştirmeye çalışıyorum. Öte yandan da Tanpınar gibi 'En uyanık bir gayret ve çalışma ile dilde rüya halini kurmak...' gibi bir gayretim var. Valery'nin 'büyü üretimi' olarak tanımladığı şiirin, bende 'rüyâ üretimi' olarak tezahür ettiğini söyleyebilirim.
İstiâre Kuşları, Vera', Acemi Bahçe adını verdiğin üç bölümden oluşuyor Rüya Kasrı. Daha çok yaz'ı çağrıştıran şiirler, rüyâ âlemine açılan kapıları yaz'ın odalarında, teraslarında mı karşıladın?
'Uçurum oteli'nde yazıldı Rüyâ Kasrı. 'Ben şiiri bir yaz gününden öğrendim' der Hilmi Yavuz. Ben de varlığımın halkalarını daima yaz günlerinde sayarım. Güneşin, yaz ikindilerinin, meselâ haziran sabahlarının, ağustosböceklerinin hayranıyım ben. Ya benim hayranlığımın suç ortakları?
'Yaz ve Arı ve Erguvân' şiirinde bazı imgeler, bazı şairleri çağrıştırıyor. Taş'ın Birhan Keskin'i, Nar'ın Haydar Ergülen'i, Erguvân'ın Hilmi Yavuz'u anımsattığı gibi. Bir şair geçtiği yollarda karşılaştığı şairlere aynı imgeleri tekrarlayarak mı selâm verir? İmgelerinizden biri de 'dil' mi?
Dil/söz ayrımından hareketle şiirin bir dil meselesi olduğuna ilişkin bir tavır var kitapta. Dil, bir imgeden ziyade şiirin yapıtaşı. Ben, bunu ustam Hilmi Yavuz'dan öğrendim. Yani güllerin şiirde sadece okunabileceğini. Gerisi metafizik boyut bana göre. Zaten metinlerarası yolculuk bende daima tinlerarası bir yolculuğa dönüşmüştür. Bachelard'ın 'anlık bir metafizik' olarak ifade ettiği tecrübeyi de göz ardı etmemek gerek.
Yeniyle değil de geçmişin sözcükleriyle yazılmış bir dil'i neden tercih ediyorsunuz şiirinizde?
Geçmişin kelimeleriyle yazmıyorum; yaşayan ya da yaşamasını istediğim bir dili tercih ediyorum. Divân şairlerinden el almaya çalışan birinin atmosfer kurma çabası diyebilirsin buna. Yani dolaşımdaki dilin ötesinde durmak. Bu, aynı zamanda varolan dile karınca kararınca bir tavır alıştır. Biraz vicdan meselesi yani.
Rüyâ varsa uyanmak, uyanınca bakılacak tabir kitapları vardır. Siz rüyâlarınızı neye yordunuz anlatırken?
Daha görülmeden tabir olunan rüyâların peşindeyim ben. Rüyâ Kasrı'nda varlığın bir rüyâ oluşuna imâ söz konusu. Bir yandan rüyâların hakikatin bir cüzü olduğuna inanan birinin kaleminden çıkmış şiirler olarak da bakılabilir. Ne diyordu Dostoyevski: 'İşte, olup olmuşu bu bir rüya, diye bana dudak büküyorlar. Hakikati rüyalar sayesinde görüyorsam, gerçekmiş, değilmiş, ne önemi var?'
'Şairlerin yaşamı yoktur. Şiirlerdeki yaşama yaşam diye bakarlar. Başka bir yaşam bilmezler' diyor bir söyleşisinde İlhan Berk. Ercan Yılmaz'ın şiiri yaşamıyla ne kadar örtüşüyor?
Şiir ile hayatı ne kadar ayrı tutmaya çalışırsam çalışayım, karşımda dil'in aynası, yalancılığımı her an yüzüme vuruyor. Beni hakikat medeniyetine yaklaştıran bir vasıta şiir. Belki de tüm çabam, şiirim gibi yaşadım diyebilmek için...
Rüyâ Kasrı'ndan sonra ne var yazı masanızda? Şiir dışında başka türde yazdıklarınızı okuyabilecek miyiz?
Şu sıralar, Trabzon'un meşhur Ganita'sı ile ilgili bir kitabı bitirmek üzereyim. Mekânın poetikasına ilişkin bir deneme çabası. Bir de her gün yeni şeyler eklediğim bir Ada Defteri var. Yeni şiirler içinse yaz'ı bekliyorum; İkbal gibi 'Allah'ım bana akıl verdin, divânelik de ver' diyerek...
Ercan Yılmaz, 'Âherli Zamanlar' ve 'İncire Yemin'den sonra üçüncü şiir kitabı 'Rüyâ Kasrı ile okuru selamladı. İstiâre Kuşları, Vera', Acemi Bahçe başlıklı üç bölümden oluşan kitap, Yılmaz'ın şiir yolculuğunda yeni bir aşamayı işaret ediyor. Şairin yaklaşımı ise daha lirik: "İbn Arabî'nin 'hayâl'inden yola çıktım; Gazzalî'nin 'rüyâ'sına vardım."
'Âherli Zamanlar' (2002) ve 'İncire Yemin'den (2007) sonra 'Rüyâ Kasrı' geçtiğimiz kasım ayında yayımlandı. Bu zaman içinde okurla aranda dilediğin bağın kurulduğunu söyleyebilir misin?
Bazı okurlarla bir yer altı ırmağı gibi, bazı okurlarla da âşikâr bir bağ kuruldu galiba. İlk kitabım Âherli Zamanlar'da 'varlıkla yokluk arasına, rüyadan/asma köprüler kurduğumuz' diye bir mısra var. O asma köprülerde kâh hayalî kah da ete kemiğe bürünmüş okurlarla buluşuyorum zaman zaman. Ama itiraf etmeliyim ki, bir okur olarak kendimle istediğime yakın bir bağ hatta ünsiyet kurduğumu söyleyebilirim ki bu durum bana bir hayli keyif veriyor.
"Dün gece rüyamda yokluğu gördüm" diyor Mevlânâ asırlar öncesinde. Rüyâ Kasrı'nda sen kimlerin ya da nelerin yokluğunu gösteriyorsun okuruna?
Benden öncekilerin 'rüyâ' gibi metinlerinden hareketle yazıldı bu şiirler; onların ilhamıyla. Ben, eğer becerebilirsem tabii, başta dünyanın yokluğunu göstermek istiyorum. Dünyada oluşumuza kim şehadet edebilir ki? Meselâ 'ben' diye birinin var olmadığını, vehimden ve hayâlden ibaret olduğumuzu rüyâ diliyle imâ etmeye çalışıyorum. Bazen 'kim kurtaracak beni var olmaktan' bazen de 'olmamaktan yoruldum' diyerek. Velhasıl İbn Arabî'nin 'hayâl'inden yola çıktım; Gazzalî'nin 'rüyâ'sına vardım ben!
Rüyâ Kasrı ne yapmaya çalışıyor diye sorsam...
Bir yandan kendi hâlimce, metaların insan varlığına hakim oluşuna karşı bir tavır geliştirmeye çalışıyorum. Öte yandan da Tanpınar gibi 'En uyanık bir gayret ve çalışma ile dilde rüya halini kurmak...' gibi bir gayretim var. Valery'nin 'büyü üretimi' olarak tanımladığı şiirin, bende 'rüyâ üretimi' olarak tezahür ettiğini söyleyebilirim.
İstiâre Kuşları, Vera', Acemi Bahçe adını verdiğin üç bölümden oluşuyor Rüya Kasrı. Daha çok yaz'ı çağrıştıran şiirler, rüyâ âlemine açılan kapıları yaz'ın odalarında, teraslarında mı karşıladın?
'Uçurum oteli'nde yazıldı Rüyâ Kasrı. 'Ben şiiri bir yaz gününden öğrendim' der Hilmi Yavuz. Ben de varlığımın halkalarını daima yaz günlerinde sayarım. Güneşin, yaz ikindilerinin, meselâ haziran sabahlarının, ağustosböceklerinin hayranıyım ben. Ya benim hayranlığımın suç ortakları?
'Yaz ve Arı ve Erguvân' şiirinde bazı imgeler, bazı şairleri çağrıştırıyor. Taş'ın Birhan Keskin'i, Nar'ın Haydar Ergülen'i, Erguvân'ın Hilmi Yavuz'u anımsattığı gibi. Bir şair geçtiği yollarda karşılaştığı şairlere aynı imgeleri tekrarlayarak mı selâm verir? İmgelerinizden biri de 'dil' mi?
Dil/söz ayrımından hareketle şiirin bir dil meselesi olduğuna ilişkin bir tavır var kitapta. Dil, bir imgeden ziyade şiirin yapıtaşı. Ben, bunu ustam Hilmi Yavuz'dan öğrendim. Yani güllerin şiirde sadece okunabileceğini. Gerisi metafizik boyut bana göre. Zaten metinlerarası yolculuk bende daima tinlerarası bir yolculuğa dönüşmüştür. Bachelard'ın 'anlık bir metafizik' olarak ifade ettiği tecrübeyi de göz ardı etmemek gerek.
Yeniyle değil de geçmişin sözcükleriyle yazılmış bir dil'i neden tercih ediyorsunuz şiirinizde?
Geçmişin kelimeleriyle yazmıyorum; yaşayan ya da yaşamasını istediğim bir dili tercih ediyorum. Divân şairlerinden el almaya çalışan birinin atmosfer kurma çabası diyebilirsin buna. Yani dolaşımdaki dilin ötesinde durmak. Bu, aynı zamanda varolan dile karınca kararınca bir tavır alıştır. Biraz vicdan meselesi yani.
Rüyâ varsa uyanmak, uyanınca bakılacak tabir kitapları vardır. Siz rüyâlarınızı neye yordunuz anlatırken?
Daha görülmeden tabir olunan rüyâların peşindeyim ben. Rüyâ Kasrı'nda varlığın bir rüyâ oluşuna imâ söz konusu. Bir yandan rüyâların hakikatin bir cüzü olduğuna inanan birinin kaleminden çıkmış şiirler olarak da bakılabilir. Ne diyordu Dostoyevski: 'İşte, olup olmuşu bu bir rüya, diye bana dudak büküyorlar. Hakikati rüyalar sayesinde görüyorsam, gerçekmiş, değilmiş, ne önemi var?'
'Şairlerin yaşamı yoktur. Şiirlerdeki yaşama yaşam diye bakarlar. Başka bir yaşam bilmezler' diyor bir söyleşisinde İlhan Berk. Ercan Yılmaz'ın şiiri yaşamıyla ne kadar örtüşüyor?
Şiir ile hayatı ne kadar ayrı tutmaya çalışırsam çalışayım, karşımda dil'in aynası, yalancılığımı her an yüzüme vuruyor. Beni hakikat medeniyetine yaklaştıran bir vasıta şiir. Belki de tüm çabam, şiirim gibi yaşadım diyebilmek için...
Rüyâ Kasrı'ndan sonra ne var yazı masanızda? Şiir dışında başka türde yazdıklarınızı okuyabilecek miyiz?
Şu sıralar, Trabzon'un meşhur Ganita'sı ile ilgili bir kitabı bitirmek üzereyim. Mekânın poetikasına ilişkin bir deneme çabası. Bir de her gün yeni şeyler eklediğim bir Ada Defteri var. Yeni şiirler içinse yaz'ı bekliyorum; İkbal gibi 'Allah'ım bana akıl verdin, divânelik de ver' diyerek...
Budapeşte Günlüğü
Brüksel’den havayoluyla Macaristan’ın başkenti Budapeşte’ye güzel bir bahar gününde iniyoruz. Çocukluğumuzda oynadığımız isim şehir oyunlarında ülkemizdeki şehirleri bir yana bırakıp duyduğumuz yabancı başkentleri yazardık. Onlardan biriydi Budapeşte. Hep etkileyici bir yanı olduğunu düşünürdüm. Otele yerleştikten sonra o büyük caddelerde gezmeye başladığımda düşüncemi doğrulayacak nedenler aramaya başladım.
