2 Aralık 2019 Pazartesi

Koza Dergisi için yaptığımız söyleşi


Örsan Gürkan: Yazma istencine yazarlar tarafından verilen anlam değişiyor. Yazmak sizin için ne anlama geliyor, yazma eyleminin yaşamınız içindeki anlamı nerede başlayıp nerede bitiyor?
Serkan Türk: Kör bir çocuk tanımıştım. Aynı apartmanda oturuyorduk. O benden sürekli olarak gördüklerimi ona anlatmamı istiyordu. Deniz nasıl bir şey, diye soruyordu. Kuşlar da bizim gibi çeşit çeşit mi, diyordu. Ben çirkin miyim, neden senin dışındaki çocuklar benimle konuşmak istemiyor, ben de senin gibi uzağa düşmeden koşabilir miyim bir gün, diyordu. Her dediğine bir şeyler bulup yanıt veriyordum. Kendi gönlümde de öyle sesler, öyle çatlaklar buluyordum ki tanımlaması güç. O çatlağı, o sesi dışımdakilere göstermek olmadı en azından işaret etmek istiyordum. Sözcükleri buldum başkaları gibi. Onları yan yana getirmeye, bir dünya kurmaya yetecek gücü de zamanla keşfettim. Önümde koşacağım geniş araziler yoktu. Çirkinliği, güzelliği tarif edecek, sesi soluğu başkalarına taşıyacak hikâyeler buldum. Oradaydı, tam içimde, zihnimde. Yalnız iki gözüm, iki kulağım, bir kalbim yoktu. Yazdıklarımın gördüklerimle, duyduklarımla, hissettiklerimle bir bütün olabildiği nokta da başlayıp bitiyor diyebilirim.


Semih Samyürek:  Yazma pratiğinizi anlatır mısınız?
Serkan Türk: Bu zamanla değişen bir hal aldı. Yazmaya başladığım ilk dönemlerde günlük tutuyordum. Her gün en azından bir sayfa bir şeyler yazıyordum. Sonraları haftada birkaç gün, ayda birkaç güne dönüştü. Anlatmak istediğimde, söyleyebilecek bir şeyim olduğuna karar verdiğimde geçtim defterin başına. Yazma pratiğinin en önemli bölümünün okumak olduğunun altını çizmekte yarar var. Çünkü ben her şeyden önce bir okurum. Okuduklarımı düşünmek ve orada kullanılan teknikleri, anlatım biçimlerini, kurguyu kavramaya çalışmak benim için öğretici ve yazma eylemi kadar zevkli bir deneyim.
Örsan Gürkan: Hayal etme eylemi birçok öykünüzün temelini oluşturuyor. Okuyan bir zaman sonra öykülere düşüyor ve okudukları sanki içinde konuşulanlarmış gibi hissedebiliyor. Hayal kurmanın ve kurgulamanın gerçek bir yönü var mı, oluşturulabilir mi?

Serkan Türk: Bir öykümde hayal etmek bütün günümü alıyor, diyordum. Sanırım günlerimi aldı bu eylem hep. Düşündüklerimden korkmadan onlarla karşılaşmaya çabaladım. Zira çoğu hikâye anlatılmak yazılmak için bir yerlerde bekliyor. Beni bulmalarına zemin hazırladım. İşaretlere inandım ve gördüğüm ışığa doğru yürümekten çekinmedim. Bazen yazdığım bir şeye sonradan şahit oldum. Yazmak bunun için belki büyülü bir şey.

