16 Şubat 2012 Perşembe

Güneşli Bayır’ı Hürriyetime Okudum

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, o meşhur ‘Hayri İrdal’ını anımsadım: ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ndeki Hayri
İrdal. Diyordu ki; “Benim çocukluğumun belli başlı imtiyazı, hürriyetti!” Hayri İrdal’ın bahsini geçtiği gibi, bu
kelimeyi ne yazık ki, ‘şimdi çağ’ımızda da, siyasi manasıyla kullanıyoruz. Zannediyorum ki, hürriyetimizi de en çok
çocukluğumuzda yaşıyoruz. Jorge Amado’nun söylediği bir söz vardır: “Çocukluğu insanın anayurdudur.” Belki de en
çok rahat ettiğimiz zaman dilimi de orasıdır, kim bilir… Her şeyi bugün yaşadığımızdan daha özgür, hürriyet
kelimesini tam manasıyla yaşıyoruzdur orada.

Serkan Türk’ün ‘Güneşli Bayır’ı bunları anımsattı bende.

Öte yandan, yayımcının notu; yazarın duyarlı kalemine gönderme yapmış. Katılmamak elde değil. Hemen her
satırı içtenlikle, edebiyat duyarlılığıyla yazmış Serkan Türk. Ben de hemen her satırı çizmişim okurken. Yayımcı,
kitabı tam manasıyla tanıtmış. Arka kapaktan alıntılayalım: “Bir kentin yolunu, tarihini, coğrafyasını, denizini,
toplumsal hayatını, geçirdiği değişimleri, unutulan değerlerini, yeme içme kültürünü, gecesini gündüzünü, yazını
kışını, folklorunu, eğlence hayatını, daha bin türlü özelliğini herkes kendince görür.”

Yayımcının notunu değiştirerek, kendimizce söyleyelim: Bir yazar-edebiyatçı da, kendince bir duyarlıkla
yaklaşır kentine, değil mi?

Evet, ‘bir semtten geçmiş bütün yüzyıla bakmak.’ Yazar böyle söylüyor…

Satır aralarında ‘Erdoğdu’ hakkında bazı bilgilere ulaşsak da, bence kitabın öne çıkan tarafı, anlatı’nın ‘şiirsel’
bir ‘öykü’leme yöntemiyle yazılmış olması. (Belki de, bu semte yabancı oluşumdan kaynaklanmış olabilir bu algım.)
Bazı kitapları sırf üslûbu içinde okuruz ya, onun gibi bir şey sanırım benimkisi. Şunu da düşünmeden edemedim
açıkçası. Bir Alman atasözünün dediği gibi, herkes kendi kapısının önünü süpürse, bütün dünya temiz kalır. Her
edebiyatçı, kendi semtine, bu çocuk duyarlılığıyla yaklaşıp yazsa keşke.

Sonra, hemen ilk sayfada, benim de çocukluğumda tırmandığım bir yokuş vardı, orayı anımsadım: Yıllar
sonra ben de gitmiştim çocukluğumun geçtiği o yokuşa. Herkesin bir yokuşu olmalı, dedim içimden. Sonra Serkan
Türk’ün yazdığı gibi; -değiştirerek yazıyorum- Çocukluğumuzda tırmandığımız yokuşları, yıllar sonra; çok uzakta bir
yaşamı eksiltiyor oluşumuz…

Böylece, kitabı okumaya içlenerek başladım. Yazar, ‘Erdoğdu’ için, “çocukluğumda benim babamdı” diyor.
Bir özdeşlik kurmuş ‘Erdoğdu’ semti ile babası arasında. Yazarın yaşadığı bu özel durumu farklı şekillerde de olsa,
hangimiz yaşamı boyunca bir semt ile kurmamıştır ?!

Benim için de bir Çengelköy vardı, şimdi düşlerde kurduğum ‘okuma bahçesi’ydi orası. Babaannemin
anlatılarıyla büyüdüm. Çengelköy, deyince aklıma yazar ‘Rıfat Ilgaz’ düşer. Babaannemin kiracısıymış vakti
zamanında. Benim çocukluğum da, yıllar sonra, ‘Rıfat Ilgaz’ın yaşadığı evde geçti. Bunlar düştü zihnime…

Yazar, ‘Erdoğdu’yu babasıyla özdeştirmesi ağır bir hüzün katmış kitaba. Babası için yazdığı bir de şiirini
ekliyor yazar, içlenerek okudum: ‘Yaz Ölüleri’

Bu yüzden belki, bir yerden bir yere taşınmaya hiç sıcak bakmadım hayatımda. Bir şeyleri unutmak gibi gelir
bana. Unutmak, imgelemimde her zaman, ‘ihanet’ sözcüğünü hatırlatır. Yazar da unutmamış, yazmış semtini.