Eskiden iki şehirmiş Buda ve Peşte. Tuna nehri bu iki kentin orta yerinden akıyor. Buda, nehrin batısında tepeciklerin üzerine kurulu. Nehrin diğer yakasındaki Peşte ise düz bir yerleşim yeri. Slavca’da Peşte’nin anlamı fırın, Buda’nın anlamı su’ymuş. Birbirinden farklı on köprü iki yakayı bir araya getiriyor. Köprülerden birinde arkadaşlarımla yürüyüp fotoğraf çekiyoruz. Manzara görülmeye değer doğrusu.
Kafilemize öncülük yapan rehberimiz kendi dilimizde bize yaşadığı yerleri anlatıyor ve her gittiğimiz yere başka gözle bakmamıza hikâyeleriyle de katkı veriyor. Bu hikâyelerden biri Türk Kahvesiyle ilgiliydi. Onlar kahvemize “Kara Çorba” diyorlar. Nedeni de gelince Kanuni Sultan Süleyman, Budin’i fethetmek için bu bölgeye geldiğinde Macar komutanları yemeğe davet etmiş. Yemekler yenmiş, vakit ilerlemiş. Kalkıp gitmek istediklerinde kendilerine kahve ikram edilmiş. İlaçlı kahveleri içen komutanlar uyuyup kalmışlar. Onlar uyurken Osmanlı ordusu Budin’i hiç kan dökmeden fethetmişler. Macar komutanlar içtikleri kahveye o günden sonra “kara çorba” adını vermişler. Ben ve gazeteci arkadaşlarıma da ziyaretimiz sırasında içirdiler bu çorbadan.
Macarlar biz Töröklere(Türklere öyle diyorlar) nasıl bakıyor en çok merak ettiğim konulardan biri bu. Acaba Türk edebiyatından hangi yazarlar bu dile çevrilmiş, günlük siyasetimizi ne kadar takip ediyorlar. Avrupa Birliği üyeliği sürecinde bizleri destekliyorlar mı? Sorularıma iki günlük gezim sırasında yanıtlar buluyorum. Günlük dillerinde yirmi kadar Türkçe kelime kullanıyorlar. Bu kelimelerin çoğu daha çok edebi metinlerde yer alıyor. Budapeşte Üniversitesi Türkoloji Fakültesi’ni ziyaretimiz sırasında bizi evimizdeymişiz gibi misafir ediyorlar. Türkoloji Bölümü Başkası Geza David, Türk Macar Dostluk Derneği yöneticileri Edit Tasnadi ve Maria Ivaniciks ve Macaristan’ın Ankara Eski Büyükelçisi Profesör Ishau Vasari’nin keyifli sohbeti sayesinde merak ettiklerime yanıt buluyorum. Orhan Pamuk, Yaşar Kemal gibi isimleri Macar Edebiyatına çeviren Edit Tasnadi ülkelerinde ne yazık ki Türk edebiyatının çok yaygın olmadığını ifade ediyor. Dilimize çevrilmiş çok bilindik bir Macar yazar hatırlamadığımı söylüyorum. Ada Dergisi’nde yayınlanmak üzere dilimize çevireceği Macar öyküleri için söz alıyorum. Her yıl üniversiteleri 15 civarında öğrenciyi kabul ediyormuş. Türkoloji bölümüne giren öğrencilerin iş bulma imkânlarının neredeyse yok denecek seviyede olduğunu da söylüyorlar. Yine de etkin olmaya çalıştıklarını, çevirdikleri kitapları göstererek ifade ediyorlar. Gezimizin en etkileyici bölümlerinden biri olarak hafızamda kalıyor Türkoloji bölümü ziyaretimiz.
Macar–Türk Dostluk grubu üyesi milletvekilleriyle bir görüşme yapıyoruz. Jobbik Partisi’nden ve Türk-Macar Parlamentolarası Dostluk Grubu Başkanı Tamas Hegedus verdiği önemli mesajlar dışında ülkemizde çok ses getirmiş iki dizinin bugünlerde (Ezel ve Bin bir Gece) önemli televizyon kanallarında gösterildiğini ve çok beğenildiğini söylüyor. Görüşmenin en ilginç anlarından biriyse Macar sağcı Partisi vekilinden geliyor. “Avrupa’daki tüm sağcı partiler Türk düşmanıdırlar, sadece Macaristan’daki sağcı parti hariç. Hatta Macar sağcı partisi Türk dostudur. Avrupa’daki tüm sağ partiler Türkiye’nin AB’ye girmesine karşı iken sadece Macar sağcı partisi hararetle Türkiye’nin AB’ye girmesini savunur.” Birbirlerine düşünce olarak tamamen zıt olan parlamenterler Türkler mevzu olduğunda aynı tarafta yer almaktan memnunlar.
Yine görüşmelerimiz sırasında Türklerle akrabalıklarına vurgu yapmaları, Avrupa birliği sürecinde ülkemizi desteklediklerini sıkça ifade ettiklerini de belirtmeliyim.
Macar Parlamentosunda şimdi 6 partiyi temsilen 386 vekilin yer aldığını, önümüzdeki seçimlerde bu sayının 300’ün altında olacağını ifade ediyor rehberimiz. Kabineleri 8 bakandan oluşuyor. Muhteşem binasına rağmen gösterişsiz koltuklarıyla bizim meclisimizle ister istemez kıyas yapmamıza neden oluyor. Meclis binasının orta yerinde kralın tacının sergilendiği bir bölüm var. Tacın başında iki asker sürekli nöbet tutuyor. Nöbet değişimine denk geliyoruz. Ziyaretçiler bu anı fotoğraflamaya çalışıyor. Bütün kralları, dönemin önemli kişileri sarayın her yanında heykellerle bugüne taşınmış. Etkilenmemek mümkün değil bu mimariden.
Yüz küsür yıl Osmanlı topraklarında yer almış Budapeşte’de Osmanlı ve Türklerin etkisini görmek bugün bile mümkün. 1500’lü yılların ortalarında vefat eden Bektaşi dervişi Gül Baba türbesi Buda’nın sırtlarında. Geçmiş yüzyıllarda bizim topraklarımızda birlikte yaşadığımız insanların varlığının neredeyse inkâr edildiği bir dönemde Avrupa’nın orta yerinde bir ülkede Mustafa Kemal yürüyüş yolunu gördüğümdeyse tebessüm ediyorum sadece.
Temiz sokaklarında sabahın dördünde bile insanların rahatlıkla dolaşabildiği, huzurlu bir kent Budapeşte. Macar ekonomisinin kötü durumda olmasına rağmen mesai bitimi 18:00’de iş yerlerinin çoğunun kapanması ilginç. Aynı zamanda birçok işyerinin küçücük pencerelerden oluşan vitrinleri, abartısız tabelaları dikkatimi çeken diğer bir nokta... İki günlük gezim sırasında boğucu olmayan, yaşayan bir kent gördüm. Mutlaka bir kere daha gelmek isteyeceğim bir kent Budapeşte. Aklıma şiir düşüren bir yer.
Eskiden iki şehirmiş Buda ve Peşte. Tuna nehri bu iki kentin orta yerinden akıyor. Buda, nehrin batısında tepeciklerin üzerine kurulu. Nehrin diğer yakasındaki Peşte ise düz bir yerleşim yeri. Slavca’da Peşte’nin anlamı fırın, Buda’nın anlamı su’ymuş. Birbirinden farklı on köprü iki yakayı bir araya getiriyor. Köprülerden birinde arkadaşlarımla yürüyüp fotoğraf çekiyoruz. Manzara görülmeye değer doğrusu.
Kafilemize öncülük yapan rehberimiz kendi dilimizde bize yaşadığı yerleri anlatıyor ve her gittiğimiz yere başka gözle bakmamıza hikâyeleriyle de katkı veriyor. Bu hikâyelerden biri Türk Kahvesiyle ilgiliydi. Onlar kahvemize “Kara Çorba” diyorlar. Nedeni de gelince Kanuni Sultan Süleyman, Budin’i fethetmek için bu bölgeye geldiğinde Macar komutanları yemeğe davet etmiş. Yemekler yenmiş, vakit ilerlemiş. Kalkıp gitmek istediklerinde kendilerine kahve ikram edilmiş. İlaçlı kahveleri içen komutanlar uyuyup kalmışlar. Onlar uyurken Osmanlı ordusu Budin’i hiç kan dökmeden fethetmişler. Macar komutanlar içtikleri kahveye o günden sonra “kara çorba” adını vermişler. Ben ve gazeteci arkadaşlarıma da ziyaretimiz sırasında içirdiler bu çorbadan.
Macarlar biz Töröklere(Türklere öyle diyorlar) nasıl bakıyor en çok merak ettiğim konulardan biri bu. Acaba Türk edebiyatından hangi yazarlar bu dile çevrilmiş, günlük siyasetimizi ne kadar takip ediyorlar. Avrupa Birliği üyeliği sürecinde bizleri destekliyorlar mı? Sorularıma iki günlük gezim sırasında yanıtlar buluyorum. Günlük dillerinde yirmi kadar Türkçe kelime kullanıyorlar. Bu kelimelerin çoğu daha çok edebi metinlerde yer alıyor. Budapeşte Üniversitesi Türkoloji Fakültesi’ni ziyaretimiz sırasında bizi evimizdeymişiz gibi misafir ediyorlar. Türkoloji Bölümü Başkası Geza David, Türk Macar Dostluk Derneği yöneticileri Edit Tasnadi ve Maria Ivaniciks ve Macaristan’ın Ankara Eski Büyükelçisi Profesör Ishau Vasari’nin keyifli sohbeti sayesinde merak ettiklerime yanıt buluyorum. Orhan Pamuk, Yaşar Kemal gibi isimleri Macar Edebiyatına çeviren Edit Tasnadi ülkelerinde ne yazık ki Türk edebiyatının çok yaygın olmadığını ifade ediyor. Dilimize çevrilmiş çok bilindik bir Macar yazar hatırlamadığımı söylüyorum. Ada Dergisi’nde yayınlanmak üzere dilimize çevireceği Macar öyküleri için söz alıyorum. Her yıl üniversiteleri 15 civarında öğrenciyi kabul ediyormuş. Türkoloji bölümüne giren öğrencilerin iş bulma imkânlarının neredeyse yok denecek seviyede olduğunu da söylüyorlar. Yine de etkin olmaya çalıştıklarını, çevirdikleri kitapları göstererek ifade ediyorlar. Gezimizin en etkileyici bölümlerinden biri olarak hafızamda kalıyor Türkoloji bölümü ziyaretimiz.
Macar–Türk Dostluk grubu üyesi milletvekilleriyle bir görüşme yapıyoruz. Jobbik Partisi’nden ve Türk-Macar Parlamentolarası Dostluk Grubu Başkanı Tamas Hegedus verdiği önemli mesajlar dışında ülkemizde çok ses getirmiş iki dizinin bugünlerde (Ezel ve Bin bir Gece) önemli televizyon kanallarında gösterildiğini ve çok beğenildiğini söylüyor. Görüşmenin en ilginç anlarından biriyse Macar sağcı Partisi vekilinden geliyor. “Avrupa’daki tüm sağcı partiler Türk düşmanıdırlar, sadece Macaristan’daki sağcı parti hariç. Hatta Macar sağcı partisi Türk dostudur. Avrupa’daki tüm sağ partiler Türkiye’nin AB’ye girmesine karşı iken sadece Macar sağcı partisi hararetle Türkiye’nin AB’ye girmesini savunur.” Birbirlerine düşünce olarak tamamen zıt olan parlamenterler Türkler mevzu olduğunda aynı tarafta yer almaktan memnunlar.
Yine görüşmelerimiz sırasında Türklerle akrabalıklarına vurgu yapmaları, Avrupa birliği sürecinde ülkemizi desteklediklerini sıkça ifade ettiklerini de belirtmeliyim.
