28 Eylül 2011 Çarşamba

güneşli bayır erdoğdu-yıldırım vural

güneşli bayır, heyamola yayınları’ndan çıkan, “trabzon’dur yolumuz dizisi”nde yer alan 22 kitaptan biri. kitabın yazarı serkan türk. kitap, yer yer otobiyografik izler taşıyor ancak genel itibariyle, trabzon’da doğup büyümüş olan bir yazarın, kadim bir kentin değişimine tanıklık ederek; cumhuriyet türkiye’sinin önemli anadolu kentlerinden birinin, tarihi süreçte, nasıl evrildiğini, kültürel ve mimari yozlaşmaya maruz kalışını (plansız büyüyen bütün kentlerde olduğu gibi) ama her şeye rağmen, farklı bir duyarlıkla bakıldığında göze görünen güzelliklerini, akıcı ve şiirsel bir dille anlatıyor.

bir dönem trazbzon’da yaşamış biri olarak, bir çırpıda okuduğum bu güzel kitap, serkan türk’ün iyi bir öykücü oluşunun da etkisiyle; normalde her okuyucuya hitap etmeyen bu tarz bir metnin okunurluğunu arttırarak, bu küçük ve sevimli karadeniz kentini hiç görmemiş okurlar için de, zevkle okunabilecek bir hâle getirmiş. kitabın girişinde, “umarım, birlikte yol alacağımız bu sayfalarda sen de geçmişinle geleceğin arasında içini ısıtan gerçekler bulursun. anılar değil mi bizi biz yapan?” diyerek okuyucu selamlıyor, yazar. ilk iki metin (bir semte ilk kez bakmak ve babamın sesi), baba metaforunun yoğun olarak işlendiği, otobiyografik izler taşıyan metinler.ayrıca aynı metafor üzerinden, bir semtin; varlığını koruyan ya da yok olmuş mekanlarla/sisli ve hiç unutulmayan anılarla örülmüş bir coğrafyaya dönüşerek, bireysel ve resmi tarihte yerini alışını anlatıyor. yazarın objektifinden çıkan görüntüler, okuyanlara tanıdık gelecektir aslında; işsiz güçsüz insanların doldurduğu kahvehaneler, çeşmeler, camiler, parklar, pazar yerleri, güvercinler… fakat kitabı okudukça bu kentin, çoğu anadolu kentiyle ortak özellikler barındırsa da, tarihiyle ve doğasıyla, kendine has bir dokusunun olduğunun ayırdına varıyor okuyucu. kitaba renk katan en güzel şeylerden biri de, semt insanlarının yaşam öyküleri ve izdüşümleri olsa gerek. türlü yaşanmışlıklar, bir lakabı ve öyküsü olan insanlar… kentin ve erdoğdu’nun öyküsüne dalmışken, ansızın bir şiirin öyküsüyle karşılaşmak ve o şiiri okumak ayrı bir lezzet katmış, bu kitaba. “erdoğdu kitaplığı” ve “bir alfabe yaratmak” adlı bölümler, tüm kitap boyunca, tekdüze bir anlatım ve kurgunun bayağılığından uzak kalınmasını sağlamış, ek olarak.
güneşli bayır, kent temasından bağımsız olarak, seksenler ve doksanların karakteristik özelliklerini yansıtması açısından, bir dönem kitabı olarak da okunabilme imkanı tanıyor okuyucuya. kısacası; şair, öykücü ve radyocu bir yazarın, bir kente, çok katmanlı bakışının sonucu olarak oraya çıkan pitoresk bir manzarayı seyredebileceğiniz, güzel bir çalışma olan bu eser, kesinlikle ve kesinlikle okunmaya değer…

yıldırım vural

19 Eylül 2011 Pazartesi

Rüzgârlı Camlar’dan Bakmak-Arzu Alkan'ın Kaleminden

Rüzgârlı Camlar’dan Bakmak-Arzu Alkan



Masalların anlatıldığı uzun kış geceleri geçmişte kaldı. Masal dinleyen çocukların büyülü dünyası da.“Yaşam yaşam olmayan bir şeyle çatışıyor” artık. Görselliğin hayal gücünün yerini doldurduğu dünyamızda kim bir kitabın sayfalarını çeviriyor? Satır aralarında biriken acıları paylaşmak ve kendinde olmayanı bulmak için kim hikâye kitabı okuyor şimdilerde?

