25 Aralık 2010 Cumartesi

O Şarkı

Geçen sene bugün yeni montunu denedin, gülümsedin. Her şeyin iyi olacağını düşündün. Gelecek seni umutlandırıyordu. Bir şeyler daha yaşadın, yıprandın. Eskidiğini düşündün bir eşya gibi. Sokağa çıkmaya üşendin, hava yağmurluydu. Birkaç tahta parçasını, kırdığın kasaları sobanın önüne yığdın. “Çayı ocağa koyuyorum” dedin orta yere. Masadaki kâğıda baktın. “Esin” dedin bana dönerek, “esin gerek bizlere.”

O zaman da güzel şeyler diledim içimden. Güzel şeyleri içimden dilemeyi öğrenmiştim küçükken. Yağmur yağmaya devam ediyordu. Soba tütmüştü. Tutuşturmayı bildiğim bir şeymiş gibi kapağını açtım sobanın. Gözüm çıkan dumandan yaşardı. Montuna dokundun sevdiğin bir şeye dokunur gibi. Gözümü sildim kazağımın koluyla. Birkaç tahtayı attım sobanın içine. Duman çıksın diye sonra pencereyi açtım. O güldü bu halime. Kızmadım ben.

Kâğıdın üzerinde tanıdık bir adamın gözleri belirdi sonra. Hiç sevmediğimi söylemedim onu size. Saçlarını yeni taramış gibiydi, ya da aynaya bakıyor gibi güzelliğine. Duvarlarında iç içe geçmiş başka resimler asılıydı. Kafası karışık bir adamın kara kalem çizimleri olarak düşündüm resimleri. Küllüğü aldım masasından. Sobanın kapağını itip döktüm yeni tutuşmuş odunların üzerine. Televizyonda eski bir yerli film oynuyordu. Aynı şeye yeniden gülüyorduk. Turşucu kadın kocasıyla tartışıyor ve çocuklardan üçünü önüne katarak götürüyordu. Biraz sonra başka bir evin sıcak konforunda olacağını biliyorduk. Endişelenmiyorduk onlar için. Biliyorduk bu bir filmdi ve ayrılıkların sonunda kavuşmalar olurdu. Amcaları yeniden onları görmeye geldiğinde Afrika’daki avdan bahsedecekti.

Sen elinde tepsiyle gözüktün kapıda. Hepimiz kendi halimizdeydik. Televizyona baktın, sonra sırayla odada olanlara. Uygun bir yer bulup oturdun. Sobanın üzerine koyduğun çaydanlık fokurdamaya başlamıştı. Kadın odanın orta yerine sobasını kurmaya çalışıyor, boyu sırık kadar uzamış oğlu bakıyordu. Bir köşede yüzünü gözünü boyamaya çalışan evin kızı, bir yanda önümdeki masada beliren bıyıkları boyanan tanıdık adam. “Esin ancak böyle geliyor bana” dedi televizyondaki yerli filmi kastederek gözleriyle.

O da her zaman ki gibi birine mesaj yazıyordu. Kısa bir kelime, cümleyle beklenen yanıtı gönderiyordu. Ya da önünde çalan telefonunu susturuyordu. Bu haline üzülüyordum. Hayatını kısa zamanda düzeltmesini umuyordum.

Reklamlarla birlikte kanal değiştiriliyordu. Ekranda gözüken kadın şarkıcının duruş problemi olduğundan bahsediyorduk sonra. Ne bulursa önünde eğildiğinden…

“Çayına şeker istiyor musun?” diyordun onlardan birine bakıp. Boş kalan fincanlardan birine uzanıyordum. Yağmur yerini usul usul kara bırakıyordu. Sokak lambasının ışığında düşüyorlardı taneler. Aklımda “her yerde kar var, kalbim senin bu gece” şarkısı geçiyordu. Az sonra çıkıp gitmeyi, buraya ait olmadığımı düşünüyordum. Söylemiyordum bunu sana, diğerlerine. Film devam ediyordu. Kardeşlerden biri diğerini buluyordu bir kavga sonucunda. Biz yitirilmiş bir şeyiz diyordum içimden. Yitireceğin bir şeyi bulmaksa güçtü ömürde. Gözümde, gönlümde başka göçler yaşanıyordu o saniye.

“Ekmek yok mu?” dedin orta yere. Çayına banıp ekmek yediğini düşündüm büyük babamın, beş yaşındaki halimle burnunu çekiştirdiğimi. Radyoda Kamuran Akkor’un bir şarkısına eşlik ettiğimizi…

“Üşenmezsen gidip al” diyor sana, bir yandan çizdiği adam iyice canlı bir şeye dönüşüyor kâğıt üzerinde. Sokağa çıkmaya üşeniyorsun sen de benim gibi. Kardeşler bir araya gelmiş filmde anne babalarını bir araya getirmeye çalışıyorlar parkın birinde. O da bana sırtını dönüyor yaşlı kadın gibi. Sobaya bir tahta daha atıyorum.

Filmin sonunu biliyorum. “Çıkıp biraz yürümeli, sonra görüşürüz” diyorum. Şimdi güzel şeyler diliyorum içimden. Hava serin yine. Yağmur sabaha kadar yağmaya devam edecek. Montun eskidi yenisini almak lazım.

Ve içimdeki o şarkıyı söylüyordum.


