28 Nisan 2012 Cumartesi

İçimiz Çölse Biri Geçmiştir-Değerlendirme

Serkan Türk'ün Serander Yayınlarından çıkan ikinci şiir kitabı “İçimiz Çölse Biri Geçmiştir” le okurları kelimelerden kurduğu bir vahaya götürüyor. Kitapta üç bölümde ve 2008-2011 yılları arasında yazıldığı anlaşılan toplam yirmi yedi şiire yer verilmiş. Lirizmin egemen olduğu dizelerde; hüzün geçmişin imbiğinden süzülen bir defne ıtırı gibi belleğe yayılırken, ömre dair yaşanmış ne varsa bazen somuttan soyuta, bazen de soyuttan somuta doğru dalga dalga genişleyen söz dizimi zihinde estetik bir algıyı tetiklemeyi başarıyor. Aynı zamanda öykü yazarı da olan Türk’ün sözcük dağarcığının da oldukça zengin olduğunu söylemek mümkün. Hayatın çemberinden erken yaşlarda geçmiş, her şeyi görmüş geçirmiş bir yetişkinin dili var şairde. Bu özelliğiyle şair, gözün gördüğü ve akla gelebilecek her nesneyi şiire dâhil edip, geniş çağrışımlı bir metafora dönüştürüyor. Türk, bir başka deyişle dilin insan belleğindeki görüntüsünü sadece bir söz sanatı olmaktan çıkarıp, kısa bir sinema filmi izletisini andıran yapıya da kavuşturuyor. Örneğin kitabın ilk şiiri olan “çöl ve kir” deki “hem ağrısısın içimin, hem istediği şenlik” dizesindeki dilde zıt anlamlı, soyut ve somut iki kavram olan “ağrı ve şenlik” dilsel bir biçimlendirmeyle tek bir imgesel bileşimi çağrıştırıyor ki buna “aşkence” bağımlılığındaki bir insanın izdüşümlerinin şiire yansıyan görüntüleri diyebiliriz. “ben iyiye doğru gidiyorum kendi içimde” “kimi rüzgâr fitilini yakar ağrıların/pimi çekilmiş bir bomba/patlayacak şimdi söküklerimden” “eğilmişsen içime yaz’dır/senin avlunda özgürleşsin bu dil” “biz ne anılar yaptık kendimize/kış günleri içimize sindiren/periler yıldız tozu/ayşe’ler melek olmayı diler” “çitiyim şu bahçenin, bir adımı yağmura verdim/yağmur dindirendir bir adım” “bana kendi dilinde sus yaşlı dünya/sana bütün dillerde yanayım” “kocaman bir yara hepsi/yırtık tren biletleri gibi iç cebimde kanar” Akılda kalacak, ahengiyle kolayca ezberlenecek nitelikte dizelere imza atan Serkan Türk’ün hem düzyazı hem de şiir yazması Nerval’in ‘şiirden geçmeyen bir kimsenin iyi bir düzyazar olması mümkün değildir, aynı yazarın her iki ustalığa birden sahip olması ender görülür” sözleriyle açıklanabilir. Fakat bu belki de yazar için bir risk. Ya da şairin asıl kulvarını belirlemeye yardımcı olacak geçiş fazları da olabilir. Nihayetinde okurun şairin şiirlerini benimsemesi, şiirlerinin bestelenmesi ve hem dinlenir, hem de okunur hale gelmesi Serkan Türk’ün gelecekte hangi yazın türünde devam edeceği hususunda kendisine bir ipucu verebilir. Şiir mi? Öykü mü? Ya da yola her ikisiyle birlikte devam etmek mi? Biz; kitabın “kaburgalar ülkesi” başlıklı bölümün girişinde yer alan dizeleri paylaşarak, son sözü yine okurun düş gücüne bırakalım. “yüzüne baktım yıldızları dinledim göğsünün alçalıp yükselmesi bir deniz ikimiz aynı okula gitmişiz çocukken o yüzden benziyoruz birbirimize yolunu uzatıyoruz evlerin” Fatih Yavuz Çiçek