Macar Parlamentosunda şimdi 6 partiyi temsilen 386 vekilin yer aldığını, önümüzdeki seçimlerde bu sayının 300’ün altında olacağını ifade ediyor rehberimiz. Kabineleri 8 bakandan oluşuyor. Muhteşem binasına rağmen gösterişsiz koltuklarıyla bizim meclisimizle ister istemez kıyas yapmamıza neden oluyor. Meclis binasının orta yerinde kralın tacının sergilendiği bir bölüm var. Tacın başında iki asker sürekli nöbet tutuyor. Nöbet değişimine denk geliyoruz. Ziyaretçiler bu anı fotoğraflamaya çalışıyor. Bütün kralları, dönemin önemli kişileri sarayın her yanında heykellerle bugüne taşınmış. Etkilenmemek mümkün değil bu mimariden.
Yüz küsür yıl Osmanlı topraklarında yer almış Budapeşte’de Osmanlı ve Türklerin etkisini görmek bugün bile mümkün. 1500’lü yılların ortalarında vefat eden Bektaşi dervişi Gül Baba türbesi Buda’nın sırtlarında. Geçmiş yüzyıllarda bizim topraklarımızda birlikte yaşadığımız insanların varlığının neredeyse inkâr edildiği bir dönemde Avrupa’nın orta yerinde bir ülkede Mustafa Kemal yürüyüş yolunu gördüğümdeyse tebessüm ediyorum sadece.
Temiz sokaklarında sabahın dördünde bile insanların rahatlıkla dolaşabildiği, huzurlu bir kent Budapeşte. Macar ekonomisinin kötü durumda olmasına rağmen mesai bitimi 18:00’de iş yerlerinin çoğunun kapanması ilginç. Aynı zamanda birçok işyerinin küçücük pencerelerden oluşan vitrinleri, abartısız tabelaları dikkatimi çeken diğer bir nokta... İki günlük gezim sırasında boğucu olmayan, yaşayan bir kent gördüm. Mutlaka bir kere daha gelmek isteyeceğim bir kent Budapeşte. Aklıma şiir düşüren bir yer.
Brüksel Günlüğü
Geçtiğimiz hafta içerisinde iki Avrupa kentinde geçirdim. Belçika’nın başkenti Brüksel ve Macaristan’ın kalbi Budapeşte... İki kentle ilgili daha önce sayısız şey duymuştum. Şüphesiz bilmediğiniz bir ülkeye şehre giderken belli araştırmalar yapar gittiğinizde yabancılık çekmemek için gerekli tüm önlemleri alırsınız. Bu defa bildiklerimi unutmak ve hafızamda yeni yerler yaratmak için hiçbir araştırma yapmadım. Hatta çanta hazırlığımı uçağımın hareket saatinden iki saat önce yaptım.
Brüksel’e uçağımız pazartesi dört sularında indi. Benim dışımda çeşitli kentlerden gelen gazeteci arkadaşlarım da vardı. Havalimanından kalacağımız otele giderken bildik tanıdık görüntülerle karşılaşmayı umarak pencereden geçtiğimiz yollara, caddelere, sıra sıra dizilmiş eski apartmanlara baktım. Nedense ülkemdekine benzeyen bir şey aradım. İlk başta mimarisiyle kentin beni etkisi altına aldığını söyleyebilirim. Yüzyıllık taş binaların önlerinden gökyüzüne doğru dalları uzanmış ağaçlar, modern bir Avrupa kentinde olduğunuzun işareti geniş bulvarlar ve parklar. Her binanın gövdesinde bir meyveymiş gibi boy veren heykeller. Bir benzerlik keşfediyorum ilk on beş dakikada. Daha otele gitmeden parklarda elişi ören gurbetçi kadınlarımızı görüyorum.
Otele yerleştikten bir süre sonra gazeteci arkadaşlarla kent meydanına gidiyoruz. Brüksel’in orta yerinde turistlerin akın ettiği Grand-Place ve çevresi muhteşem bir mimarinin özelliğini taşıyor. Hükümet konağı olarak da kullanılan bina 50 yılı aşkın sürede yapılmış. Brüksel’e gelenlerin ilk uğrak yerleri bu meydan ve çevresinde sayısız insan fotoğrafla ölümsüzleştirmeye çalışıyor gezisini. Akşam yemeğini bu meydandaki restoranlardan birinde yedikten sonra kenti keşfetmeyi sürdürüyoruz.
Ertesi gün daha önceden belirlenmiş çeşitli kurum ve kuruluşlardan temsilcilerle görüşmek üzere otelden yola çıkıyoruz. Türkiye ve AB ilişkileri, Avrupa Birliğine Türkiye’nin katılımı konusunda bizi Eski AB Büyükelçisi Profesör Albert Maes bilgilendiriyor. Bugüne kadar AB’ne neden giremediğimizi, girmemizin hangi şartlarda gerçekleşebileceğinin altını çiziyor Albert Maes.
Daha sonra Brüksel’deki Türk gazetecilerle öğle yemeğinde buluşuyoruz.
AA Brüksel Muhabiri Feyzullah Yarımbaş, Zaman Brüksel Temsilcisi Selçuk Gültaşlı, NTV Brüksel Temsilcisi Güldener Sonumut ve Belçika’da gazete çıkaran Yusuf Cinal ile keyifli bir söyleşi gerçekleşirken hiç de alışık olmadığımız bir yemek yiyoruz. Buharda pişirilmiş Somon. Gazeteciler bize özellikle Belçika’da yaşayan Türk nüfusla ilgili bilgiler verirken aynı zamanda Avrupa’daki Türk politikacılardan bahsediyorlar.
Brüksel’deki görüşmelerimizdeki en ilginç toplantılardan birini Türkiye Raportörü Ria Oomen-Ruijten ile yapıyoruz. Rujiten’in konuşmasında her gün Türkiye’de olup biteni takip ettiğini, gazeteleri okuduğunu, basın çevrelerinden siyasetçilerden Türkiye ile ilgili herkesin ziyaretlerini kabul ettiğini söylüyor. Ayrıca “Her ay Avrupa Komisyonu’nun Ankara’daki temsilciliğinden ilerleme raporu geliyor. Bunları irdeliyorum. Yani sadece rapor yazmak değil her yönüyle Türkiye’yle ilgileniyorum. Yalnız şu sıralar ne yazık ki Türkiye’yi ziyaret edemiyorum çünkü malumunuz seçim var ve bu sürece dahil edilmek istemiyorum.” diyor.
Bir gazetecinin “Gazeteci tutuklamalarına karşı özellikle hükümetin savunması, söz konusu kişilerin yazdıkları yazılardan, yaptıkları haberlerden dolayı değil; yasadışı örgüte üye olduklarından dolayı tutuklandıklarını yönünde. Basın özgürlüğü adına basın mensuplarının suç işleme konusunda başka hakları, imkânları mı var?” sorusuna ise şu yanıtı veriyor.
“Bir suç karşısında elbette herkes eşittir, kimsenin ayrıcalığı yoktur. Ancak medyanın da tam özgür olması gerekmektedir. Medya üzerinde baskı varsa sağlıklı bir toplum yok demektir. Türkiye’de tutuklanmış gazetecilerin sayısı inanılmaz derecede. Burada bir problem olduğu kesindir. Benim raporda üzerinde durduğum bir konu da, gazetecilerin tutuklu kalma süreçlerinin çok uzun olmasıdır. Evet, savcıların bu insanların başka suçlardan dolayı sorgulandıkları yönünde açıklamaları var. Ben olayların muhtemel sonuçları ile ilgileniyorum. Türkiye’de 3 yıldan uzun süredir tutuklu bulunan ve mahkemesi yapılmayan insanlar var. Bu akıl alır bir durum değildir. Buna tepki göstermek zorundayız.”
Görüşmelerimizden fırsat buldukça Grand-Place ve çevresini tekrar tekrar dolaşıyoruz. Brüksel meydanındaki yatar şeklindeki Everard' t Serclaes'in İsa Heykelini bir inanışa göre sol elleriyle sıvazlayan turistler bir kere daha bu meydana gelebiliyorlar. İşi garantiye almak için hem sağ hem de sol elle bu ritüeli yerine getiriyorum.
Yine aynı meydana yakın Manneken Pis (işeyen çocuk heykeli) ziyaretçilerin en çok ilgisini çeken yerlerden biri. Manneken Pis ile ilgili sayısız hikâye anlatılıyor bunlardan birkaçı şöyle sıralayabilirim. Savaş sırasında şehri çevreleyen duvarların dibine bir bomba düşmüş, hem de cephaneliklerin yanına. Küçük bir çocuk bu bombanın üzerine işemiş ve şehir kurtulmuş. Diğeriyse küçük çocuk heykelin bulunduğu sokakta oturan bir cadının evinin kapısına işemiş. Buna çok sinirlenen cadı çocuğu taşa çevirmiş. Bir diğer efsane ise çocuğunu kaybeden bir adam ile ilgilidir. Adam kaybolan çocuğunu iki gün sonra heykelin bulunduğu sokak yakınlarında işerken bulur. Çocuğuna kavuşan baba bu ani ölümsüzleştirmek için heykeli yaptırır.
Trabzonla neredeyse aynı havayı gördüğüm Brüksel’de bugünlerde baharın başlangıcı yaşanıyor. Çiçeklenen ağaçlar bu resmi kentin yüzünü bir nebze olsun değiştirmiş gibi. Üç gün kaldığımız Brüksel’den ayrılıp Budapeşte’ye doğru giderken aklımda bir de mağaza vitrinlerini süsleyen çikolatacılar kalıyor.
Brüksel’e uçağımız pazartesi dört sularında indi. Benim dışımda çeşitli kentlerden gelen gazeteci arkadaşlarım da vardı. Havalimanından kalacağımız otele giderken bildik tanıdık görüntülerle karşılaşmayı umarak pencereden geçtiğimiz yollara, caddelere, sıra sıra dizilmiş eski apartmanlara baktım. Nedense ülkemdekine benzeyen bir şey aradım. İlk başta mimarisiyle kentin beni etkisi altına aldığını söyleyebilirim. Yüzyıllık taş binaların önlerinden gökyüzüne doğru dalları uzanmış ağaçlar, modern bir Avrupa kentinde olduğunuzun işareti geniş bulvarlar ve parklar. Her binanın gövdesinde bir meyveymiş gibi boy veren heykeller. Bir benzerlik keşfediyorum ilk on beş dakikada. Daha otele gitmeden parklarda elişi ören gurbetçi kadınlarımızı görüyorum.
Otele yerleştikten bir süre sonra gazeteci arkadaşlarla kent meydanına gidiyoruz. Brüksel’in orta yerinde turistlerin akın ettiği Grand-Place ve çevresi muhteşem bir mimarinin özelliğini taşıyor. Hükümet konağı olarak da kullanılan bina 50 yılı aşkın sürede yapılmış. Brüksel’e gelenlerin ilk uğrak yerleri bu meydan ve çevresinde sayısız insan fotoğrafla ölümsüzleştirmeye çalışıyor gezisini. Akşam yemeğini bu meydandaki restoranlardan birinde yedikten sonra kenti keşfetmeyi sürdürüyoruz.
Ertesi gün daha önceden belirlenmiş çeşitli kurum ve kuruluşlardan temsilcilerle görüşmek üzere otelden yola çıkıyoruz. Türkiye ve AB ilişkileri, Avrupa Birliğine Türkiye’nin katılımı konusunda bizi Eski AB Büyükelçisi Profesör Albert Maes bilgilendiriyor. Bugüne kadar AB’ne neden giremediğimizi, girmemizin hangi şartlarda gerçekleşebileceğinin altını çiziyor Albert Maes.
Daha sonra Brüksel’deki Türk gazetecilerle öğle yemeğinde buluşuyoruz.