Serkan Türk

20 Aralık 2010 Pazartesi

Küçük Bir Oda

Yalnızca haziranın sessizliğine karışmış güneşi, ağaçların arasından başını uzatmış kargaları gördüğüm anlarda hayatın olumsuz yönlerini düşünmüyorum. Taşların üzerinde bir görünüp bir kaybolan kertenkeleler, evin önündeki eski leğene dikilmiş çiçeklere konan kelebekleri, önündeki her şeyi gagalayan tavukları gördüğümde de... Yılın uzun günlerinde, yaprak oynamadığı zamanlarda birileri gelip tüm alışılagelmiş düzeni bozacak endişesi içimi kapladığından olacak, huzursuzluk duyarım. Taraçaya atılmış yer minderlerinin üzerine uzanıp, üzüm salkımlarının gölgesinde düşünürüm. Belli bir şeyde yoğunlaştığımı söyleyemem. Bir an diğerine benzemez çünkü. Sabah erkenden tarlalara doğru giden işçileri görürüm. Bazıları, bir kamyonun kasasında uykularını alamadıklarından gözleri kapalı çömelmiş dururlar. Çocukluğumdan beri kendi rızamla erken kalkmayı alışkanlık haline getiremediğimden anlarım yorgunluklarını. Yeterince mutlu olmadıklarından hep yorgun olan bu kadınlı erkekli toplulukların birbirlerine de faydaları dokunmaz. Dünyaya işçi olarak gelmiş karıncalar gibi, bütün ömürlerini bu uğurda harcarlar. Yazın güneşin altında fındık, çay toplarlar. Kışın o birkaç aylık süredeyse evlerinde saçlarını süpürge ettikleri çocukları için hayal kurmaya çalışırlar. Kurdukları hayaller hemen hemen aynıdır: Yaşadıkları topraklardan uzak şehirlerde, daha iyi imkânlarda yaşamak ve ölmektir bütün istekleri. Çocukları için iyi bir gelecek. Kendileri okuyamadıklarından çocuklarını ilk mektebe yollamaya gayret ederlerse de biraz serpilip uzadıklarında önlerine katıp tarlaya götürürler onları. Okul hepsinin usunda bir çocukluk masalı olarak yer eder. Evlenip çevre köylerde ev kurduklarında da içlerinde bir yerde o masalı unutmamak için kendilerine söz verirler. Onlardan biri olmadım. Şanslı olduğumu düşündüğünüzü sezer gibiyim. Hiç sandığınız gibi değil. Kırk küsur senelik ömrümü bu taraçada, şu önümüzdeki bahçede ve aşağıdaki küçük odada geçirdim.

Doğduğum günü anlatan herkes ebemin odadan çıkarken gözyaşlarını tutamadığını söyler. Dünyaya gelişimi mucizeye bağlayanlar da olmuştur. Şekilsiz bir patates gibi çıkıvermişim zarımdan. Bütün o insana benzemeyen yanıma rağmen annemin gayretleriyle yaşama tutunmuşum. Suya at, boğ, diyenler de olmuş anneme. Bu çocuğun kendine bile faydası olamaz, bıraksaydınız ölseydi, diyenler de. Gözyaşları arasında on yaşıma kadar büyütebildi beni annem. Sonra bütün bölgenin kötü kaderiymiş gibi amansız bir hastalığın pençesinde son nefesini verdi. Evin yanındaki tarlaya gömdüler annemi. Bazen odamın penceresinin önünde durur, mezarına bakarım. Konuşamadığımdan, içimden geçiririm söylemek istediklerimi. Babam beni görmez evin içinde. Görmemeyi seçer, demeliyim aslında. Varlığımı bilmezmiş gibi davranmıştır hep. Bir iki kere söz söylemesi gerektiğinde, bu, diye söze başlarken başını çevirip şöyle bir bakmışlığı olmuştur en çok. Benden iki yaş büyük ablam oyuncağı gibi oradan oraya çekiştirmiştir evin içinde beni. Onun dışında dokunanım yok gibidir. Bazen canıma kıymak geçer içimden. Nasıl yapacağımı bilemem. Buradan düşmeye kalksam, daha beter bir durumda kalacağımdan hepten yalnızlığa terk edileceğimi sanırım. Kötü hisleri kovarım içimden. Benden daha kötü durumlarda yaşayan insanların hayatlarını okurum kitaplardan. Bu insana benzemeyen yanıma rağmen, okuma yazmayı öğrenmiş olmama hayret ederler. Sizin de bu yaşamöyküsünü okurken benzer şeyler düşüneceğinizden eminim. Dünya bütün şanssızlıklarıma rağmen karşıma bazı fırsatlar çıkarmadı değil.

Çocukluk yıllarımda, sanıyorum on beş yaşıma bastığım günlerdeydi, köyde bir salgın baş gösterdi. Hemen hemen bütün evlerde, çocuklar ve kadınlar başta olmak üzere, herkes hastalanmaya başladı. Ben ve ablam da bu hastalığın pençesine düştük. Ablamın bağırışları sanıyorum çok uzaktan bile duyuluyordu. Gözlerim terimle kapanıyor, her yerim yanıyordu. Nefes almakta zorluk çekiyordum. Sonunda muhtarın köye getirdiği iki doktor bütün evleri tek tek gezerek herkesi muayene etti ve durumu ciddi olan hastaları da kasabadaki hastaneye sevk etti. Benim ilk evden uzaklaşma şansım bu hastalık pençesinde kıvrandığım günlere denk geliyor. Apar topar bir aracın arkasına taşındığımızı hatırlıyorum. Sonra, altımızdaki koltuğun sallana sallana hareket ettiğini. Uyandığımda bir yatakta yatıyordum. Koluma takılı bir kablonun diğer ucu başucumdaki bir şişeye bağlıydı. Üç dört gün aralıksız uyuduğumu söylediler. Ablam altı günde iyileşip eve gönderildi. Bense orada yaklaşık iki ay kaldım. O güne kadar itilmiş, yok sayılmış, köpek kadar değer görmemiş ben, özel olarak besleniyor ve ilgi görüyordum. ‘Cennet’ diye bir yer varsa, mutlaka bu insanlarla doludur diye geçiriyordum içimden. Her sabah beni kontrol etmeye gelen doktor ona cevap veremememe rağmen sorular soruyor ve benimle konuşmaya çalışıyordu. Onu anlayıp anlamadığımı ise gözbebeklerime bakarak kavrıyordu. Her dediğini duyuyor, söylediklerini anlıyordum. Sonraki günlerde elinde bol resimli bir kitapla koğuşa girdiğini anımsıyorum. Ne olduğu konusunda fikrim bile yoktu. Günlerce süren yakın ilgisiyle harfleri, sayıları tanır oldum. Okumayı ve yazmayı birkaç hafta gibi kısa sürede söktüm. Bedenimin bütün sakatlığına rağmen beynim onun aksine oldukça sağlamdı. Her duyduğum sesi, sözü aklımda tutabiliyordum.