17 Nisan 2012 Salı

Dört mevsim dört bucak yalnızlık-Karin Karakaşlı

Serkan Türk’ün yeni baskısını yapan öykü kitabı Uzak Yaz, lirik ve yoğun anlatımı ile dikkat çekiyor

Dört mevsim dört bucak yalnızlık

Bir kitap yıllar sonra yeni baskısı ile okurların karşısına çıktığında, insan eski bir dostu yeniden bulmuş gibi olur. İlk baskısını 2006’da Kül Sanat’tan yapan ve Serkan Türk’ün de ilk öykü kitabı olan Uzak Yaz, bu kez Dedalus Yayınları’ndan karşımızda. Henüz keşfetmemiş olanlar ve yeniden görüşmek isteyenler için bir fırsat var artık.

Serkan Türk doğduğu ve yaşadığı Trabzon’da yıllardır hem radyo programları hem de editörlüğünü üstlendiği Ada dergisiyle iki ayrı koldan dünyalar kurmuş bir isim. Bağımsız kalıp kimsenin bahşetmediği yaşam alanlarını korumanın ne zor olduğunu hepimiz biliriz. Bu inançlı inat, Türk’ün edebiyatında da var. Serkan Türk, bir de kitap yazmış olmak için değil, o kitaplarla kendi kainatını kurmak, orada önce kendisi soluklanmak için yazıyor.

Uzak Yaz neyi anlatıyor deseniz, öyle bir cümleyle kesinkes ve pat diye söyleyemem. Zaten Uzak Yaz, “konu özeti” kavramının iflas ettiği, insanı edebiyattan soğutan derslerin müfredat programı dışında kalan bir noktadan sesleniyor. Burası hayat ve edebiyatın kesiştiği o belirsiz ve büyüleyici ufuk çizgisi. Çağrışımlarla hareket eden bütün bu öyküler, yazarın meramı dışında okurun kendi öykülerine de açık. Ne de olsa hepimiz denizde sektirilen o taşın ortaya çıkardığı halkalar misali, birbirimizden yeni öyküler çıkarırız.




Değirmenin ve ağacın sesi

Serkan Türk’ün öykü dünyasında insanlar kadar mekânlara da yer var ve bu mekânlar, arka plan görüntüsü olmaktan çok, bir hayat damarı olarak yer alıyor. Kaç kuşağı eskitmiş, emektar bir yel değirmeni bütün bir hayat döngüsünü paylaşabiliyor, örneğin ve onca yıkımdan geriye en çok yakınındaki genç vişne ağacının kökünden sökülüşünde hissettiği sızı kalıyor. Derken başka ağaçlarla tanışıyoruz, incir, elma, mandalina… Herbiri başka bir gerçeklikten sesleniyor da en çok incirin sesi kalıyor bizde: “Çabucak kuruyan bir ağaçtan gelir neslim. İçten içe kuruyan/ susan bir ağaçtan. İncirim. Kör olası bir incir. Dayanıklı incir. Hem ağacım, hem değil. Dinlensem bir ağacın gölgesinde.”

Dar sokaklardan, serin avlulardan, kuytu bahçelerden geçeriz. Ve o ses, koku, doku mutlaka bizimle kalır. Bunca ayrıntıya özen gösterilince, sinematografik yönü ağır basan bir öykü dünyası çıkıyor karşımıza elbet ve biz bir sahnenin tam içine düşüyoruz. Bu sahnede zaman ve mekân alışılageldik anlamlarından sıyrılıyor. Geniş zamanlardan ve belirsiz mekânlardan yazıyor Serkan Türk. Hakikatin peşindeyken, ölçülebilir olana takılmadan ruh uzamından hareket ediyor. Bu boyut aynı zamanda hatırlayışın ve unutuşun coğrafyası. Tam da kendisinin bir söyleşide dediği gibi: “Yer yer hatırladıklarımızı unutmaya çabaladıklarımız ile değiş tokuş ettiğimizin kanısındayım. O arada bir yerde Uzak Yaz duruyor.”