Örsan Gürkan: “Bak Önümüzde Yeni Bir Mevsim” kitabınızın ilk öyküsü olan Hitler ve Yoldaki Üç Kişi”yi okurken bir alt metin yakaladım. Üç yolcunun ideolojisi Hitler’in ideolojisine yakın konumlanmaktaydı. Odadaki diğer kişiye baskıcı bir şekilde davranıyorlar, ona eziyet ediyorlardı. Öykü kurgularınızı bu öykü çerçevesi içinde nasıl değerlendirirsiniz?
Serkan Türk: Her hikâyenin okunduğunda fark edilen yanları olduğu kadar tekrar okumalarla belirginleşen yönleri var. Bazen o silik, belirsiz şeyi anlatmak için bütün kurguyu özenle çalıştığım olur. Bu yüzden seçtiğim konuyu nasıl anlatacağımı uzun uzun düşünürüm. Dil olanaklarını, üslubu, olayları ona göre zihnimde oturturum. Bir resim, bir filmden bir parça görüntü gibi ona sahip olabildiğimde yazdığım olur. Kahramanlarımın boyu posunu anlatmasam bile onları bütün olarak tanıdıktan sonra cümle cümle yazmayı tercih ederim. Bazen bunun tersi de olur. Hiç bilmediğim bir sokakta kaybolmuş gibi etrafa bakarken karşılaştığım kahramanlarım da yok değil. O kompartımandaki gergin yüz ifadesini, baskıyı önce ben hissettim. Ondan sonra kahramanımın sıkışmışlığını anlattım.


Örsan Gürkan: “Bak Önümüzde Yeni Bir Mevsim” Kitabınız üzerine yazılanlarda ve size yöneltilen sorularda karakterlere vurgu yapılıyor. Ancak ben öykülerinizdeki karakterlerin hatta olay örgülerinin bir arka plan işlevi görmekte olduğunu düşünüyorum. Bazı öykücülerimiz olay örgüsünü ve karakterleri ile öykülerinin iskeletini çizerken siz buna ihtiyaç duymuyorsunuz. Sizin öykülerinizde psikolojik durum, o an neler düşünüldüğü, neler hissedildiği işleniyor. Ancak asla çerçeve yokmuş algısı oluşmuyor. Bu konu üzerine, öykü bize ne anlatır, nasıl anlatır?
Serkan Türk: Kendi öykü evrenimin mihenk noktası belki de duygular ve hisler. Bütün metni okuyup bitirdiğimizde içimizde oluşan şey kırıklık, yalnızlık hissi, tedirginlik veya sevinç hali şeklinde olabilir.  Bir kitap neyi anlatmalı ya da neyi işaret etmeli diye soruyorsan gövdesinde ruhunda oluşmuş boşluğu diyebilirim. Öykülerde de böyle. Bendeki Ömür İkimize Yetse adlı bir öyküm vardı ilk kitabımda. Dilsiz bir kardeş ve ondan büyük bir ağabeyin dünyasını anlatıyordu. Ağabey kardeşin mutsuzluğunu, umutsuzluğu ve eksikliğini kavrayamadığından kıskançlık kıskacında dönüp duruyordu evin içinde. Sonra kardeş dilini makasla kesmeye yeltenirken bir ağacın arkasında durmuş kendi içinde bu durumu tartıyordu. Her öykü aslında gönlümüzdeki terazinin neyle dolduğuyla ilgili.

Örsan Gürkan: Öykülerinizde tam bir olay ve karakter çevresi çizmediğinizi ortaya atmıştım. Öykü kişisinin neleri düşündüğü, neleri hissettiği üstüne odaklandığınızı söylemiştim. Duygu ve düşünceler öyküyü yazmaya başladığınız anda ortaya çıkanlar mı yoksa önü arkası olan tasarlanmış kalıpları var mı?
Serkan Türk: Elbette iki türlüsü de bir yazar olarak sizi buluyor. Yoğun şekilde düşünülmüş, tasarlanmış bir metin gibi daha önce hiç üstünde durmadığınız- ya da öyle olduğunu sandığınız- bir konu-his gelip kendini yazdırabiliyor. Her iki durumda da ortaya çıkan şeyin yazar olarak sizi şaşırtmasını, istediğiniz biçimde anlatabildiğinizden emin olmanızı gerektiriyor.
Örsan Gürkan: Kendinize ait bir öykü dili oluşturmayı başardığınızı düşünüyorum. Anlatıyla öykü arasını tutan bu üslup sizi farklı kılıyor. Bu anlatım tarzınız nasıl oluştu, üslup seçiminizin nedenleri nelerdir?
Serkan Türk: İnsan dokunur. İz bırakır. Yazar olarak benim yaptığımın da bu olması gerektiğini düşünüyorum. Kendi sesimle, hissettiklerimle belirginleşen bir dil. Bu da zamanla, yaşamın önüme serdikleriyle, yaşattıklarıyla oluştu diyebilirim. Kör bir çocuktan bahsetmiştim başta. Sonraki yıllarda sağır insanlar tanıdım, vurdumduymaz, ketum insanlar da. Zalimi de gördüm, zavallıyı da. Sürünmeyi öğrenmeye çabaladığımda yürümek istediğiyle doluydum. Yürümeye başladığımda da koşmak ve gitmek. Bitmez bir istek silsilesi hayat. Kimin kalbini dinlemeyi istediğiniz, kimin kalbinden geçtiğiniz belirliyor yerinizi.