Tekerlekli sandalyeyle hastanenin bahçesinde dolaştığım o günü unutamıyorum. Elimle arabanın tekerleklerini döndürüyor ve istediğim yere birinin yardımı olmaksızın gidebiliyordum. (Ablamın beni gün doğduktan kısa bir süre sonra kucağına alıp taraçaya, minderlerin üstüne bıraktığı anları düşündükçe gözlerim doluyor, yaşadığım şeyin bir mucize olduğuna gittikçe daha çok inanıyordum. Köyün çocuklarının çığlıklar arasında oyunlar oynadığı o günlerde yalnızca zihnimin bana gösterdiği görüntüler eşliğinde yaşayabiliyordum. Gökyüzünün başımın üzerinde uçsuz bucaksız bir kapıyla aralandığını… Ama şimdi onlardan biri gibi özgürdüm.) Ağaçların arasında delirmiş gibi, bir ileri bir geri gidiyordum. Çam ağaçlarını, gülleri, ikindi çiçeklerini, hepsinin gölgesini görüyordum. Birbirine sokulmuş insanları… Caddede ilerleyen otomobilleri. Dünya benim küçük odamın dışında bir yerdeydi ve ben onu ilk kez görüyor, o dünyada nefes alabiliyordum. Sonraki zamanlarda doktorumun gönderdiği kitaplarla başka kıtaları, ülkeleri, yüksek dağları, insanları okuyarak keşfedecektim. Ve yazabildiğim sürece hayatımın anlamlı olabileceği gerçeğini.

Evime döndüğümde o patates biçimindeki yaratık değildim artık. Her şeyi daha başka türlü gören birine dönüşmüştüm. Bendeki bu değişimi gören hane halkı ilk günlerde ne yaptığımla ilgilenir gibi davransa da sonraki günlerde normal yaşantılarına devam ettiler. Her zamanki gibi, kamyonlara binip sabahları tarlalarına gittiler. Otlaklara çıkarttıkları inekleri sağdılar. Düğünlerinde hep birlikte oynayıp, ölülerine ağladılar. Acınacak soyları çoğaldıkça hüzün çöktü yüzlerine. Ben her birini içlerinde durarak, uzaklarından bakarak gördüm. Sandığınız kadar şanssız değilim.

O günden sonra dilim, anadilimin bütün kelimelerini söyledi. Uzun seneler boyu susmuş olan içim haykırdı düşlerini, isyanlarını. Evimin taraçasından baktığım uzak tepeler yakınım oldu. Her bir yanında koştum, otların arasından geçtim, ıslık çaldım, türkü söyledim. Ormanları kardeş bildim. Rüzgârı sırdaş. Ovalarda meleyen kuzulara dokundum. Kendimi topraktan söktüm bir patates gibi bir daha. Annemi büyüttüm gençliğiyle. Babamı uzaklara gönderdim; yok saymasın, özlesin beni diye. Ablamın kocasız kaldığı genç yaşında çocuklarını salladım ninniyle. Yalnız köpeklerin hırıltısı oldum. Akşamların yalnızı. Mezarların ağacı. Minnetle andım güzel bakanları. Her şeyi küçük bir odada büyüttüm. Pencere önündeki bir saksı çiçeği gibi yönümü güneşe dönerek açtım bütün kapılarımı zamana. O da duydu beni. İçimdeki çekirdeğin sesini…

Serkan Türk
Hece Öykü Dergisinde yayınlanmıştır.

18 Aralık 2010 Cumartesi

güneşli bayır

sen hep kendi evinde
uzak bir sıcaklıkla içli dışlı durursun

ışıksız kalan
ara sokaklarına düşen yalnız gölgeler
eğilmiş yüzler gibi soğurum

sonra tutup mutsuzluk yok der biri
bunca uzaktan, dağlar mor
akşamlar incinir karanlığından

çıkar gelir musluğun sesi
rüzgârın tekmelemesi pencereyi
kapı gıcırtısına benzer

her şeye karışmış bir ağrı
uzanmış yukarı sırtımızdan
aynalardan dönüp gelen
güneşli bayırını düşünürüm

dünler gibi soğurum
içimde tuttuğum sır
eskiyen bir şeye dönüşür

Serkan Türk

eliz dergisinde yer almıştır.

13 Aralık 2010 Pazartesi

Bütün Susmalarım Tufan

“Bütün Susmaların Tufan”

Günden güne, bunalmış, eli kolu bağlı insanların oluşturduğu bir topluma dönüşüyoruz. Rutin yaşamlarında sorunlarıyla, geçim sıkıntılarıyla, ülkenin aniden değiştirilen gündemlerini kaygıyla izleyen, çeşitli açmazların koynunda mutsuz insan suretleriyle dolu yanımız yöremiz. Globalleşen dünyanın sömürü düzeni, insanların iç dünyalarında ve etik değerlerinde de yitimlere neden olmakta, duyarlılıklarını erozyona uğratmakta. Bu tabloyu izlemek üzüyor ve yoruyor beni… Elime bir fırça alıp Türkiye haritasının üzerine, maviler, turuncular, rengârenk bir gökkuşağı boyamak istiyorum!