Serkan Türk, taşınma fikrine sıcak bakmasa da, başka yerlerde, onu bekleyen insanların olduğunu, bu yüzden
de il il dolaştığını da söylemekten geri kalmaz. Belki de bu yüzden seviyorumdur Serkan Türk yazımını, kim bilir?

Bir şehirden başka bir şehre gitmek ,hep bir hüzün verdi bana, cesaretsizliğimden mi?! Belki de bu cesareti
gördüğüm için okuyorum Serkan Türk’ün kitaplarını. Bana öyle geliyor ki; Serkan Türk, yazdıklarını, kendi semtinin

dışında, başka şehirlerde, tanımadığı insanlarla karşılaşmak için de yazıyor adeta… Öyle ya, yazarın dediği
gibi “Karşılaşmak buluşmaktan daha iyidir” Yazarın, ‘Erdoğdu’da geçen çocukluğu, her okuru kendi çocukluk
yıllarına bir yolculuğa taşıyacağını söylemeliyim. En azından benim için bu böyle oldu.

Bazı yaşantılarımız da ortak anılar oluveriyor. Bazı acı-tatlı anılar…

Örneğin, kitapta da geçtiği üzere, şimdiki gibi keneden korkmazdık eskiden, çimenliklerde gönlümüzce
oyunlar oynardık… Sonra, benim de kentimde değişen bir kültür vardı; şiddetin daha çok kol gezdiği bir kültür
oluşmaya başlamıştı İstanbul’da…

Şunu da söylemeden geçmek olmaz. Benim de çocukluğum da ‘cin hikâyeleri’ meşhurdu. Biraz da, Murathan
Mungan’ın çocukluk anılarını yazdığı ‘Paranın Cinleri’ni anımsattı. Sonra, Hüseyin Rahmi’nin eserleri.

Aynı şeyleri başka başka semtlerde yaşamış olmak, ‘zemin’ sözcüğünü de hatırlattı. Yaşama tektoniğimiz,
bizim üzerine bastığımız toprak. Her kesimimiz aynı topraklara bassa da, birbirlerimizi kırıp geçirdiğimiz yılları
anımsadım. İşte ‘Güneşli Bayır’da da, bahsi geçen dönemin sokak hareketleri, kahvehanelerde konuşulan, tartışılan
siyaset.

Bu kötü anıları geçelim.

Çikletlerden çıkan araba modelleri; futbolcu resimleri… Kartlar, gazoz kapakları. (Ne çok biriktirirdim
çocukken.) Ah, evet lakaplar. Yazmadan geçmek istemiyorum. Her okurun kendi semtine döneceği bir
bölüm: “Lakaplar ve Buzlu Dere Sokağının Sakinleri” Şişko Hala, Deli Fuat, Muşmul Temel, Hamsici Hemit,
Koyuncu Celal ve Kazuk Menşure…

Evet, her semt bir alfabedir. Serkan Türk, ‘Bir Alfabe Yaratmak’bölümünde okura, A’dan Z’ye bir harf seçin
diyor sanki… Ben harfimi seçtim: (e):

“Hafıza dipsiz bir kuyudur… Anılar varsa hâlâ, bir yerlerden çıkabilir şimdi de babam”

Yazım sonlanırken ‘Rıfat Ilgaz’ı hatırladım. Benim asıl harfim (r) olmalı.

Er-

Doğdu…

‘Erdoğdu’ okunmalı!

“Güneşli Bayır” (Heyamola Yay./2011), hürriyetimize!

Okuyalım öyleyse…




KUBİLAY BÜRGAN

Ömer Kaya yazdı: ÇIKIŞI ARAYANLAR İÇİN BİR ROMAN: AUSGANG

Romanın Konusu: Alışılmış düzende olaya yaslanan, kolay özetlenebilir pek çok metin okumuşuzdur. Bu minvalde çoğu metin, toplumsal bir mesel...