Örsan Gürkan: Anlatı tarzını benimseyen bir öykücünün yazdıklarında kendi yaşamından izler kaçınılmaz olarak belirir. Benim de öyküleri okurken size ait olabileceğini düşündüğüm bölümler var. Okuduğum başka bir söyleşinizde sorulara “zihin” kavramı ile açıklık getiriyorsunuz. Bu anlatı dilinin bende oluşturduğu bir algı yanılsaması mı yoksa öykülerinizde sizin duygu ve düşünceleriniz zihninizden kâğıda mı dökülüyor? Buna bağlı olarak Öykülerde karakterler mi konuşuyor yoksa sizin sesinizin farklı boyutlarını mı dinliyoruz?

Serkan Türk: Bu çok sık karşılaştığım sorulardan biri. Bir yazar olarak kurguladığınız metnin sahici olarak algılanması, o olay sizin başınızdan mı geçti diye sorulmasını bir yere kadar normal karşıladığımı belirteyim. Bir yerden sonra ise sinir bozucu olabiliyor. Benim başımdan geçti desem daha mı ilginç bulunacak öykü? Hayır, benimle hiç ilgisi yok mu desem daha mı çarpıcı bulunacak metin? Yazarın düş gücüne, anlatımına, hikâyenin büyüsüne kapılmak yerine yanlış yerlerde oyalandığımızı düşünüyorum. Elbette benim süzgecimden geçiyor metin. Binlerce defa hissettiğim farklı duygulardan damıttıklarımdan sızıyor. Sonra başkaca şekillerde gün yüzü görüyor o deneyimler.



Esra Sağlık:  “sürün gövdem sürün
aşk bir geçiştir alemlerden alemlere
saçlara düşense beyaz bir leke”

“bir deri bir kedi kaldım dünyada
karanlığı kurutan kimsesiz ay” 

dizelerinizden yola çıkarak sormak istiyorum. Yalnızlık, aşk acısı, yenilgiler olmasaydı şiir olur muydu? En büyük yenilgilerinizin yengisi şiir mi oldu sizin için?

Serkan Türk: Şiir bir devinim ve döngü meselesi. Yaşamın getirdikleri ve götürdüklerine karşı sergilediğiniz bir duruş. Üç şiir kitabımda da birbirinden farklı imgeler aracılığıyla ortaya koymaya çalıştığım bir mesele. Son kitabımdan örnekleyecek olursak şöyle bir dert bu:

sakallarımın altına sakladım gençliğimi
hangi gökyüzü bakıyor geçmiş diye yüzüme
insanın bulup yitirdiği kendisi
yaşam dediğimiz biraz incinmişliktir belki’

tahtası değil çivisi çıkan dünyan çürüdü
bebeler beşikte, gençliğin mezarda
kalbindeki sevinçleriyle halkın çürüdü
bir zulüm kaldı ayakta kökü soluğu uzun’

sanki insan kökünden sökülmüş yeşil ot
kara lekeler gibi kuruyoruz gri gökyüzünün altında
karıncaların, böceklerin adımladığı bir evrende
bu yalnızlıklar, savaşlar hepimize fazla’





Esra Sağlık: Uzun Ruhlu Bir Cüce’de etkileyici aşk şiirleri göze çarpıyor. Şiirler aşka dair birçok cepheden beslenebildiği gibi cinsellikle de beslenebilir. Serkan Türk şiirlerinde cinselliği ıskalıyor diyebilir miyiz?