Yaşamı güzele dönüştürme çabasında, her geçen gün biraz daha kaybolan insan duyarlığını canlı tutabilme uğraşındaki sanatçılarımızın yarattıkları güzellikler, içimizi kanatan ülke gerçeklerine ne kadar katkıda bulunabiliyor? Ben inanıyorum ve gözlüyorum ki, ülkemin sanatçıları, tüm olumsuzluklara karşın duyarlılıklarını ortaya koyuyorlar, direngen bir umutla güzelliklere açmaya çağırıyorlar yürek gözümüzü…

“sözüm söz, sesim sana iyi olmayı öğretecek!” diyen genç bir şairle birlikte şiir yolculuğumuza çıkıyoruz bu kez. Serkan Türk; “her şeyin güzel olma nedenleri” adlı ilk şiir kitabıyla yaşamı sorgularken, doğanın yaratıcılığıyla beslediği şiirleriyle, insana dair olanı, güzel olanı duyumsatıyor okuyucusuna… 1977 Trabzon doğumlu Serkan Türk’ün “Uzak Yaz” ve bu günlerde Serander Yayınları’ndan ikinci baskısı yayımlanacak olan “Rüzgârlı Camlar” adlı iki öykü kitabı bulunuyor. Ayrıca Radyo Aktif’in yayın koordinatörlüğünü yapıyor.

Serkan Türk,”her şeyin güzel olma nedenleri” adlı kitabında şiirlerini “ kıblesi olmuşsun yüzümün” ve “ zaman benim acı yontucum” adlı iki bölümde toplamış. Her iki bölümde de on dört şiir yer alıyor.

“bütün kederler bir gün gelir eskiye döner” diyor şair, çünkü yaşamı güzelleştiren o kadar çok şey vardır ki, çok uzak değil “geçmiş” olan dün için bile;“ sana açtığım kapılara, baktığım gökyüzüne/ rüzgâr fısıldayacak taş binaların arkasından/ yalnız ağaç eğilecek ardından kırılmış cama/ oysa anı diyecek birileri yaşanmışa/ yaşanmamışına üzülecek birileri de”… Hayata açılan pencerelerden bakarken o kadar çok olumsuzluklarla karşılaşıyoruz ki, insan olarak küçük mutluluklara tutunup ayakta kalmayı başarmak düşüyor bizlere. Unutmalım ki her şeyin güzel olma nedenleri, biraz da yaşamı sorgulamaktan geçiyor; “yazın sırrıysa beklemek, aşk benim/ sesime yakışır, sende büyür/ ne kadar dağ varsa durur orada/ duvarda atlas, kıyımda deniz/ geçerim her kenti ödünç bir sabırla”… Nedir mürekkebi kurumuş bir dalgakıran? Denizin maviliği mi yitmiş yetim gecede, sevgilinin dokunuşlarını anımsayan yalnız parmaklar uzaklıkları çizerken kağıtlara;

“ gittiğin belli değil/ sana uzandım orası çöl/ içim eski bir pazar kadar dağınık”…

Eğrelti otları, meşe palamutları, ıtırlar… Şiirsel sezgiyi ön plana çıkarmaya çalışan şair, doğanın güzellikleriyle şiirin okuyucusunu içine çekme çabasında, kendi evreninin kapılarını aralamaktadır. “kimin sessizliği böyle kırmakta gönlümü/ yoksun gün devirmekte kırkını”… Mavi bir gökyüzü altında, küçük bir ağacı sallayan çocuklar kadar umut dolu oldunuz mu bir yokluğun ardından; “yalnız bırakışın sokağı aklımda/ gözlerime üşüşen sahipsiz bir bulut/ alıp başını gider içime ovduğun gül/ kalır aklımda”… Sevdiklerimizin gölgesi kalmıştır ayrılıklardan geriye ki, içimize eğilen kuyunun suyu ne görür iyileşmeyecek yaralarımızdan başka? “hepsi resim kağıdının üzerine düşmüş bir sarı/ narlar da ayrılıklardan gelir/ dağılan sonbahara kalmış bütün kederler/ öpüşün bir denize açılmakla aynı anlama gelir”…

Babanızı kaybettiniz mi siz bir güz sabahında? Anneniz, kararan bulutlara bakarak bekledi mi yağmurları babanıza sarılacağını sanarak? “ babam bir çiçek şimdi, adsız bir ot/… / babam bir güz ölüsü,/ bu yüzden sevmem kasımı/ dökülen yapraklarını ağaçların”… Su dökülmez her gidenin ardından, toprak dökerek uğurlamıştır şair “önemli bir şeyini”, bu yüzden der ki; “sırtıma alamadığım için acılarını içimde taşıyorum”…

Şair Serkan Türk, iç yolculuklar, geçmişe dönüşler, uzağın ve yakının çağrışımlarıyla besleyerek arıyor, sorguluyor “her şeyin güzel olma nedenleri”ni… Ayrılıklar üşütür içimizi, boşluktur bize kalan gidenlerin ya da yitirdiklerimizin ardından, yıldızları kayar göğümüzün, dağınık bir odada çınlar sesimiz; “ kaç çığlığımı görmezden geldi zaman/ göğsüme dar gelen sözcüklerimi/ fısıltıyla bıraktım gökyüzüne/ bu bulutlar/ yeni bir ülkeden gelmiyor/ biliyorum” ve bildiği bir başka şey; “insanın sesinde yalnız uçurumlar değil/ sarp yamaçlarda birikir”