Öykü karamanları birbirilerine selam ederek ilerlerken, kitap da bir bütünlüğe kavuşuyor, daha da büyük, derin bir girdap duygusu yaratıyor. Hesaplaşılmamış ne varsa, bellek bir otobüsün, trenin camlarından akan görüntülerden kendi çağrışımlarını seçerek, filmi çekmeye başlıyor. Onca bastırılmışlığa inat nice pişmanlık ve özlem yeniden diriliyor.

Kaçınılamayan gerçeklerden biri de ölüm. Işıl ışıl toplanıp da kavanoza konduğunda umuda yakın duran ateşböcekleri, ertesi gün nereye bırakılacakları düşünülen bir ölüye dönüşüyor. Bir çocuğun gözünden ölümün soğukluğunu görüyoruz. Derken karısını kaybetmiş, yaşlı bir adamın ölümle hasbıhaline tanık oluyoruz. Başımıza gelmeden dert etmediğimiz ne varsa, karşımızda. O yaşlı adam oluveriyor, beden pörsür, ruh dirilirken yaşanan tezatın yakıcılığında bir an birlikte kavruluyoruz. Ölüm kimi zaman, karşı dairenin bir anda boşalmış olduğu gerçeğiyle çıkıyor karşımıza. O âna kadar önemsenmemiş bir koordinat kayıverince, hayatımızın nasıl sarsıldığına şaşıyoruz.

“Öldüğümde ağlamadım” başlıklı öyküde ise basbayağı bir ölü konuşuyor bize. Sevdiği adam tarafından suya itilip boğulmuş bu genç kadının sesi, o kirli suları tenimizde hissettirirken, güvenle sarıldığın anda ihanete uğramanın hoyratlığı ile üşütüyor. “Öldüğümde ağlamadım. Bir kuru ayaz çıkmış sanıyorsunuz. Üşüyorsunuz yalnızca. Beyninin içerisine binlerce ses üşüşüyor ve tek tek ayırıyor, hepsini atıyorsun. Ölü olduğunu anlıyorsun” diyor kadın ve hâlâ aklına, yüreğine takılan bir ayrıntıyla acıtıyor içimizi: “Beni itmeden önce kulağıma söylediğin şarkıyı hatırlamaya çalışıyorum.”

Hayatın en acı gerçeklerine dokunsa da Serkan Türk’ün öyküleri asla umutsuz değil. Bilâkis, hüznü ve acıyı, umudu yeniden yeşertmenin biricik yolu olarak kutsar gibiler. Nitekim kendisi de “Acım benimdir. Atmaya kıyamadığım tüm eşyalar gibi bir çekmecede zaman zaman açılıp kurcalamaktan bir çeşit haz alıyor olmalıyım. Bak diyorum bunun üstesinden gelmişsin, bunu da aşınca iyi hissedeceğin zamanlar gelecek” diyor zaten. Uzak Yaz’ı okuyunca kendi acılarımızı sahiplenmeyi öğreniyoruz. Kim bilir bizim çocukluk bahçemizde neler saklı… Bulmayı göze alıyoruz bu kez.

Karin Karakaşlı
Sabah Kitap 2012 Nisan

2 Nisan 2012 Pazartesi

UZAK YAZ YENİDEN RAFLARDA..

Serkan Türk’ün 6 yıl önce yayınlanan ilk öykü kitabı Uzak Yaz yeniden okurla buluşuyor. Dedalus Kitap etiketi ile yayınlanan kitap yazarın 20’li yaşlarında yazdığı on yedi öyküden oluşuyor.