Kar yağıyor yaşadığım şehirde. Döne döne eteğinde biriktirdiklerini boşaltıyor gökyüzü. Camdan dışarıya bakmak olup biteni geçmiş zaman kipiyle anlatmak gibi. Buğulu bir camın arkasındaysanız eğer yaşanılana müdahale etme hakkınız olmuyor. Biri kayıp düşerken elinden tutamıyorsunuz. Ama düşerken yüzündeki hayreti görüyorsunuz. Onun hissettiğinden daha çok hissediyorsunuz düşmenin acısını. Çünkü camın arkasındasınız. Olup bitene şahit olan ama değiştiremeyensiniz. İçimden bunlar geçiyor. Masanın üzerinde duran “Rüzgârlı Camlar” kitabına bakıyorum yeniden. Karların üzerinde duran bir kız çitin önünden bakıyor sonsuzluğa. Elinde tuttuğu şemsiye yüzünü görünmez kılıyor. Ama bu duruşta bir serzeniş bir ima var sanki. Derken hava karamaya başlıyor. Sokaktan gelen gürültüler azalıyor. Beyazın yansıması dışında hiçbir şey görünmez oluyor. Okumaktan olmaya dönüşecek birkaç saat var önümde. Bir ayine hazır gibi hazırım şimdi Rüzgârlı Camlar’ı okumaya. Secret Garden melodileri arka fonda hafiften dolduruyor odanın içini.

Solmakla başlayan bir varoluş. Ölmekle bitmeyen bir ömür gibi. “konuşmuyorum seninle tutup ölüyorsun / ellerin kuş tüyleri d/oluyor öldüğünde.” Bir öykü kitabına dizelerin dimağımızda bıraktığı imgelerle başlamak kışkırtıyor bizi. Yol almak ve öykülerin kalbine akmak için telaşlanıyoruz. “Celile’nin hayaletiyle karşılaşınca da kibritin eninde sonunda çakılacağını hissediyoruz. Bir ölünün isteğine karşı koyamıyor yazar. Çünkü biliyor ki “ölüler tanrının rafında bekliyor.” Belki de beklemekle kalmıyor gözetliyorlar biz yaşayanları. Gözetleyen ölüler, gözetlenen de yaşayanlar olunca her şey yer değiştiriyor. Ve kibriti çakan çocuk, yalıyı yaktığı için bağışlanıyor, hem okuyucunun hem de ölülerin gözünde. “Muhittin’in Cinleri’ni” biz okuyuculardan başkası görüyor mu bilmiyorum. Hem şimdi nerden çıktı bu cinler diye geçiriyorum içimden. Belli ki yazar hayal gücümüzü biraz daha kışkırtmak istiyor. Hayal gerçeğe dönüşür mü? Cinler de bilinmek ister mi? Kimleri seçiyorlar sahiplenmek için. Belki de bu dünya da sahipsiz olanları arayıp buluyorlar. Zeytin ağaçlarının arkasında ay doğarken bir kadının sureti kalıyor hafızamızda. Seçilmiş ve diğerlerinin arasından çıkarılmış, bir kadının, bir tatil kasabasında küçük bir motelde anlattığı öyküyü kendi öykümüzle karıştırıyoruz. Bizi de bir gün sahiplenir mi “Muhittin’in Cinleri diye düşünmeden edemiyoruz.

Yalnızlıkları bir metafora dönüşmüş hikâye kahramanlarının. İçlerinden konuşmasalar ve yazar bu konuşmaları bize aktarmasa bilemeyeceğiz var olduklarını. Tontirik’in Hayaleti öyküsünde geçmişin izlerinden kurtulamayan bir kahramanla yüzleşiyoruz. Yaşadığının kendine ispatı hayalinde beliren bir yüz. Her seferinde bir kuyumcu titizliğiyle arayıp buluyor o yüzü. Karakalem bir porte gibi. Bir bakış ki kelimelerden daha güçlü. Susan bir çocuğun yakarması gizli bu bakışta. İşte bu yakarış var etmiş kahramanı. Hiçbir şeyin önemi yok. O bakış için yaşayabilir kahramanımız. Yaşamış da. İncelmiş bir ruhun derinliklerinde pusuda bekleyen bir yüz yaşamı anlamlı kılmış. Kalbimizden birçok yüz geçiyor geçmesine de içimizden susuyoruz. Derken öykü bitiyor. Derken başka bir öykü başlıyor. Saati kuruyor yazar. Gece yarısına beş kala dirilecek bütün ölüleri. İşte o zaman merak ediyorum yazarın kalbinde hangi yüz belirecek diye…