Şair Serkan Türk, gerçek hayattan beslenen şiiriyle kendi yolunda akan bir ırmak gibi, diline yeni olanaklar kazandırma arayışını sürdürüyor; “ sen hiç kimsenin elleri/ yalnızlığın kiriyle çoğaltırsın gövdemi/ gözünü bilen uzaklardan/ kalbimin içtiği su, gözyaşı/ bütün susmaların ondan tufan”… Ayrılıklara kısa çizgiler kala, içimizdeki gölgesi kısalıyor akşamın, gönlümüzün kumbarasında zamanın fotoğrafları…”yelkenlerimi indiriyorum yalnız senin denizlerinde/ sularında kalbim oyuncak bir gemi dönüyor/ dokunuyor fırtınam içimde/ ah yalnız tanrım, sana da dokunuyor mu/ benim tek başınalığım”…

Günden güne içimizde körelip yok olan “aşk”a sahip çıkma adına, gözümüzü ve yüreğimizi açık tutalım, çünkü her şeyin güzel olma nedenlerinden en önemlisi değil midir aşk?

Değerli şairimiz Arif Damar, şiir konulu bir yazısında diyor ki; “Şiir deniz gibidir. Nasıl denizi kimse anlatamazsa şiir tıpkı öyledir. Şiir bir yelkenlidir. Bir korsan yelkenlisidir. Hayduttur şiir. Şiir aldatmaz, çalıp çırpmaz. Doğruluktur şiir, emektir, alın teridir. Şiir inatçıdır, hırçındır ve hep ama hep yürür gider.”

Sevgili Serkan Türk, şiirin çetin yollarında azimle yürürken, yelkenlin sonsuzluklarda güzelliklere açılsın ve günlerimiz sanatın, müziğin, şiirin uçurtmasında salınsın.

Neriman Calap
Viratrabzon.com sitesinde yer almıştır.

9 Aralık 2010 Perşembe

Çamburnu

bugün yeni bir anı yaptık kendimize
taşlardan tuğlalardan uzakta
ılık bir deniz günü
portakal ağaçlarının altına dökülmüş
yapraklara benzeyerek
dağılmadan onca günden sonra bile
yaktığımız ateşi daha çok üfleyerek
bugün yeni bir anı yaptık kendimize

geçmiş zamanın anılarını bırakıp bir kenara
olmayacak olanları unutarak
bedenlerimizi yalayan suyu katarak denize
kurduk günümüzü bir bahçeye

kara kedi kokuları geçerek
dolandı çevremizi, bir sözcük
başka nasıl anlatılırdı nagiş
dedi yavuz, yassılaşmış otlara basarak

yedimizde yatsı vaktini bilerek
büyüdük çocukluk evlerimizde

dünya bir daha bakarken karanlığına
pazarı soğumuş çaya benzetip
aya doğru döndü yüzünü
gülümsedik ağaçların arasından çamburnu’na

bugün yeni bir anı yaparken kendimize
geçmiş kadar güzel geldi her şey gözümüze



Serkan Türk

23 Kasım 2010 Salı

KUŞLAR, BÖCEKLER VE KARANLIKLAR

Aklımda bir kuyu var. Bir tarlanın orta yerinde seneler evvel kazılmış. Öyle çok derin olmayan bir kuyu. İçine zamanla toprak atılmış. Sonra toprağın içinden çayırlar bitmiş, uzanmışlar göğe doğru. Çocukken o kuyuya inip saklanırdım. Güneşten kaçardım çoğu kere. Oyun arkadaşımdı güneş. Kuyunun serinliğinde, çayırların arasına oturur, sırtımı taş duvara dayardım. Öylece uyumazdım, dinlerdim seslerini kuşların, ağaçların ve her zaman böcekleri... İnsanlar hep birbirleriyle ilgili olumsuz şeyler konuşurlardı. İyilik, güzellik sözcüğü yan yana olduklarında vardı aralarında. Bu yüzden belki içinde insan olmayana ilgi duydum.

Oldum olası böcekleri sevmişimdir. Görünce tiksinmek ne kelime, elimi uzatırdım onlara. Parmaklarımda yürüyen bir örümceği gördüklerinde yüzüme tuhaf tuhaf bakan insanlara gülümserdim. Ağıyla yere doğru sallandırırdım bir süre örümceği. Kuklaymış hissi verirdi bana parmaklarımdan aşağıya doğru sarkmış halde örümcek. Bazen örümceğin yerine konuşur güldürürdüm çevremdekileri. Ispanak yiyen bir örümcek hayal etmelerini sağlardım çocukların. Bu kadar çok ağ örebildiklerine göre mutlaka özel bir yiyecekle besleniyor olmalıydılar. Ağ parmaklarımın arasından kopup düşmezse bir süre sonra sıkılırdım bu oyundan. Çok erken sıkıldığımı, beklemekten usandığımı burada size açıklamakla bir şey kaybetmeyeceğim. Daha tırtılları, uğur böceklerini, peygamber böceğini nasıl sevdiğimi anlatmadım farkındaysanız. Ateş böcekleri bütün yazlarıma ışık tutardı. Karanlıktan korkmaz peşlerinden giderdik arkadaşımla.

Arılara karşı hep özel ilgim olmuştur mesela. Elimdeki kavanozla peşlerinden koşuştururdum. Hangi çiçeklere konacaklarını, nereden bal toplayacaklarını iyi bilirdim. Eskiden bu konuda uzmanlaşabilirim diye düşünürdüm. Kuyunun içinde çayırlara uzanmış yatarken, böceklerden oluşan bir bahçe kurmayı ve bunu tiksinti duyan büyüklere inat çocuklarla paylaşılacak bir zamanın parçası yapmayı hayal ederdim. Arılar diyordum onlara karşı hep özel bir ilgim olmuştur. Kraliçe arıyı, işçileri ve eşek arısını… Erkek arıların yalnız belli bir sıcaklıkta kovandan çıktıklarını öğrenmiştim. Dayımın kovanlarının arasından rahatlıkla geçerdim. Körüğün içinden duman püskürterek arıları sakinleştirip kovanları açardı. Hepsi yorgunluktan bir tarafa yığılmış halde dururlardı sanki. Hep çevresinde olurdum dayımın. O işini bitirip kovanın kapağını kapatıp gittikten sonra bile hep nasıl davrandıklarını anlamaya çalışırdım. Beni sokacaklarından endişe duymazdım.