AA Brüksel Muhabiri Feyzullah Yarımbaş, Zaman Brüksel Temsilcisi Selçuk Gültaşlı, NTV Brüksel Temsilcisi Güldener Sonumut ve Belçika’da gazete çıkaran Yusuf Cinal ile keyifli bir söyleşi gerçekleşirken hiç de alışık olmadığımız bir yemek yiyoruz. Buharda pişirilmiş Somon. Gazeteciler bize özellikle Belçika’da yaşayan Türk nüfusla ilgili bilgiler verirken aynı zamanda Avrupa’daki Türk politikacılardan bahsediyorlar.
Brüksel’deki görüşmelerimizdeki en ilginç toplantılardan birini Türkiye Raportörü Ria Oomen-Ruijten ile yapıyoruz. Rujiten’in konuşmasında her gün Türkiye’de olup biteni takip ettiğini, gazeteleri okuduğunu, basın çevrelerinden siyasetçilerden Türkiye ile ilgili herkesin ziyaretlerini kabul ettiğini söylüyor. Ayrıca “Her ay Avrupa Komisyonu’nun Ankara’daki temsilciliğinden ilerleme raporu geliyor. Bunları irdeliyorum. Yani sadece rapor yazmak değil her yönüyle Türkiye’yle ilgileniyorum. Yalnız şu sıralar ne yazık ki Türkiye’yi ziyaret edemiyorum çünkü malumunuz seçim var ve bu sürece dahil edilmek istemiyorum.” diyor.
Bir gazetecinin “Gazeteci tutuklamalarına karşı özellikle hükümetin savunması, söz konusu kişilerin yazdıkları yazılardan, yaptıkları haberlerden dolayı değil; yasadışı örgüte üye olduklarından dolayı tutuklandıklarını yönünde. Basın özgürlüğü adına basın mensuplarının suç işleme konusunda başka hakları, imkânları mı var?” sorusuna ise şu yanıtı veriyor.
“Bir suç karşısında elbette herkes eşittir, kimsenin ayrıcalığı yoktur. Ancak medyanın da tam özgür olması gerekmektedir. Medya üzerinde baskı varsa sağlıklı bir toplum yok demektir. Türkiye’de tutuklanmış gazetecilerin sayısı inanılmaz derecede. Burada bir problem olduğu kesindir. Benim raporda üzerinde durduğum bir konu da, gazetecilerin tutuklu kalma süreçlerinin çok uzun olmasıdır. Evet, savcıların bu insanların başka suçlardan dolayı sorgulandıkları yönünde açıklamaları var. Ben olayların muhtemel sonuçları ile ilgileniyorum. Türkiye’de 3 yıldan uzun süredir tutuklu bulunan ve mahkemesi yapılmayan insanlar var. Bu akıl alır bir durum değildir. Buna tepki göstermek zorundayız.”
Görüşmelerimizden fırsat buldukça Grand-Place ve çevresini tekrar tekrar dolaşıyoruz. Brüksel meydanındaki yatar şeklindeki Everard' t Serclaes'in İsa Heykelini bir inanışa göre sol elleriyle sıvazlayan turistler bir kere daha bu meydana gelebiliyorlar. İşi garantiye almak için hem sağ hem de sol elle bu ritüeli yerine getiriyorum.
Yine aynı meydana yakın Manneken Pis (işeyen çocuk heykeli) ziyaretçilerin en çok ilgisini çeken yerlerden biri. Manneken Pis ile ilgili sayısız hikâye anlatılıyor bunlardan birkaçı şöyle sıralayabilirim. Savaş sırasında şehri çevreleyen duvarların dibine bir bomba düşmüş, hem de cephaneliklerin yanına. Küçük bir çocuk bu bombanın üzerine işemiş ve şehir kurtulmuş. Diğeriyse küçük çocuk heykelin bulunduğu sokakta oturan bir cadının evinin kapısına işemiş. Buna çok sinirlenen cadı çocuğu taşa çevirmiş. Bir diğer efsane ise çocuğunu kaybeden bir adam ile ilgilidir. Adam kaybolan çocuğunu iki gün sonra heykelin bulunduğu sokak yakınlarında işerken bulur. Çocuğuna kavuşan baba bu ani ölümsüzleştirmek için heykeli yaptırır.
Trabzonla neredeyse aynı havayı gördüğüm Brüksel’de bugünlerde baharın başlangıcı yaşanıyor. Çiçeklenen ağaçlar bu resmi kentin yüzünü bir nebze olsun değiştirmiş gibi. Üç gün kaldığımız Brüksel’den ayrılıp Budapeşte’ye doğru giderken aklımda bir de mağaza vitrinlerini süsleyen çikolatacılar kalıyor.
25 Nisan 2011 Pazartesi
Tutku ve Üç Şilahşör
“Tutku” diye bağırdı kadın. Sesin geldiği yeri bulmaya çalışırken başımı sağa sola çevirdim. Kaç gündür boynumda yer etmiş ağrı dinmemişti ve yine içeriden bir yerden etimi kesiyorlarmış gibi hissetmeme neden oldu. Solumda kurumaya başlamış ağaçlar vardı. Kurumuş yapraklara basan birkaç ihtiyar banklara kurulmuş aralarında laflıyordu. Otopark ağzına kadar doluydu. Gençten bir çocuk aracın arka tarafını boş bulduğu bir köşeye sokmaya çalışıyordu. Sakalını haftalardır kesmeyen görevlinin çocuğa çıkışan sesini duydum o sırada. “Tutku” diye bağıran kadını görmek için başımı diğer yöne çevirdim. O tarafta süpermarketin giriş kapısı iki de bir açılıp kapanıyordu. Kasiyer kızlar önlerindeki salça kutularını, peçeteleri, yağları, sigaraları barkottan geçirip bir yandan poşetlere dolduruyordu. Bir filmde duymuştum kasiyerler en önde durdukları için kimsenin dikkatini çekmez diyordu. Bu sözü doğrulamak ister gibi yüzlerine bakıyorum kızların. Biri dışında diğerleri pek dikkat çekmiyordu. Solmuş bir kırmızıyı andırıyordu üzerlerine giyindikleri tişörtleri. Ayın elemanı bunlardan hangisidir diye sordum kendime. Sanki yanıtı bilecekmiş gibi. Panoda bir ay boyunca hangisinin çirkin fotoğrafı duracak. Boyunlarını nedense hep fazla kaldırmış olurlar fotoğraf çekiminde. Sözün doğru olduğuna karar veriyorum. Marketten küçük bir çocuk çıkıyor. Elindeki büyükçe bir poşeti peşi sıra sürüklüyordu. “Tutku” diye bağıran kadın neredeydi. Tekrar seslenmeye gerek duymamıştı. Belki de tutku onu duymuş ve yanına gitmişti.
Benim tanıdığım Tutku’yu düşündüm. En sondan başlarım bir insanı anlatmaya. Bilmediğim bir şehir, bilmediğim bir terminaldeyim. Numaraları çeviriyorum. Tutku o şehirde oturuyor. Param bitmiş. Bankamatik kartımı çalıştıramamışım ya da o bankamatikten para çekilmiyor. Son numarayı da çevirip bekliyorum. Birkaç kez çalıyor telefon. O sırada neler söyleyeceğimi düşünüyorum. Tutku’nun sesini beklerken telefonda daha yaşlıca bir ses duyuluyor. Tutku’yu istiyorum telefona. Biraz bekleyin diyor karşıdan açan. Biraz bekliyorum. Önümden sürekli valizli insanlar geçiyor. Dışarıdan davul zurna sesi geliyor kulağıma. Asker uğurlayan insanlar. Tutku’nun bildiğim sesi duyuluyor. Şaşırıyor onu aramış olmama. Epeydir karşılaşmamışız. Bankamatikten, para çekemediğimden, bahsediyorum. Bana yardımcı olmasını istiyorum. Aslında bulunduğum yere yakınmış lakin gelmesi mümkün değilmiş. Dışarıdaki taksilerden bahsediyor. Bilmem hangi semtte şubesi varmış bankanın. Sonra iyi günler diliyor ve kapıyor telefonu. Soğuk sesini, kurduğu birkaç cümleyi tekrarlıyorum içimden.
Bir kitapçıdayız. Ünlü bir yazarın son çıkan romanı üzerine konuşuyoruz. Kitapta birkaç sayfada görülüp kaybolan kişilerden hangisinin dikkatini çektiğini soruyorum arkadaşıma. Ben yalnızca başrollerle ilgileniyorum diyor arkadaşım. “Hem kule görevlisi adamın sokakta görüp selamlaştığı adamdan bana ne” diye ekliyor. O sırada Tutku oturduğu masadan söze karışıyor. “Gözlem notlarını çekmecede bulup hiç merak etmeden görevliye teslim eden adamı merak ettim” diyor gözlüğünün üstünden bakarak. Daha önce konuşmuşluğumuz yok onunla. Karşılaştığımızı da hatırlamıyorum. Saçları omuzlarını örtüyor.
İnsan şöyle karıştırmaz mı defteri?
“203. gün. Ev boş. Saatlerdir bakıyorum. Bir gölge gördüm sandım önce. Duvarı boydan boya geçti aynı gölge. Sonra açık duran kapı kapandı. Aynı pozisyonda durmuş olduğumdan az kalsın uyuyacaktım. Bir anda kapının kapalı olduğunu fark edince ayağa kalkıp pencere önündeki dürbüne uzandım. Oraya daha önce gitmemiş olsam da kaç gündür baktığım pencerenin arkasındaki eşyaları tanıyordum. Büyükbabamın evindekine benzer o geniş koltuk. Yemek masasının üzerindeki biblolar, bir torunun çocukluk fotoğrafı. Sonra iki fincan ve önündeki dolu küllüğü görmüştüm. Sanki az önce kahve içilmiş ve tersine çevrilmiş fincanlar. ”
Gün gün yazılmış notlar. Ezberlemiş gibi sıralıyor bazı cümleleri. Kitabı bildiğimden benzer cümleler olduklarını hatırlıyorum.
“Nasıl meraksız bir adammış. Bunları okumadan teslim ediyor defteri. Yine de çekmeceden defteri çıkarıp aldıktan sonra görevliye gidene kadar bir şeyler okumuştur diye merakla kitabın sonuna kadar okudumdu” diye sürdürdü konuşmasını. “Yazar teslimatçı gibi kullandı adamcağızı. İçinden merak duygusu alınmış birini pek görmedim etrafımda” dedi. Sonra bizim masaya gelip kuruldu. Anlattı da anlattı. Sohbetimiz koyulaştı sonraki günlerde. Üç silahşor diye takılmaya başladı arkadaşlarımız bize. Tutku’nun anlattıklarıyla tanıdık onu. Sevdik. Bizden biri olmasını kabullendik zaman içinde. O ilk karşılaşmadaki sesindeki heyecandan eser yoktu son konuşmamızda.
Uzun yıllardır düşünmemiştim, hatta aklıma bile gelmemişti varlığı. “Tutku” diye bağırınca kadın, hep varmış ve onu görecekmişim gibi istem dışı onu aradı gözlerim. Ağaçların altındaki ihtiyarlara doğru yürüdüm. Sararmış yaprakların çıtırtıları arasında yürümek iyi gelmişti bana. Güzün son günleriydi. Az önce duyduğum sesi bir kez daha duydum. İhtiyarlardan biri ayakucuna uzanmış köpeğini seviyordu.
Serkan Türk
ADA DERGİSİ 13.SAYIDA YER ALMIŞTIR.