Serkan Türk: Hayır, diyemeyiz. Bütün toplumun aynı dili kullanıp başkaca şeyler anladığını düşünecek olursak, bir kitabı da okuyanlar arasında da başkaca fikirler, tespitlerin olmasını normal karşılamalı. Aşağıda yine dört şiirden bölümlerle hissettirmeye çalışayım yapmaya çalıştığımı.

gün uzak bir dağ gibi dikiliyor aramızda
gölgeni de seviyorum gölgemle bir olunca’

ellerin vardı kimsesiz
bazı gecelerde aradığım
öyle soğuk ve yalnız ellerin
kaburgamda bir kemik olsaydılar derdim
yaşama sevincime dönüşen tenin’

ben kendimle nereye taşınsam
orası gecenin köründe sana gelir
geçmiyordum, geçemiyordum senden,
kararlı bir gül gibi batmıştım dikenlerine
sanki kocaman kulağıydım evrenin’

‘aşk gelsin yersiz yurtsuz etsin bizi
demiştim körün gözündeki ışık kalbinden gelir
bal dudağın, kırçıl sakalım hayatın dersin
aradığımız cennet yüzünde, bilen bulur
insan insana, bütün denizler birbirine dökülür’





Esra Sağlık: Son zamanlarda sosyal medyanın da yaygınlaşmasıyla dilimizde bir yozlaşma göze çarpıyor. Birçok televizyon programı bu olumsuz tutumu adeta destekliyor. Siz edebiyatçı kimliğinizin yanı sıra radyocu kimliğinizde bu konuda bir sorumluluk hissediyor musunuz?

Serkan Türk: Türkçenin imkânlarıyla yazan ve konuşan bir birey olarak olabildiğince düzgün bir dille derdimi karşı tarafa aktarmaya özen gösteriyorum. Yazdıklarımın gölgesinde kılçıksız, duru bir dili ve Türkçeyi tercih ediyorum.

Esra Sağlık: Hem radyocu hem edebiyatçı olmak yapıtlarınızı besliyor mu yoksa bu durumun çelişkilerini de yaşıyor musunuz?

Serkan Türk: İkisinin de dilden beslendiğini düşünürsek sadece besleyici bir yanı olduğunu fark ederiz. Küçük bir stüdyodan sesinizin nereye gittiğini bilmeden konuştuklarınızla dergilerde ve kitaplarda yazdıklarınızın benzer şekilde insanlara sözünüzü ulaştırma hedefini yerine getirme çabası olduğunu…


Semih Samyürek: Uyurgezer Bir Gölge’de, dikkatimi çeken öykülerden biri Lunapark oldu. Güvencesiz işçiliğin ve gelir adaletsizliğinin yarattığı bir durumu ele almışsınız. Öyküdeki hikayenin Şanlıurfa’da gerçekten yaşanmış olduğunu da biliyoruz. Ancak öyküde, söz konusu toplumsal durumlara karşı son derece içe kapanık, bireysel hatta saçma (absürt) tepkiler veren ve gelir durumu iyi olan bir başkarakter görüyoruz. Böyle bir toplumsal soruna karşı öykü karakterlerinden daha farklı tepkiler bekleriz. Ancak sizin seçiminiz çok farklı. Bu farklılığı kurgulamanızın sebebi nedir?  Okuyucularınızın bu farklı seçime nasıl yaklaşması gerekir?
Serkan Türk: Lunapark adlı öyküde geçmişinde benzer bir yoksulluktan gelmiş ama geldiği yeri unutmuş bir adamın sancıları üstünden biraz absürt biraz masalsı bir yöntemle ele aldım meseleyi. Evsizliğini ve çaresizliğini masallarla aşmaya çalışan bir baba, yalnızlığını yatağında bulduğu pire ile azaltmaya çalışan masal kahramanı kral, dolabın içine saklandığında her şeyin uzağında kalacağını düşünen zengin bir adam ve onu anlamaktan uzak bir sevgili... Değer yargıları kişisel bilinçle şekillenir. Her okuyucunun başkaca bir yerinden tutmayı tercih edeceği gelir dağılımı, adalet, ahlak kavramları bu öykünün temel izleği. Lunapark şenlikli ve pırıltılı hayatımızın öyle olmadığının göstergesi bir bakıma.
Semih Samyürek: Kitaba da adını vermiş olan Uyurgezer Bir Gölge adlı öyküde, kendiyle ve hayatla kavga eden, aidiyet duygusu olmayan, varoluş sancısı çeken ve manik depresif olan Sylvia Plath’in yaşamını görüyoruz. Size Sylvia’yı yazdıran itici güç neydi? Sylvia’nın öyküsünü yazmayı neden istediniz?
Serkan Türk: Aslına bakarsanız intihar eden insanlar konusu uzun yıllardır düşündüğüm meselelerden biri. İnsanın yaşama inancını yitirmesi, onu sürdürecek nedenler bulamaması veya başkaca unsurlarla vazgeçmek istediği, geride kalan için nelere yol açmıyor ki.
Neslihan Önderoğlu bir gün bu konuyla ilgili bir dosya hazırladığını ve benim bu çalışmada olmamın güzel olacağını söyledi. Bir yazar düşünmemi rica etti benden. Bu isim bir şekilde yazdıklarıyla bende karşılığı olan biri olmalıydı. Birkaç günlük süre sonunda karar verdim. Sylvia Plath’ın yaşamı ve geride bıraktıkları edebiyat meraklıları gibi beni de düşündürüyordu. Öyküyü ortaya çıkarmam dört ayımı aldı. Yazarın son yirmi dört saatini onun ağzından kaleme aldım. Bütün yapıtlarını yeniden okuyarak, üzerine düşünerek ve içselleştirerek ortaya çıkardım metni.