Bir nehir mutlaka bir yerlerde denize dökülür. Ve denizin içinde tekrar eder kendini. Gâh kaybolur, gâh yeniden bulur yolunu. İşte Serkan Türk’ün kahramanları da bizdeki denizle buluşuyor. Bazen biz bazen onlar tekrar ediyoruz geçmişi ve kendimizi. “Bisikletim merdivenin altında eskiyor” öyküsünde takvimden kopartılmış bir tarih belki de yıllar sonra çıkıyor karşısına kahramanın. Geçmişte kalan yüzler kadar geçmişte kalan günler de içimizden akıyor bir nehir gibi. O günlerde bir ölünün peşinden ağlayan çocuk, geçmişi yâd ederken kararıyor içinden. Yetişkin olduğu için belki ağlayamıyor şimdi. Ama var ettiği görüntü çiviliyor onu baktığı yere. Tekrar edilen acı olunca mıh gibi oluruz kendimize. Her an etimizin bir yerinde duyarız o acıyı. Camın önündeki begonyaları sulayan Sebahat Abla sanki başını okşayacak ve kahramanın acısını unutturacak kadar gerçek. Kim bilebilir geçmişte kalan bir günün hangi kapıları yıllar sonra aralayacağını. Kendine kapanmalı her insan. Kapanmalı ve gizli tarihine göz atmalı. Gördüğü hayaletlerden de korkmamalı. Yazarın hatırlatmak istediği bu mu? Kapatın gözlerinizi ve kayığınızın yönünü değiştirin der gibi.

“Ruhu bir ipten geçirip altındaki sandalyeyi iteleyip sallandırmak geçmişi” diye başlıyor “ Bulut Düşkünü” hikâyesi. Kendini tamamlayamamış bir kadın, mavi elbisesiyle uzanıyor yatağın üzerine. Avucunda uyku ilaçları… Tutunmak istemiş bir başka bedene. Bedeni askıda kalmış. Boşluğuyla karşılaşmış. Daha önce bilmediği bir boşluk. Örselenmiş ruhu. İncinmiş. Bir evin içinde hatıralarla baş başa kalmış. Gidenin bıraktığı boşluğu neyle dolduracağını bilememiş. Bütün lambalarını yakmış evin. Yakmış da kendi karanlıkta kalmış. Nereye sığacağını bilememiş. Ölmek yeniden başlamak için, ölmek unutabilmek için, ölmek sağalmak için, ölmek kendini bulmak için… Ölmek yaşamın altını çizmek için. Ve ölememek. O hatıradan ayrılmamak için ölememek. Son nefesine kadar onu düşlemek için ölememek. Ruhu o görünmez ruha değsin diye ölememek. “gördüler günde bin kez öldüğümü / binde birini hikâye etmişler” demek için ölememek. Kaybolmak ama kaybetmemek için ölememek. Bulutlara yazgılı bir ömür. Bulutlar gibi her an dolu dolu. İçini boşaltmaya hazır yeniden dolmak için. İçindeki kadını mavi elbisesiyle yatağa uzatan kahraman hepimize çok tanıdık geliyor. Bulut düşkünü olduğumuz günleri tersinden okuyoruz. Geçiyoruz köprüleri. “yalnızlığımızın bizi yok gördüğü” günlere varıyoruz.

“Biri var, alır eline bütün varlıkları, / parmakları arasından kum gibi akıtır.” Diyor Rilke Görüntüler Kitabı’ndan da. Serkan Türk, bir tepeden bakmış ve görmüş herkesin göremediğini. İşitmiş rüzgârın sesini. Ruhuna üflenen ağıdı dillendirmiş. Dillendirmezse nasıl var ederdi kendini? “Bütün kuşlar sesine üşüşmüş”, gagalarından düşürerek kelimeleri. Sağ omzundaki meleğe selam olsun. Okuduk ve bildik, anlatılmaz olanı.


Varlık Dergisinde Yayınlanmıştır.2008

Ömer Kaya yazdı: ÇIKIŞI ARAYANLAR İÇİN BİR ROMAN: AUSGANG

Romanın Konusu: Alışılmış düzende olaya yaslanan, kolay özetlenebilir pek çok metin okumuşuzdur. Bu minvalde çoğu metin, toplumsal bir mesel...