Benim tanıdığım Tutku’yu düşündüm. En sondan başlarım bir insanı anlatmaya. Bilmediğim bir şehir, bilmediğim bir terminaldeyim. Numaraları çeviriyorum. Tutku o şehirde oturuyor. Param bitmiş. Bankamatik kartımı çalıştıramamışım ya da o bankamatikten para çekilmiyor. Son numarayı da çevirip bekliyorum. Birkaç kez çalıyor telefon. O sırada neler söyleyeceğimi düşünüyorum. Tutku’nun sesini beklerken telefonda daha yaşlıca bir ses duyuluyor. Tutku’yu istiyorum telefona. Biraz bekleyin diyor karşıdan açan. Biraz bekliyorum. Önümden sürekli valizli insanlar geçiyor. Dışarıdan davul zurna sesi geliyor kulağıma. Asker uğurlayan insanlar. Tutku’nun bildiğim sesi duyuluyor. Şaşırıyor onu aramış olmama. Epeydir karşılaşmamışız. Bankamatikten, para çekemediğimden, bahsediyorum. Bana yardımcı olmasını istiyorum. Aslında bulunduğum yere yakınmış lakin gelmesi mümkün değilmiş. Dışarıdaki taksilerden bahsediyor. Bilmem hangi semtte şubesi varmış bankanın. Sonra iyi günler diliyor ve kapıyor telefonu. Soğuk sesini, kurduğu birkaç cümleyi tekrarlıyorum içimden.
Bir kitapçıdayız. Ünlü bir yazarın son çıkan romanı üzerine konuşuyoruz. Kitapta birkaç sayfada görülüp kaybolan kişilerden hangisinin dikkatini çektiğini soruyorum arkadaşıma. Ben yalnızca başrollerle ilgileniyorum diyor arkadaşım. “Hem kule görevlisi adamın sokakta görüp selamlaştığı adamdan bana ne” diye ekliyor. O sırada Tutku oturduğu masadan söze karışıyor. “Gözlem notlarını çekmecede bulup hiç merak etmeden görevliye teslim eden adamı merak ettim” diyor gözlüğünün üstünden bakarak. Daha önce konuşmuşluğumuz yok onunla. Karşılaştığımızı da hatırlamıyorum. Saçları omuzlarını örtüyor.
İnsan şöyle karıştırmaz mı defteri?
“203. gün. Ev boş. Saatlerdir bakıyorum. Bir gölge gördüm sandım önce. Duvarı boydan boya geçti aynı gölge. Sonra açık duran kapı kapandı. Aynı pozisyonda durmuş olduğumdan az kalsın uyuyacaktım. Bir anda kapının kapalı olduğunu fark edince ayağa kalkıp pencere önündeki dürbüne uzandım. Oraya daha önce gitmemiş olsam da kaç gündür baktığım pencerenin arkasındaki eşyaları tanıyordum. Büyükbabamın evindekine benzer o geniş koltuk. Yemek masasının üzerindeki biblolar, bir torunun çocukluk fotoğrafı. Sonra iki fincan ve önündeki dolu küllüğü görmüştüm. Sanki az önce kahve içilmiş ve tersine çevrilmiş fincanlar. ”
Gün gün yazılmış notlar. Ezberlemiş gibi sıralıyor bazı cümleleri. Kitabı bildiğimden benzer cümleler olduklarını hatırlıyorum.
“Nasıl meraksız bir adammış. Bunları okumadan teslim ediyor defteri. Yine de çekmeceden defteri çıkarıp aldıktan sonra görevliye gidene kadar bir şeyler okumuştur diye merakla kitabın sonuna kadar okudumdu” diye sürdürdü konuşmasını. “Yazar teslimatçı gibi kullandı adamcağızı. İçinden merak duygusu alınmış birini pek görmedim etrafımda” dedi. Sonra bizim masaya gelip kuruldu. Anlattı da anlattı. Sohbetimiz koyulaştı sonraki günlerde. Üç silahşor diye takılmaya başladı arkadaşlarımız bize. Tutku’nun anlattıklarıyla tanıdık onu. Sevdik. Bizden biri olmasını kabullendik zaman içinde. O ilk karşılaşmadaki sesindeki heyecandan eser yoktu son konuşmamızda.
Uzun yıllardır düşünmemiştim, hatta aklıma bile gelmemişti varlığı. “Tutku” diye bağırınca kadın, hep varmış ve onu görecekmişim gibi istem dışı onu aradı gözlerim. Ağaçların altındaki ihtiyarlara doğru yürüdüm. Sararmış yaprakların çıtırtıları arasında yürümek iyi gelmişti bana. Güzün son günleriydi. Az önce duyduğum sesi bir kez daha duydum. İhtiyarlardan biri ayakucuna uzanmış köpeğini seviyordu.
Serkan Türk
ADA DERGİSİ 13.SAYIDA YER ALMIŞTIR.
21 Nisan 2011 Perşembe
Derinden
ben kendimi dike dike,
söke söke derimden
bazı kazak, bazı çorap
ördüm içimde
sen birikmiş bulutları saydın
kimi yağmur, alçak bulut
göğünden dökülürken akşam
sonrasını unutup yaşamadın
tarihi yitirmiş bir gövde
unutulmuş savaşlar geçerken
bilmez mi uzanmış ölü atları
yakılmış evleri olur ülkelerin
acısız çiçek açmaz dağlarda
kurumuş otlar eskiyen güneşten
tanır insan kaybolan gençliğini
balkon iplerine asmış çamaşırlarını
ölü çocukları doğuran anneler
kimi rüzgâr fitilini yakar ağrıların
pimi çekilmiş bir bomba
patlayacak şimdi söküklerimden
dağılan yalnızca anılar mı olacak
günleri tüketen bilinmezlik suyu
kana kana içtiğimiz derinden
ben kendimi dike dike,
söke söke derimden
bazı kazak, bazı çorap
ördüm içimde
Serkan Türk
(ELİZ DERGİSİ NİSAN 2011 SAYISINDA YER ALMIŞTIR.)
söke söke derimden
bazı kazak, bazı çorap
ördüm içimde
sen birikmiş bulutları saydın
kimi yağmur, alçak bulut
göğünden dökülürken akşam
sonrasını unutup yaşamadın
tarihi yitirmiş bir gövde
unutulmuş savaşlar geçerken
bilmez mi uzanmış ölü atları
yakılmış evleri olur ülkelerin
acısız çiçek açmaz dağlarda
kurumuş otlar eskiyen güneşten
tanır insan kaybolan gençliğini
balkon iplerine asmış çamaşırlarını
ölü çocukları doğuran anneler
kimi rüzgâr fitilini yakar ağrıların
pimi çekilmiş bir bomba
patlayacak şimdi söküklerimden
dağılan yalnızca anılar mı olacak
günleri tüketen bilinmezlik suyu
kana kana içtiğimiz derinden
ben kendimi dike dike,
söke söke derimden
bazı kazak, bazı çorap
ördüm içimde
Serkan Türk
(ELİZ DERGİSİ NİSAN 2011 SAYISINDA YER ALMIŞTIR.)
21 Şubat 2011 Pazartesi
Çöl ve Kir
bıraktığım, sustuğum, sırt döndüğüm
ne varsa benimle geliyor
içeriye açılan kapılar vardır
orada dururum birinin önünde
bakarım dönecek anahtarlara
kilitlere,
açılacak olana
tuhaf bir belirsizlik çöker akşamla
bir salyangoz yürür yeniden
aynı serin yaprakların arasında
hem ağrısısın içimin
hem istediği şenlik,
döndüm dersin
yakasını düzeltirken gömleğimin
kiriyle karşılaşmış kalbim sevinir
söz edersin tozundan kumundan ayaklarından
içimiz çölse biri geçmiştir
Serkan Türk
Türk Edebiyatı Dergisinde yer almıştır.
ne varsa benimle geliyor
içeriye açılan kapılar vardır
orada dururum birinin önünde
bakarım dönecek anahtarlara
kilitlere,
açılacak olana
tuhaf bir belirsizlik çöker akşamla
bir salyangoz yürür yeniden
aynı serin yaprakların arasında
hem ağrısısın içimin
hem istediği şenlik,
döndüm dersin
yakasını düzeltirken gömleğimin
kiriyle karşılaşmış kalbim sevinir
söz edersin tozundan kumundan ayaklarından
içimiz çölse biri geçmiştir
Serkan Türk
Türk Edebiyatı Dergisinde yer almıştır.
15 Şubat 2011 Salı
Her Yönüyle Trabzon Etkinlikleri-5
Her Yönüyle Trabzon etkinliklerinin 5.si 19-22 Şubat tarihleri arasında Ankara AKM’de gerçekleştiriliyor. Bu yıl etkinliklere Serander Yayınları ve Ada Dergisi olarak katılıyoruz.
Etkinlikler çerçevesinde Ayşe Keskin yeni şiir kitabı “Şubat’ın Islak Elleri”ni okurları için 20-21 Şubatta 15:00-17:00 saatleri arasında imzalıyor.
Devlet Tiyatrosu Sanatçısı Kadri Özcan ilk romanı “Trabzonlu Aleko”yu 20-21 Şubat tarihleri arasında 17:00-19:00 saatleri arasında imzalayacak.
Serkan Türk etkinliklere bu yılda iki dinletiyle katılıyor. Ayrıca “Uzak Yaz”, “Rüzgârlı Camlar” ve “Her Şeyin Güzel Olma Nedenleri” adlı kitaplarını fuar boyunca imzalayacak.
Dinleti saatleri ise şöyle:
21 Şubat Pazartesi günü 13:30 - 14:30 saatleri arasında “Trabzonlu Genç Şairler” etkinliğinde Serkan Türk, Kaan Koç, Yıldırım Vural, Çiğdem Oflu ve Zeki Bostan şiirlerini seslendirecek.
22 Şubat Salı günü 13:30-14:15 saatleri arasında “Dizelerden Bestelere Serkan Türk Şiirleri” adlı etkinlikte genç müzisyen İlker Filiz'in Serkan Türk şiirlerinden bestelediği "Geldim", "Yokluğunun Kuşları"," Çöl ve Kir", "Sizi Unutmadım", "Portekiz","Soluyorsun"ve “Yağmur Dindiren” gibi şarkılarını bu kez canlı performans olarak dinleyebilirsiniz.
Etkinlikler çerçevesinde Ayşe Keskin yeni şiir kitabı “Şubat’ın Islak Elleri”ni okurları için 20-21 Şubatta 15:00-17:00 saatleri arasında imzalıyor.
Devlet Tiyatrosu Sanatçısı Kadri Özcan ilk romanı “Trabzonlu Aleko”yu 20-21 Şubat tarihleri arasında 17:00-19:00 saatleri arasında imzalayacak.
Serkan Türk etkinliklere bu yılda iki dinletiyle katılıyor. Ayrıca “Uzak Yaz”, “Rüzgârlı Camlar” ve “Her Şeyin Güzel Olma Nedenleri” adlı kitaplarını fuar boyunca imzalayacak.
Dinleti saatleri ise şöyle:
21 Şubat Pazartesi günü 13:30 - 14:30 saatleri arasında “Trabzonlu Genç Şairler” etkinliğinde Serkan Türk, Kaan Koç, Yıldırım Vural, Çiğdem Oflu ve Zeki Bostan şiirlerini seslendirecek.
22 Şubat Salı günü 13:30-14:15 saatleri arasında “Dizelerden Bestelere Serkan Türk Şiirleri” adlı etkinlikte genç müzisyen İlker Filiz'in Serkan Türk şiirlerinden bestelediği "Geldim", "Yokluğunun Kuşları"," Çöl ve Kir", "Sizi Unutmadım", "Portekiz","Soluyorsun"ve “Yağmur Dindiren” gibi şarkılarını bu kez canlı performans olarak dinleyebilirsiniz.
Rüzgârlı Canlar
Bu hafta sizlerle Yazın Odası’nda çok genç bir arkadaşımızın yazısını paylaşacağım. Bunun iki nedeni var. 14 Şubat Dünya Öykü Günü dolayısıyla bir yazı yazmayı planlıyordum. Yazı masasına oturduğum sırada Enise Hürrem Turan’ın “Rüzgârsız Canlar’ için” başlıklı yazısı posta kutuma düştü. Gelen mektubu okuyunca sizlerle bu yazıyı paylaşmaya karar verdim. Sakarya’da Cemil Meriç Lisesi’nde okuyor Enise Hürrem Turan. Bir lise öğrencisi olarak okuduğu öykü kitabını aralayıp bırakmıyor üzerine düşüncelerini ifade eden bu güzel yazıyı kaleme alıyor. Ne yazık ki birçok üniversite öğrencisi yazı yazmayı bırakın yıl içinde bir kitap okumuyor. Sözü onun cümlelerine bırakırken bütün öykü severlerin gününü kutluyorum.