İlla arıları çiçeklerin üzerindeyken yakalayacak ve kavanozdaki diğer arıların yanına gönderecektim. Bir süre sonra sayıları bence yeterli olduğunda, kırlardan topladığım hoşuma giden ve en çok bal yapabilecekleri çiçekleri toplar aralarına atardım. Hep o vızıldayan sesleri kulaklarımda. Yakından onları görme ve tanıma fırsatı verirdi bu kapatma işlemi. Diğer böceklerin sonları gibi bu arılarda sabah uyandığımda kavanozda uçamayacak kadar yorulmuş, kurumuş çiçeklerin arasında yatıyor olurlardı. Yapacak bir şey yok derdim öyle sabahlarda. Gidip onları en güzel çayırlara dökerdim. Saksının dibine olmaz derdim kardeşime, mutlaka çayırlara dökmeli böcek ölülerini. Zamanla arılardan da vazgeçtim.

Kuyunun dibinde uzanmış yatarken düşünürdüm. Kelebeklerin peşinde koştuğum yaz öğlelerinin sayısı giderek artıyordu. Boyum uzuyor, ellerimin üzerlerindeki sarı tüyler kararıyordu. Bir süre sonra taşlara basarak çıktığım kuyunun ağzına rahatlıkla boyum yetişecekti. Hiçbir böceği yanımda tutmayı başaramıyordum. Kuşlara baktım. Güvercinleri hiç düşünmek istemedim.- İlk ölüsünü elime aldığımda başı yana düşmüştü birinin. -Yalnızca serçeler avucumun içinde sıcacık atan yürekleriyle, belki de korkarak durabilirdi bir süre. Hayır, onları da düşünme dedim kendime. Kuşlar da giderler, onları da boş ver. Çiçekler öyle mi sahi. Suyunu verdiğin sürece, kurumadıkları sürece yanında dururlar. Saksıları dilediğin yere döndürebilir, yerini değiştirebilirsin rahatlıkla. Tenekenin içinde büyüyemem diye itiraz etmezler. Sarılırlar bir avuç toprağa kökleriyle. Nereye gidersen git onları götürebilirsin yanında. Kışın bir oda sıcaklığı, yazın bir pencere önü, balkon pervazı yeterlidir yapraklılarına.

Çiçekleri hep tercih ettim. Böcekleri ve kuşları yok saymadım elbette. Bildim. Yalnız insan kökleriyle var olabilir. Kanatların ve ayakların sayısı öğrenilebilir, kuyunun derinliği zamanla tersine çevrilirmiş. O eski taşlar ve kuruyan otlar yaşanmakta olanı işareti olarak orta yerinde duruyor tarlanın. Sular çekilir, ses değişir ve karanlık çöker anıların üzerine.

8 Kasım 2010 Pazartesi

Babamın Sesi

Babamın çekmecesinden çıkan kasette yıllar öncesine ait bir konuşma kayıtlı. Sesler; görüntüler değişse de yok olmuyorlar tümden. İçimizde bir yere çarpıp dönen anılar, seslerle var oluyor bunca zaman sonra bile. Pencerenin dışında yaşanan güneşli bir yaz gününü hatırlatıyor o ses. Elli metre uzaktaki yaşlı elma ağacı, kuruyan dallarına son kez can istemiş olacak ki yüzlerce elma sarkıyor yaprakların arasından. Toprağa bir fide olarak dikildiği zamanlarda da yeryüzünde insanlar doğuyor ve ölüyordu. Şimdi bir resme bakar gibi bu anı düşündüğüm anda da kim bilir kaç nefes daha kesildi aniden.

Pencereye kadar getiriliyor, yatağından iki kişinin yardımıyla kaldırılan yaşlı adam. Başını uzatıyor geçmişine. Her şey bu kadar tanıdıkken hafızanın dipsiz kuyusundan bildik hiçbir şey çıkmıyor. İlk kez görüyormuş gibi bakıyor ağaçlara, evlere, gökyüzüne, bulutlara, karşıda sıralanmış dağlara. Bir zamanlar o dağları adımladığını bilemeyecek kadar geçmiş kendinden. Dağın sırtından yukarı çıkan ormandaki ağaçları kendi elleriyle dikmiş üstelik. Kalabalık ağaçlar birbirlerine doğru sokulmaya başladığında daha çok gençmiş. Karısı beşinci çocuğunu doğurmak üzeredir o zamanlar. Sonra apansız bir hastalıkla pençeleşecek; gözünün önünde uzandığı yatağında doğrulamadan ölüp gidecektir genç yaşta.

Görmediğim bir olayı görmüş gibi mi anlatıyorum ben? Odasını yüzlerce kere adımlamıştım. Gölgesi kalmış olsa, onu da görecek kadar çok biliyordum her taşını. Her şey silinip gitmişti yaşlı adamın belleği gibi odadan. Elinin değdi her şey yabancıya dönüşmüştü çoktan.