‘Frieda ve Nick zar zor uyudu. Artık ölebilirsin Sylvia, diyor içimdeki ses. Onlar için hiçbir şey yapamıyorum. Geçen gün banyoda dakikalarca kaldık. Nick’i yıkayamadım.  Jillian geldiğinde yüzüme üzülerek baktı. Çocuğu kucaklayıp kuruladı. Bazen benim için iyi bir şeyler yapmak istediğini hissederken bazen bana dayanamadığını düşünüyor ve sıkılıyorum. Yine de bugünlere dayanabilmemi sağlayan eşsiz bir dost. Pazar yemeği için güzel şeyler hazırladı. Rosto, peynir, tatlı ve beyaz şarap. Jillian neşeli şeyler anlattı yemek boyunca. Dans edip etmediğimi hatırlamıyorum. Müzik dinleyip dinlemediğimizi de. Her zaman içki biraz gevşememi sağlar ve bulduğum ilk yere uzanırım. Yine öyle oldu. Birkaç saat uyuduk. Uyandıktan bir süre sonra Gerry beni ve çocukları eve bıraktı. Bir yandan istersen dönelim, dedi. Yollardaki kar biraz erimişti. Sinirden ağladım. Bozulan arabaya, yaşama, kalbimin eskisi gibi böbürlenecek şeyler bulamamasına. Israrcı olmayıp eve döndü. Çamaşırları katlamam gerektiğini söyledim ağlarken bir yandan.’

 Semih Samyürek: Yeni kitap hazırlıklarınız, projeleriniz var mı?
Serkan Türk: Sevgili Semih, üzerinde çalıştığım üç farklı kitap projesi var. Bunlardan ilki dünya sinemasıyla ilgili… 2014 yılında Türk Sinemasının 100. yılına denk gelen dönemde Yüzyıllık Perde adlı bir çalışma derlemiştim. Bu kitabın devamı niteliğinde hazırladığım Dünya Sinemasından örnek filmlerle yazarların kişisel hikâyelerinin ortak birer metinde buluştuğu bir proje. Yakın bir dönemde bitmiş olacak. Umuyorum 2019 yılı içinde okuyabileceksiniz.  Diğerleri de sürpriz olsun.


İlk yayın: Koza Düşünce Dergisi 2018

Ömer Kaya yazdı: ÇIKIŞI ARAYANLAR İÇİN BİR ROMAN: AUSGANG

Romanın Konusu: Alışılmış düzende olaya yaslanan, kolay özetlenebilir pek çok metin okumuşuzdur. Bu minvalde çoğu metin, toplumsal bir mesel...