“yolun sonu-
ben hala yaşıyorum
şu güz akşamı
2010 yılının Mart ayında ikinci baskısı SERANDER Yayınevinden çıkan Rüzgârlı Camlar, Serkan Türk’ün basit görünen olayları nasıl da doğru kavradığının bir kanıtı olarak öykü kılığında sunuluyor önümüze kese kâğıdı içinde. Hayatın renkleri içinde mat olanları seçenler için bir canlandırma seansı Rüzgârlı Camlar.
Üç bölümüyle üç dizelik haikuları hatırlatıyor kitap. “Camlar,/ rüzgârlar,/ bulutlar.” Bir, iki, üç… Beş, yedi beş. Sözcük kırıntılarının üzerine kurulmuş bir bilgelik ve sadelik mimarisi eseri. Rüzgârlı Camlar nesir olarak yazılmış kısa bir şiir-öykü.
Kadınlar, kibritler, bahçeler, hayaletler ve köstebekler… Hiçbiri artık sizlere eskisi gibi görünmeyecek. Sessizliğinin inanılmaz büyüsüyle Serkan Türk sizlere bütün bunlar hakkında bildiklerinizi unutturacak ve elbette reddetmeye dilinizin varmayacağı bir teklif sunuyor.
Bir ‘yolculuk’ kitabı. Karanlık çökse de parlayan yıldızlar gibi aydınlık kelimelerini zorlanmadan okuyabilirsiniz, ayrıca yönünüzü kolayca bulasınız diye bir deniz feneri mevcut kıyısında. Islak ormanların derinliklerinde dipte bir yerde kör bir köstebek olsanız bile okumak size zahmetli bir iş gibi gelmeyecek.
İnanamayacağınız bir hızla bitireceksiniz kitabı… İstanbul trafiğinde bir kıyıdan ötekine geçerken bile pekâla bitirilebilir... Devrin kitabı bu, devri unutturmak adına yazılmış olsa da. Yolda birbirini küfreden adamların ve korna seslerinin içinde bir küçük otel daha yolunuzu bitirmeden kapılarını size ardına dek açmış olacak. Huzur’un kapıları vardır. Bu otelin kapıları da onun yeryüzündeki benzeri...
Serkan Türk, öykülerinde kullandığı o sakin dille insana kendi hayat hikâyesini unutturmak çabasında gibi görünüyor. Hangimizin hayatına bir bahçe girdi ki? İşin tuhaf yanı insanın bu öyküleri kendi hayat hikâyesiymiş gibi benimseme eğilimi… Hikâyenin ne olduğunu bilmeyenler gibi gerçek sanma eğilimi yazılanları, anlatılanları… Bu eğilim Serkan Türk’ün o dargın üslubundan kaynaklanıyor belki de.
Bu kitap ağrıyan bedeninizi bırakabileceğiniz bir koltuk, verandada bir sallanan sandalye, fincandaki kahve. Her ne derseniz deyin bu kitap tam anlamıyla bir otel. Karışmış kafanızı, yorgun olan hücrelerinizi, kırgın kalbinizi kendinizden uzaklaştırabileceğiniz, kovduğunuzda ‘Acaba nereye gider?’ diye endişelenmeyeceğiniz etrafı erguvanlarla süslenmiş KUŞLARIN ÇIN ÇIN çınlayabildiği bir başka aleme ait bir otel. Oyunda verilmiş bir perde arası.
Bütün bunları sizlere narin bir kitap sunuyor. Ustaca bir kaçış için en kolay yöntem bir kitaba gömülmektir her zaman. Ama sizi nereye götüreceği kitabın insafına kalmıştır, bazıları çok insafsız olup sizlere kötü rüyalar yaşatabilirler ama Rüzgârlı Camlar adından da belli olduğu üzere pervazında bir ‘küstüm otu’ olan pencerenin açık camından içeri sızan sıcak ve fesleğen kokulu meltemin peşine takacaktır sizleri.
Sizleri bu güz yapraklarıyla uslanmış yoldan eskiye götürmeye davet ediyorum… Sadece yaprakları aralayın yeter… Orada ‘tanımadığınız bir merdiven’ bulacaksınız bu merdiven sizleri kitabın arka kapağında sizi bekleyen yere götürecek. Zeytin ağaçları, renkli bulutlar…
Siz… Emanetini utanç kaynağıymış gibi saklayan canlılar! Sakladığınızın rengi işte burada. Biraz yeşil, biraz kırmızı biraz da kahverengi ve mavi! Renklerinizi kaybetmeyin… Gri olmakta değil marifet… Marifet bize bahşedileni kollayabilmekte.
Ve sözcükler yan yana bir anahtar oldular sol, köşede… Bir fırtına melodisi yaprakları uçuracak bir yerde…”
“yolun sonu-
ben hala yaşıyorum
şu güz akşamı
2010 yılının Mart ayında ikinci baskısı SERANDER Yayınevinden çıkan Rüzgârlı Camlar, Serkan Türk’ün basit görünen olayları nasıl da doğru kavradığının bir kanıtı olarak öykü kılığında sunuluyor önümüze kese kâğıdı içinde. Hayatın renkleri içinde mat olanları seçenler için bir canlandırma seansı Rüzgârlı Camlar.
Üç bölümüyle üç dizelik haikuları hatırlatıyor kitap. “Camlar,/ rüzgârlar,/ bulutlar.” Bir, iki, üç… Beş, yedi beş. Sözcük kırıntılarının üzerine kurulmuş bir bilgelik ve sadelik mimarisi eseri. Rüzgârlı Camlar nesir olarak yazılmış kısa bir şiir-öykü.
Kadınlar, kibritler, bahçeler, hayaletler ve köstebekler… Hiçbiri artık sizlere eskisi gibi görünmeyecek. Sessizliğinin inanılmaz büyüsüyle Serkan Türk sizlere bütün bunlar hakkında bildiklerinizi unutturacak ve elbette reddetmeye dilinizin varmayacağı bir teklif sunuyor.
Bir ‘yolculuk’ kitabı. Karanlık çökse de parlayan yıldızlar gibi aydınlık kelimelerini zorlanmadan okuyabilirsiniz, ayrıca yönünüzü kolayca bulasınız diye bir deniz feneri mevcut kıyısında. Islak ormanların derinliklerinde dipte bir yerde kör bir köstebek olsanız bile okumak size zahmetli bir iş gibi gelmeyecek.
İnanamayacağınız bir hızla bitireceksiniz kitabı… İstanbul trafiğinde bir kıyıdan ötekine geçerken bile pekâla bitirilebilir... Devrin kitabı bu, devri unutturmak adına yazılmış olsa da. Yolda birbirini küfreden adamların ve korna seslerinin içinde bir küçük otel daha yolunuzu bitirmeden kapılarını size ardına dek açmış olacak. Huzur’un kapıları vardır. Bu otelin kapıları da onun yeryüzündeki benzeri...
Serkan Türk, öykülerinde kullandığı o sakin dille insana kendi hayat hikâyesini unutturmak çabasında gibi görünüyor. Hangimizin hayatına bir bahçe girdi ki? İşin tuhaf yanı insanın bu öyküleri kendi hayat hikâyesiymiş gibi benimseme eğilimi… Hikâyenin ne olduğunu bilmeyenler gibi gerçek sanma eğilimi yazılanları, anlatılanları… Bu eğilim Serkan Türk’ün o dargın üslubundan kaynaklanıyor belki de.
Bu kitap ağrıyan bedeninizi bırakabileceğiniz bir koltuk, verandada bir sallanan sandalye, fincandaki kahve. Her ne derseniz deyin bu kitap tam anlamıyla bir otel. Karışmış kafanızı, yorgun olan hücrelerinizi, kırgın kalbinizi kendinizden uzaklaştırabileceğiniz, kovduğunuzda ‘Acaba nereye gider?’ diye endişelenmeyeceğiniz etrafı erguvanlarla süslenmiş KUŞLARIN ÇIN ÇIN çınlayabildiği bir başka aleme ait bir otel. Oyunda verilmiş bir perde arası.
Bütün bunları sizlere narin bir kitap sunuyor. Ustaca bir kaçış için en kolay yöntem bir kitaba gömülmektir her zaman. Ama sizi nereye götüreceği kitabın insafına kalmıştır, bazıları çok insafsız olup sizlere kötü rüyalar yaşatabilirler ama Rüzgârlı Camlar adından da belli olduğu üzere pervazında bir ‘küstüm otu’ olan pencerenin açık camından içeri sızan sıcak ve fesleğen kokulu meltemin peşine takacaktır sizleri.
Sizleri bu güz yapraklarıyla uslanmış yoldan eskiye götürmeye davet ediyorum… Sadece yaprakları aralayın yeter… Orada ‘tanımadığınız bir merdiven’ bulacaksınız bu merdiven sizleri kitabın arka kapağında sizi bekleyen yere götürecek. Zeytin ağaçları, renkli bulutlar…
Siz… Emanetini utanç kaynağıymış gibi saklayan canlılar! Sakladığınızın rengi işte burada. Biraz yeşil, biraz kırmızı biraz da kahverengi ve mavi! Renklerinizi kaybetmeyin… Gri olmakta değil marifet… Marifet bize bahşedileni kollayabilmekte.
Ve sözcükler yan yana bir anahtar oldular sol, köşede… Bir fırtına melodisi yaprakları uçuracak bir yerde…”
14 Şubat 2011 Pazartesi
12 Şubat 2011 Cumartesi
Geldiği Gibi Gitmez İnsan
Sevdiklerinle birlikte bu şehirde son günlerini geçiriyorsun. Doğduğun kentten çok uzakta bir eve, sokağa bakacak olmanın tedirginliğini yaşadığın ilk günler geçip eskimiş. Yağmurun sesiyle denizin hırçınlığını insan yüzlerinden okunabileceğini keşfetmenin heyecanının üzerinden yıllar su gibi… Buranın uzağında başka birine dönüşeceğini biliyorsundur. Geldiği gibi gitmez insan. Giderken başka birini götürür.
İlk geceni hatırlıyor musun Trabzon’da? Karanlık ve sessiz bir gece miydi? Yoksa bir şeylere başlamanın o garip heyecanıyla için içine sığmıyor muydu? Yaşları seninkiyle aynı yüzlere bakarken ne hissediyordun? O ilk günün sonrasında yavaş yavaş tanımak ara sokakları, ışıltılı caddeleri, yokuşu. Dolmuş duraklarını, lokantaları ezberlemek. Pazarları pide yeniliyormuş bu evlerde demek ve sonra bir pidecide almak soluğu. Doğanın güzü yaşadığını bilerek alışmak solan renklere… Bir yılın bitimine doğru bakmak okulun penceresinden. Uzak sözcüğünü içinde hissetmek… Uzakta olmanın cam kırıkları gibi bir yerlerine battığını ve canını acıttığını söyleyecek birilerini aramak etrafında. Sonra kışı, ardından baharı yaşamak hissederek…
Sokaklarında selâm vereceğin insanların günden güne artışı… Telefonunu arayanların çoğuyla aynı kentte yaşıyorsun artık. Karşılaşmaların sonrasında gülümseyen bir yüzle günü sürdürmek. Akşam için planlar yapmak. Sinemanın ya da okulun çıkışında fark etmez sınavlarla ilgili değerlendirme yapmayı sürdürüyorsundur. Her fırsatta uygun fiyatlı otobüs ve uçak bileti aramak bir alışkanlığa dönüşüyor hayatında. Tatil dediğin nedir ki üç günde ben ekleyeyim diyerek bu süreyi uzatmayı seçiyorsun. Yaz tatillerindeyse bir an önce evime dönmek istiyorum şu günler geçsin diye söyleniyorsun. Doğduğun yere ait hissetmemeye başlıyorsun zamanla. Bozkır kurduyken Karadeniz uşağına dönüştüğünü mutlaka anlıyorsun içten içe. Hepsi birkaç senenin içinde oldu. İnsan yeni bir kentteyken yavaş yavaş koza örer kendine. İçinde şekillendiği, geliştiği, büyüdüğü, evrimini yaşadığı bir koza… Ve bir gün o kozanın içinden çıkıp gideceğini de bilir.