Toprak bir başkasınınmış. Kapısının önünde uzun bir sırığa tutunmuş uzayan fasulyeler de bilmediği kimseler tarafından oraya ekilmiş gibi öyle yabancı gözlerle bakıyor gördüklerine. Kollarından tutan torunlarını tanıyamayan yaşlı adam ilk oğlunun adını mırıldanıyor. “Buralar kimin?” diye soruyor. Aldığı yanıtta kendi adını unuttuğunun farkında değil. Üzerinde haftalardır giydiği mavi soluk bir pijama takımı. Hep nefret ettiğim o iri düğmelerden birkaçı açık. Büyük oğlunun da böyle bir yer sahibi olmasını diliyor. Son kez o pencereden gördüğü bulutlar teni kadar beyaz; gökyüzü, gözleri kadar mavi. Rüzgârın yüzünü yokladığı o birkaç dakika yaşıyor kılıyor yaşlı adamı. Sonra yatağına götürülüyor. Yastığı başının altına yerleştiriliyor. Sırtının teri siliniyor. Yatağın karşısındaki kanepede oturmakta olan komşular güzel şeylerden bahsediyorlar. Gelecek senelerin düğünlerinden. İki torunu üzerine anlatılanları dinliyor. Gülümsüyor bazen tavana bakarak. Orada bir kapı var ve aniden açılacak onu içeri çekeceklermiş gibi korkuyorum. Benim gördüğümü bunları düşündüğümü kimse hissetmiyor. Dışarıdan içeriye dolan kuş sesleri arasında babam küçük bir teybi o anda çıkarıyor kutusundan. İçine önceden yerleştirilmiş kaset kırmızı tuşa bastığı anda dönmeye başlıyor. Dönüyor dünya gibi aynı hızla.

Yaşlı adam hırıltılı sesiyle sorulanlara karşılık vermeye çalışıyor. Yatağının kenarında oturan kadınlardan biri elindeki bezi alnına yerleştiriyor. Şimdi benim gözüme her şey o kadar başka görünüyor. “Kemal nerede?” diye soruyor yanındaki kadına. “Erdoğdu’da,” diyor kadın. “Nalbur dükkânı açtılar Hüseyin’le,” diye devam ediyor.

Gözlerinde bir yokuşu nefes nefese tırmanırken görüyorum yaşlı adamı. Durup soluklandığını… Anasız kalan Kemal’i için yeni bir analık aldığını… Kilerin yanındaki küçük odada yere serilmiş minderlerin üzerinde küçük oğlunun uyuyakaldığını düşündüğünü sonra. Alnında biriken terler gibi gözlerinin de terlediğini görüyorum. Ölüp gittiği o sabahı unutuyorum. Yalnız kendi elleriyle yaptığı pencereden, baktığı o anı tutup çıkarıyorum geçmişten. Kırmızı tuşa basılıp kaydedilmiş sesini dinlediğimi hatırlamıyorum. Çekmecede duruyor diğer öteberi gibi senelerdir. Babamı yitirdiğimde açtığım komodinin çekmesinde öylece duruyor kaset. Üzerine el yazısıyla “Babamın sesi” yazıyor.


Serkan Türk
ada dergisi 11.sayıdan..

10 Ekim 2010 Pazar

cimri bir eğreltiotu-serkan türk

meşe palamutlarını taşlıyor
serin gölgeliklere eğilmiş rüzgâr
beklemeye durmuşum bana bak

ben mi dedim zaman mı fısıldadı geceye
kalbim oyun hamurun, ov
bir ıtır gibi salayım kokumu gövdene
senin ellerin hünerli, tenime gün doğuşu
bütün dehlizlerimi ışık basacak sonra
tanrı cimriyi sevmez cömert ol

başka birine dönüşürken zamanda
bazı yalanlar alır yaşananların tozunu
fotoğraflar hep başkasının olur
insan bir eğreltiotu gibi kururmuş
kurudum, dudaklarımda o mırıltılar

dedin ki: sessizliğinden korkuyorum en çok
bütün ışıklar yanarken
ürkek bir çocuk gibi kendime dönmekten
gidememekten o yolları seninle

sesini duyuyor olsam
içimdeki boşluğu kaldırır atardım

nalınların altında kalıyor yağmur
ıslanan sarı yaprak
yelelerini silkeler
akşam gibi geçerken kapı önlerinden o atlar
yutarmış göğü gözlerin

gördüğüm dallarda
yerine konulamaz bir şeyini yitirmenin adı
seni mi yitirdim
yoksa erken düşmüş bir güzü mü

beklemeye durmuşum bana bak



Serkan Türk
(her şeyin güzel olma nedenleri kitabında yayınlanmıştır.)

22 Eylül 2010 Çarşamba

Melahat Hanım’ın Çığlığı

Melahat Hanım’ın Çığlığı

Serkan Türk

Sıcaklardan şikâyet eden insanların kendilerini parklara, bahçelere ve balkonlara attığı günlere denk geliyor bu olay. Bozcaada göğünde yüzlerce ölü yıldız akıp gidiyor uzaklara.
Apartmanın en alt katında yaşayan yaşlı kadın bir gece yarısı çığlık çığlığa bağırıyordu. Yataktan ter içinde kalktım. Her zaman geç saatlere kadar çalıştığımdan en ufak gürültüyü duyar, ne olup bittiği konusunda kolaylıkla fikir yürütürdüm. Neler duymuyordum ki gece olunca. İki gecedir sabahlara kadar çalışıp üzerine gündüz de yapmam gereken görüşmeler olunca çok az uyumuştum. O akşam da kanepeye uzanmış, elimdeki çeviri kitabına göz atıyordum. Yorgunluktan gözkapaklarımı açık tutamadım. Ne kadar uyudum bilemiyorum. Anlatacağım olay elbette benim uyumamla ilgili değil. Esas konu birinci kattaki Melahat Hanım’ın çığlığı sonrasında apartmanda yaşanması gereken hareketliliğin olmaması…
İnsanlar benim yataktan fırlamama neden olan sesi duymamış olamazlardı. Önce düpedüz apartmanda benden başka kimse yokmuş gibi düşündüm. Kanepeden fırlayıp hole çıktım ama gözlerim hâlâ kapanıyordu. Duvara çarpa çarpa kapının anahtarını çevirdim. Sadece anahtarı üzerinde tutmam yetmezmiş gibi üstüne bir de zincirlemiştim kapıyı. Beşinci katta olmam bir şeyi değiştirmezdi; ne de olsa hırsızlar her istedikleri yere girerlerdi. Alimallah boğazımı kesseler kimsecikler duymazdı burada... Kapıyı açmayı başardım. Apartman otomatiği kapıyı açmamla birlikte pat diye yandı. En üst katta oturuyorum. Hep apartman girişlerinde, boyası badanası dökülmüş yerlerde yaşadım daha önce. İyice romatizma sorunları yaşayınca yemin ettim, bir daha başka bir yere çıkarsam mutlaka üst katlarda olacak diye.