“Serkan Türk’ün öyküleri, her okuyanın kolayca fark edebileceği gibi, geçmiş zamanın başatlığında örülür. Çocukluk ve fotoğraflar: Geçmişinden siyah beyaz bir fotoğraf gibi bahseder o. Di’li ve rivayet geçmiş zamanlarla anlatır hikâyelerini. Geçmiş zaman öykücülerin çokça tercih ettiği kiplerden biri olsa da Türk’ün dilinde çok daha özel anlamlara gelir: Hatıraların güzelliğiyle yaşamak ve onları kâğıda geçirmek.”







SERKAN TÜRK DERGİ ÇIKARTAN BİR ÖYKÜCÜ OLARAK KENDİNDEN ÖNCEKİ BAĞLAMA EKLEMLENEN BİR İSİMDİR

“Dergicilik tarihimiz açısından gözden kaçırılmaması gereken bir olgu var. O da bugün önemli birkaç derginin başındaki kişilerin aynı zamanda öykücü olmaları. Mustafa Kutlu, Hüseyin Su, Ali Haydar Haksal mesela bugün 1980 sonrası edebiyat dergiciliği sürecine eklemlenmiş ve hatta birkaç ana omurgadan birisini oluşturmuş dergilerin başındalar. Bu bağlamda Ada dergisi ve Serkan Türk ilişkisini de böyle değerlendiriyorum. Öykücü editörlerin dergilerine kattıkları farklı ve zengin bir anlam aralığı var kuşkusuz. Ve ileride Serkan Türk üzerine yeniden konuşurken, yazarken bu husus es geçilemeyecektir. Çünkü dergi çıkarıyor olmanın getirdiği farklı ilişkiler ve farklı bakış zenginlikleri editör öykücünün dilini ve teknik yaklaşımını bir şekilde etkiler.
Bu belirtecin dışında Serkan Türk’ün öyküsü hayatın, yaşarken fark etmediğimiz ayrıntılarını kullanılabilir edebi malzemeye dönüştürmesi ve bunu yaparken bize zengin betimlemeler ile sunması, üzerinde durulması gereken bir yaklaşımdır. Öykü dilinin çok şiirsel olması da önemli. Zaten bir şiir-edebiyat dergisi çıkarıyor olmasının etkilerini burada görüyoruz. Dergiye girecek şiirlerin seçimi için kuşkusuz aynı zamanda şiire ilişkin poetik bilgi ve seçicilik yetisine sahip olma, yani genel anlamda şiir hakkında bir şair kadar donanıma sahip olma durumu O’nun öykü dilini de belirliyordur.
Tabiat ve deniz ile iç içe geçmiş bir mekân buluruz öykülerinde aynı zamanda. Bunda da yine yaşadığı, çocukluğunu geçirdiği mekânın tabiat zenginliği ve deniz ile iç içeliği etkilidir. Ayrıca fark edilecektir ki Serkan Türk geleneksel anlatı tarzına yakın yol almaktadır. Günümüz post-modern anlatı tekniklerine bulaşmadan daha insan merkezli, daha hayatın ortasından ve okuduğumuz zaman bizi hemen içene çeken cazibeye sahip bir dilin izleğini sürüyor. Öykülerindeki gözlem zenginliği okurun düş evrenini çok hızlı kavradığı için anlatılan öykünün zihni tasarımı da o oranda güçlü bir çağrışım sunuyor. Bu gözlem zenginliği Serkan Türk öyküsünün en önemli özelliklerindendir. Ve okur bu sağlam ve güvenilir gözlem dili ile kendisini metnin kollarına koy verir. Çünkü Serkan Türk gerçek hayatın içinde olan ama bizim hiç fark etmediğimiz şeyleri öyküye çevirir. Okuduğumuz zaman ancak bu gerçekliğin ciddi bir öykü malzemesi olabildiğini anlarız.”

SELÇUK KÜPÇÜK

Ömer Kaya yazdı: ÇIKIŞI ARAYANLAR İÇİN BİR ROMAN: AUSGANG

Romanın Konusu: Alışılmış düzende olaya yaslanan, kolay özetlenebilir pek çok metin okumuşuzdur. Bu minvalde çoğu metin, toplumsal bir mesel...