Bir kenti kent yapanın fabrikaları, mağazaları, büyük çarşıları ve sokakları değil de insanları olduğunu bilmek. Bunu bilecek kadar büyütmek kalbi.
Bir ev nasıl boşalır? Giysi dolabındaki kıyafetleri yatağın üzerine yığdıktan sonra bazılarını kenara ayırıp, bazılarını valizin içine yerleştirmekle mi? Defterleri, kitapları kutsal bir emanetmiş gibi parmak uçlarınla okşayarak ne yapacağını bilmeden karşılarında uzun uzun bekleyerek mi? Bir ev nasıl boşalır? Çekmecelere attığın notları toplarken birkaç yılını da topluyormuş gibi hissedeceksin mutlaka. Yaptığın yolculukları düşüneceksin. Cama yasladığın yanağın üşüyecek o zaman bir daha. Odanın ortasındaki halıyı katlayıp zemini çıplak bıraktığında ruhunda bir boşluk hissedeceksin. Terliklerini, ayakkabılarını ve kapının arkasındaki süpürgeyi koyacak yer bulamayacaksın bir an. Bunca sene yaşadığın ev birden başka görünecek sana. Duvardaki posterleri sökmeyi için kaldırmayacak. Bu kentteki bütün sabahlarına başlarken oradaydı o şarkıcının posterini. Başka bir odaya, başka bir eve getirsen de sana böyle gülümsemeyeceğinden eminsindir şimdi çünkü.
Bu şehirden geriye ne kalacak hafızanda? Çömlekçinin eskimiş yapıları mı, Kalkınmanın yokuşu mu? Meydan parkının onlarca yıllık ağaçları mı? Gazipaşa’nın denize bakan bir pencere olduğunu mu hatırlayacaksın? Uzun sokağın birden bu kadar nasıl kalabalıklaşabildiğini mi? Maraş caddesinin bunca yıldan sonra tersinden aktığını da gördüm diye mi anlatacaksın soranlara? Bunlarda siyah beyaz fotoğraflar gibi ara ara bakacağın görüntüler. Kentler vardır gömleklere benzer. İnsanı sıcacık tutan kumaşlara benzeyen kentler. Bu kenti kendine yatak döşek yapanlar her yere sırtında götürür anılarını. O yüzden Trabzon, her yerde Trabzon.
Yolun açık olsun demek geçer içimden.
İlk geceni hatırlıyor musun Trabzon’da? Karanlık ve sessiz bir gece miydi? Yoksa bir şeylere başlamanın o garip heyecanıyla için içine sığmıyor muydu? Yaşları seninkiyle aynı yüzlere bakarken ne hissediyordun? O ilk günün sonrasında yavaş yavaş tanımak ara sokakları, ışıltılı caddeleri, yokuşu. Dolmuş duraklarını, lokantaları ezberlemek. Pazarları pide yeniliyormuş bu evlerde demek ve sonra bir pidecide almak soluğu. Doğanın güzü yaşadığını bilerek alışmak solan renklere… Bir yılın bitimine doğru bakmak okulun penceresinden. Uzak sözcüğünü içinde hissetmek… Uzakta olmanın cam kırıkları gibi bir yerlerine battığını ve canını acıttığını söyleyecek birilerini aramak etrafında. Sonra kışı, ardından baharı yaşamak hissederek…
Sokaklarında selâm vereceğin insanların günden güne artışı… Telefonunu arayanların çoğuyla aynı kentte yaşıyorsun artık. Karşılaşmaların sonrasında gülümseyen bir yüzle günü sürdürmek. Akşam için planlar yapmak. Sinemanın ya da okulun çıkışında fark etmez sınavlarla ilgili değerlendirme yapmayı sürdürüyorsundur. Her fırsatta uygun fiyatlı otobüs ve uçak bileti aramak bir alışkanlığa dönüşüyor hayatında. Tatil dediğin nedir ki üç günde ben ekleyeyim diyerek bu süreyi uzatmayı seçiyorsun. Yaz tatillerindeyse bir an önce evime dönmek istiyorum şu günler geçsin diye söyleniyorsun. Doğduğun yere ait hissetmemeye başlıyorsun zamanla. Bozkır kurduyken Karadeniz uşağına dönüştüğünü mutlaka anlıyorsun içten içe. Hepsi birkaç senenin içinde oldu. İnsan yeni bir kentteyken yavaş yavaş koza örer kendine. İçinde şekillendiği, geliştiği, büyüdüğü, evrimini yaşadığı bir koza… Ve bir gün o kozanın içinden çıkıp gideceğini de bilir.
Bir kenti kent yapanın fabrikaları, mağazaları, büyük çarşıları ve sokakları değil de insanları olduğunu bilmek. Bunu bilecek kadar büyütmek kalbi.
Bir ev nasıl boşalır? Giysi dolabındaki kıyafetleri yatağın üzerine yığdıktan sonra bazılarını kenara ayırıp, bazılarını valizin içine yerleştirmekle mi? Defterleri, kitapları kutsal bir emanetmiş gibi parmak uçlarınla okşayarak ne yapacağını bilmeden karşılarında uzun uzun bekleyerek mi? Bir ev nasıl boşalır? Çekmecelere attığın notları toplarken birkaç yılını da topluyormuş gibi hissedeceksin mutlaka. Yaptığın yolculukları düşüneceksin. Cama yasladığın yanağın üşüyecek o zaman bir daha. Odanın ortasındaki halıyı katlayıp zemini çıplak bıraktığında ruhunda bir boşluk hissedeceksin. Terliklerini, ayakkabılarını ve kapının arkasındaki süpürgeyi koyacak yer bulamayacaksın bir an. Bunca sene yaşadığın ev birden başka görünecek sana. Duvardaki posterleri sökmeyi için kaldırmayacak. Bu kentteki bütün sabahlarına başlarken oradaydı o şarkıcının posterini. Başka bir odaya, başka bir eve getirsen de sana böyle gülümsemeyeceğinden eminsindir şimdi çünkü.
Bu şehirden geriye ne kalacak hafızanda? Çömlekçinin eskimiş yapıları mı, Kalkınmanın yokuşu mu? Meydan parkının onlarca yıllık ağaçları mı? Gazipaşa’nın denize bakan bir pencere olduğunu mu hatırlayacaksın? Uzun sokağın birden bu kadar nasıl kalabalıklaşabildiğini mi? Maraş caddesinin bunca yıldan sonra tersinden aktığını da gördüm diye mi anlatacaksın soranlara? Bunlarda siyah beyaz fotoğraflar gibi ara ara bakacağın görüntüler. Kentler vardır gömleklere benzer. İnsanı sıcacık tutan kumaşlara benzeyen kentler. Bu kenti kendine yatak döşek yapanlar her yere sırtında götürür anılarını. O yüzden Trabzon, her yerde Trabzon.
Yolun açık olsun demek geçer içimden.
20 Ocak 2011 Perşembe
Yaz Ölüleri
hep kâğıtlarda kalan sözcüklerle ağladım
geçmiş, bir selvi ağacıydı o bahçelerde ölüleri gölgeleyen
babam bir çiçek şimdi, adsız bir ot
kokusunu çeker ciğerlerine annem ve bekler bulutların kararacağı,
sağanağın kopacağı kasım sabahlarını
dokunacağını sanır gelen yağmurlarla yeniden
babam bir güz ölüsü,
bu yüzden sevmem kasımı
dökülen yapraklarını ağaçların
böylece de büyürmüş insan
giden birinin ardından su yerine
toprak dökerek, ben bir şeyimi kaybettim
diğerlerine benzemeyen bir şeyimi
yaz ölüleri diyorum hayattan geçip gidenlere
sırtıma alamadığım için acılarını içimde taşıyorum.
büyümek bir ağrıymış,
ansızın yalnızlık çalacak bileklerimde diş izlerin,
rüzgâr sesini silmiş, camdan bakıyorum şimdi
çocukluğumun saatlerine.
elimde yazılmış kırk beş mektubu el yazısıyla
selam eder gözlerinden öperim.
Serkan Türk
geçmiş, bir selvi ağacıydı o bahçelerde ölüleri gölgeleyen
babam bir çiçek şimdi, adsız bir ot
kokusunu çeker ciğerlerine annem ve bekler bulutların kararacağı,
sağanağın kopacağı kasım sabahlarını
dokunacağını sanır gelen yağmurlarla yeniden
babam bir güz ölüsü,
bu yüzden sevmem kasımı
dökülen yapraklarını ağaçların
böylece de büyürmüş insan
giden birinin ardından su yerine
toprak dökerek, ben bir şeyimi kaybettim
diğerlerine benzemeyen bir şeyimi
yaz ölüleri diyorum hayattan geçip gidenlere
sırtıma alamadığım için acılarını içimde taşıyorum.
büyümek bir ağrıymış,
ansızın yalnızlık çalacak bileklerimde diş izlerin,
rüzgâr sesini silmiş, camdan bakıyorum şimdi
çocukluğumun saatlerine.
elimde yazılmış kırk beş mektubu el yazısıyla
selam eder gözlerinden öperim.
Serkan Türk
15 Ocak 2011 Cumartesi
Notre Dame'ın Küskünü
her duyduğum ölüm kamburum
olurdu. sonsuz gökleri sarsardı yağmur
ellerinde kir birikmiş günahkar bir kadın
beyaz bir çarşafı gererdi bahçesinde
yaz’dı biliyorsun biten
ben orda koşacak ve yetişecek olandım
yeni zamanlarına dünyanın
tuttu yaprak döktü ağaçlar
kavak esnedi çatıya doğru
bir kuş havalandı kalbimde
tuhaf boşluk
açtığım camdan baktım tepelere
ateş yakmış kalabalık,
gittin mi? hiçbir gölge yer etmemiş
aydınlık evler, altındı penceren.
esmeralda bir çingene kadar esmer
bir o kadar alacaklı tanrı’sından
ve ben alıngan köle kamburum içimde
notre dame'ın küskünüyüm sanki
çalıyorum her saat çanlarını yalnızlığın
katedralin duvarına sinmiş frollo kadar ürkek
bakıyorum çarmıhıma.
bu düştüğüm yağmur suyu gözyaşım
olurdu. sonsuz içimi dağlardı sessizliği.
Serkan Türk
olurdu. sonsuz gökleri sarsardı yağmur
ellerinde kir birikmiş günahkar bir kadın
beyaz bir çarşafı gererdi bahçesinde
yaz’dı biliyorsun biten
ben orda koşacak ve yetişecek olandım
yeni zamanlarına dünyanın
tuttu yaprak döktü ağaçlar
kavak esnedi çatıya doğru
bir kuş havalandı kalbimde
tuhaf boşluk
açtığım camdan baktım tepelere
ateş yakmış kalabalık,
gittin mi? hiçbir gölge yer etmemiş
aydınlık evler, altındı penceren.
esmeralda bir çingene kadar esmer
bir o kadar alacaklı tanrı’sından
ve ben alıngan köle kamburum içimde
notre dame'ın küskünüyüm sanki
çalıyorum her saat çanlarını yalnızlığın
katedralin duvarına sinmiş frollo kadar ürkek
bakıyorum çarmıhıma.
bu düştüğüm yağmur suyu gözyaşım
olurdu. sonsuz içimi dağlardı sessizliği.
Serkan Türk
14 Ocak 2011 Cuma
lakaplar ve buzlu dere sokağının sakinleri
Küçük semtlerde insanların ilişkilerindeki samimiyeti ortaya çıkaran hitap şekilleri vardır. Fiziksel özelliklerinizden ya da davranışlarınızdan dolayı size takılmış lakaplar seneler geçmesine rağmen üzerinize yapışır, asla unutulmaz. Uzun yılların eskittiği birçok şey varken bu isimler kimliğinizde yazılıymış gibi hafızanızda gerçek isimlerin önüne geçer. Erdoğdu semtinde Buzlu Dere Sokak ve çevresinde öyle isimlerden bahsedilir ki aradan geçmiş kırk elli sene onların güncelliğini yitirmediğinin kanıtı gibidir. Şişko Hala, Deli Fuat, Muşmul Temel, Hamsici Hemit, Koyuncu Celal ve Kazuk Menşure gibi zamanla çok sayıda lakap türemiştir. Bu insanların hayatlarına baktığınızda filmleri aratmayacak, romanlara konu olacak olaylarla karşılaşırsınız.
Şişko Halanın, minderin üzerinde oturup gelip geçenle sohbet ettiği apartman önü, mahalleye gireni çıkanı istemeden takip edişi… Zaman içinde bir nevi, yaşadığı sokağın muhtarı konumuna getirilmesi… Hızla kilo almış bir kadının geçirdiği sıkıntılı süreçler. Dışarıdan bakıldığında meraklı biri görüntüsü veren buna benzer insanların geçmişlerine yönelik ufak bir araştırma yaptığınızda pek adil olmayan bir hayatın içinde olduklarını görürsünüz. Eşi Cemal Amcanın ayakkabı dükkânı vardır. Şişko Halanın güneşli günlerde oturduğu minderinden, dünya başka türlü görünürdü muhtemelen. Yaban kavunu yetiştirir, kocakarı ilaçları yapar, sinüzit rahatsızlığı olanlara kendince yardım etmeye çalışırdı. Böyle küçük semtlerde her şeyden ve herkesten haberdar olan birileri mutlaka vardır. Bana nedense Selim İleri’nin Bir Ayrılığın İlkyazı romanını hatırlatıyor Şişko Halanın durumu. Romanda bahsedilen apartman sakini yaşlı kadının kapı dürbününden gelenlere bakışı, arada sırada ayak sesi duyduğunda kendi kapısını aralayıp konuşma ihtiyacı üst katta oturan genç adamı rahatsız etmiş olsa da sonraki zamanlarda bunun nedenini öğrenip üzüldüğünü hissediyorum kitabı okurken. Yaşlı kadın tek başına yaşayan bu genç adamın hayatında birileri olsun, kendi gibi tek başına yaşlanmasın istiyordur. Bizim mahallelerde yaşayan insanların bu duyguyu taşıdıklarını düşünürüm. Bazen merakla açılmış bir kapı, aslında apartmana girmiş yabancı birinin hırsızlık yapma ihtimalini azaltmıştır.
Bu isimlerden çoğuyla daha önce karşılaşmadım. Birkaç sene evvel Koyuncu Celal amca bizim nalbur dükkânına uğradığı bir sabah onunla tanışmış, uzun uzun konuşmuştuk.. Eskimiş bir maviyi andıran yorgun gözleriyle gülümseyen bir ihtiyar adamdı. Üç aylık maaşına göre hayatının düzenini sürdürmeye çalışan bu adamcağız çocukluğundan beri koyun yetiştiriciliği yapmıştır. Erdoğdu’nun Bahçecik mahallesine bakan cephesinde, ağaçlar arasındaki küçücük evinde yaşam mücadelesini birkaç küçükbaş hayvanıyla vermekteydi. Kurban bayramının yaklaştığı günlerde daha neşeli olduğu gözlemlenirdi. Verdiği sözlerin arkasında duran ve dediği zamanda borçlarını ödeyen insan canlısı bir adamdı.
Muşmul Temel’in lakabının nereden geldiğini sorduğum arkadaşların anlattıkları sonucunda Ömercik filmi gözümün önüne geliyor. Bahçesindeki meyve ağaçlarına hiçbir çocuğun çıkmasına izin vermeyen bu adam aksi, huysuz ve lanet biriymiş gibi anılırken işin gerçeği başka türlüdür. Küçük yaşta oğlunun bu ağaçlardan birinden düşerek öldüğünü filmin sonlarında öğreniyoruz. Seyirci olarak yaşlı adama kızgınlığımız geçiyor, hatta onun hassasiyetini algılayıp üzülüyoruz. Muşmul Temel de bahçesindeki muşmula ağaçlarına çocukların çıkmasını istemiyordur. İlk duyduğumda onun da bu filmdekine benzer bir olay yaşayıp yaşamadığını sorguladım. Meyvelerini kimseyle bölüşmeyen bu adamcağızın benzer bir olay yaşamamasına rağmen elinin sıkı olduğunu öğrendim.
Lakaplardan bahsetmişken benim çocukluğumda da değişik kişilerce farklı şekilde çağrıldığım zamanlar olmuştur. Amcam bana uzun seneler “doktor” diye seslendi. Büyük babamsa adımı telaffuz etmekte zorlandığı için mi ya da böyle söylemek daha çok hoşuna gittiğinden mi bilemeyeceğim ama bana “Seksen” veya “Siran” diye seslenirdi. Ne doktor’u, ne de Seksen ve Siran’ı yadırgadığımı hatırlamıyorum.
Buzlu Dere Sokağının genel yapısına baktığımız zaman Erdoğdu semtinin köyle bağlantısının kopamadığını görmek mümkün. Hâlâ geçimini hayvancılıkla sürdüren bu insanların evlerinin önünden geçerken gübre kokusunu alırsınız. Yasemin Sokakta ilerlerken bazı kapı önlerinde hâlâ tavukların dolaştığını görürsünüz. Beton binaların arasından görünen fındık bahçelerine doğru uzanan manzara sizi doğal yaşama çağırır. Bir yanda mahallenin çıkışında bulunan Nuraniye Cami geçmişten günümüze mahallenin değişmeyenlerinden biri olarak yerinde dururken; öte yanda eski fotoğraflarda olmayan, semtin tepelerinde yükselen apartmanların görüntüsü, doğanın yavaş yavaş bu bölgede de tahrip edildiğinin apaçık göstergesidir.
Şişko Halanın, minderin üzerinde oturup gelip geçenle sohbet ettiği apartman önü, mahalleye gireni çıkanı istemeden takip edişi… Zaman içinde bir nevi, yaşadığı sokağın muhtarı konumuna getirilmesi… Hızla kilo almış bir kadının geçirdiği sıkıntılı süreçler. Dışarıdan bakıldığında meraklı biri görüntüsü veren buna benzer insanların geçmişlerine yönelik ufak bir araştırma yaptığınızda pek adil olmayan bir hayatın içinde olduklarını görürsünüz. Eşi Cemal Amcanın ayakkabı dükkânı vardır. Şişko Halanın güneşli günlerde oturduğu minderinden, dünya başka türlü görünürdü muhtemelen. Yaban kavunu yetiştirir, kocakarı ilaçları yapar, sinüzit rahatsızlığı olanlara kendince yardım etmeye çalışırdı. Böyle küçük semtlerde her şeyden ve herkesten haberdar olan birileri mutlaka vardır. Bana nedense Selim İleri’nin Bir Ayrılığın İlkyazı romanını hatırlatıyor Şişko Halanın durumu. Romanda bahsedilen apartman sakini yaşlı kadının kapı dürbününden gelenlere bakışı, arada sırada ayak sesi duyduğunda kendi kapısını aralayıp konuşma ihtiyacı üst katta oturan genç adamı rahatsız etmiş olsa da sonraki zamanlarda bunun nedenini öğrenip üzüldüğünü hissediyorum kitabı okurken. Yaşlı kadın tek başına yaşayan bu genç adamın hayatında birileri olsun, kendi gibi tek başına yaşlanmasın istiyordur. Bizim mahallelerde yaşayan insanların bu duyguyu taşıdıklarını düşünürüm. Bazen merakla açılmış bir kapı, aslında apartmana girmiş yabancı birinin hırsızlık yapma ihtimalini azaltmıştır.
Bu isimlerden çoğuyla daha önce karşılaşmadım. Birkaç sene evvel Koyuncu Celal amca bizim nalbur dükkânına uğradığı bir sabah onunla tanışmış, uzun uzun konuşmuştuk.. Eskimiş bir maviyi andıran yorgun gözleriyle gülümseyen bir ihtiyar adamdı. Üç aylık maaşına göre hayatının düzenini sürdürmeye çalışan bu adamcağız çocukluğundan beri koyun yetiştiriciliği yapmıştır. Erdoğdu’nun Bahçecik mahallesine bakan cephesinde, ağaçlar arasındaki küçücük evinde yaşam mücadelesini birkaç küçükbaş hayvanıyla vermekteydi. Kurban bayramının yaklaştığı günlerde daha neşeli olduğu gözlemlenirdi. Verdiği sözlerin arkasında duran ve dediği zamanda borçlarını ödeyen insan canlısı bir adamdı.
Muşmul Temel’in lakabının nereden geldiğini sorduğum arkadaşların anlattıkları sonucunda Ömercik filmi gözümün önüne geliyor. Bahçesindeki meyve ağaçlarına hiçbir çocuğun çıkmasına izin vermeyen bu adam aksi, huysuz ve lanet biriymiş gibi anılırken işin gerçeği başka türlüdür. Küçük yaşta oğlunun bu ağaçlardan birinden düşerek öldüğünü filmin sonlarında öğreniyoruz. Seyirci olarak yaşlı adama kızgınlığımız geçiyor, hatta onun hassasiyetini algılayıp üzülüyoruz. Muşmul Temel de bahçesindeki muşmula ağaçlarına çocukların çıkmasını istemiyordur. İlk duyduğumda onun da bu filmdekine benzer bir olay yaşayıp yaşamadığını sorguladım. Meyvelerini kimseyle bölüşmeyen bu adamcağızın benzer bir olay yaşamamasına rağmen elinin sıkı olduğunu öğrendim.
Lakaplardan bahsetmişken benim çocukluğumda da değişik kişilerce farklı şekilde çağrıldığım zamanlar olmuştur. Amcam bana uzun seneler “doktor” diye seslendi. Büyük babamsa adımı telaffuz etmekte zorlandığı için mi ya da böyle söylemek daha çok hoşuna gittiğinden mi bilemeyeceğim ama bana “Seksen” veya “Siran” diye seslenirdi. Ne doktor’u, ne de Seksen ve Siran’ı yadırgadığımı hatırlamıyorum.
Buzlu Dere Sokağının genel yapısına baktığımız zaman Erdoğdu semtinin köyle bağlantısının kopamadığını görmek mümkün. Hâlâ geçimini hayvancılıkla sürdüren bu insanların evlerinin önünden geçerken gübre kokusunu alırsınız. Yasemin Sokakta ilerlerken bazı kapı önlerinde hâlâ tavukların dolaştığını görürsünüz. Beton binaların arasından görünen fındık bahçelerine doğru uzanan manzara sizi doğal yaşama çağırır. Bir yanda mahallenin çıkışında bulunan Nuraniye Cami geçmişten günümüze mahallenin değişmeyenlerinden biri olarak yerinde dururken; öte yanda eski fotoğraflarda olmayan, semtin tepelerinde yükselen apartmanların görüntüsü, doğanın yavaş yavaş bu bölgede de tahrip edildiğinin apaçık göstergesidir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Ömer Kaya yazdı: ÇIKIŞI ARAYANLAR İÇİN BİR ROMAN: AUSGANG
Romanın Konusu: Alışılmış düzende olaya yaslanan, kolay özetlenebilir pek çok metin okumuşuzdur. Bu minvalde çoğu metin, toplumsal bir mesel...
-
harun bildiğin tüm yeminleri yaz derler söyle derler güz geride kaldı şimdi kış odun gerek kürek gerek kol kanat bildiğin şeyler, i...
-
Öğretmenlik sıfatımı takındığımda en çok korktuğum şeylerden biri de edebiyattaki istisnalardır. Öyle ki bir anda öğrencinin gözünde yeter...