Bizim eski ev sahibi de gençten bir delikanlıydı.
“Kirayı artırmalısın abi,” dedi.
Ben de “Zaten iki yüz veriyorum; burası için çok bile,” dedim. Arkadaşça konuşuyoruz güya.
“İki yüz elli verirsen kal, yoksa çık abi. Havada karada ben burayı üç yüze veririm!” dedi. “Üç senedir burada çok uygun bir rakama oturuyorsun. Kirayı da bazen geciktirdin, bir şey demedim,” dedi.
Ben de “Tamam kardeş, bir haftaya yeni bir yer bulur çıkarım,” dedim.
Biraz bozuldum bu konuşma üzerine. Ev bulmak o kadar kolay değil. Günlerce sokak sokak gezdim. Girmediğim mahalle kalmadı. Boynum tutuldu pencerelere bakmaktan. Yaz günü tek başıma, elimde su şişesi, bilmediğim ne kadar muhit varsa hepsini keşfettim. Ara sokaklarda ne güzel eski konaklar varmış meğer. Bahçelerinde rengârenk çiçekler açmış, balkonlarından sardunyalar sarkıyor; o insanın içini kışkırtan kokularıyla yaşama isteği veriyorlar. Ara ara durup soluklandım. İhtiyarlarla kahvelerde oturdum. Sokaklarda çocukların ayağındaki topu çaldım, peşimde koşuştular. Gençliğimde yaptıklarımı yeniden yaşadım.
Senin neyine be adam top koşturmak? Akşam eve geldim, bir öksürme tuttu sormayın. Ciğerlerim yerinden fırlayacak her öksürmemde. Derken ateşim çıktı. İki gün öylece yataktan kalkamadım.
Bizim Murat geldi akşama yakın. Zile bastı. Kalkamıyorum ki gidip kapıyı açayım. Sesim çıkmıyor.
“Evde olduğunu biliyorum, çıkmamışsın,” dedi kapı önünden.
Sesi her zamanki gibi neşeli geliyor. Yeniden yerimden kalkmaya yeltendimse de yapamadım. O sırada sesi kesildi. Gitmiştir, dedim ben de. Meğer evin arka tarafındaki kapıyı kullanmak için dolaşmış bahçe duvarını. Balkon kapısı iyice eskimiş, ittiği gibi içeriye girdi. Birden odanın orta yerinde dikilince nasıl korktum anlatamam. O da yüzü benzi atmış biçimde birden beni yatakta görünce korkmuş.
“Öldün de burada çürümeye yüz tuttun diye endişelenmeye başlamıştım,” dedi. Bakkalın çırağı, abi sizinki iki gündür evden çıkmadı, demiş. O da içeride olduğumu anlamış. Neyse, beni öyle yatakta küçülmüş görünce sırtladığı gibi yakınlarda bulunan hastaneye götürdü. Röntgendi, filmdi derken bayıldık mı yüz yirmi lirayı? Adamın parası yok ki versin, ama gönlü çok zengin çocuktur. Üstüne bir çanta ilaç yazdı doktor. Eskiden beri sevmem ilaçları. Annemin masasının üzerinde her sabah ve her akşam içmesi gereken ilaçları olurdu. Bildiği halde sorardı, bunu şimdi mi içeceğim, diye. Birbirine benzeyen, renkleri başka, o ilaçları yutarken bir sabah onu ölü bulacağımı düşünürdüm. O ilaçlardan benim içmem gerektiğinde ağzımın içine içene sokardı parmaklarının ucunda tuttuğu ilacı. İçmeyeceğimden korkardı belki de.
Eczaneden çıkıp eve geldik. “Ben şimdi sana bir çorba yaparım, bir şeyciğin kalmaz abicik,” dedi Murat. Bol maydanozlu bir çorba pişirdi mutfakta.
Beşinci günün sonunda nihayet iyileştim.
Biz, beş kuşaktır Bozcaadalıyız. Babam kumarda her şeyini kaybedince kalkıp Çanakkale’ye yerleşmek zorunda kaldık annemlerle. Bunca yıldan sonra ani bir kararla baba memleketine dönmeyi düşündüğümü Murat’a söyledim.
“Olur abi, ben de gelirim seni zaman zaman görmeye,” dedi.
Birkaç gün sonra her şeyi kutulara koyup adaya geldik. Ada kıyıdan başlayarak öyle güzel bir bitki örtüsüyle sarılıydı ki çocukluğumdan beri unuttuğum ne kadar şey varsa hepsini anımsadım kısa bir an. Burada, kendime yeni bir dünya kuracaktım. Gözlerimiz pencerelerde ‘kiralık’ yazısı aramaya başladık. Kısa sürede adanın bir ucundan diğerine kadar yürüdük. Sonunda bu oturduğum evi bulduk. Birinci katta ‘kiralık daire’ yazıyordu. Pencerelerinde perde olduğundan emin olamadık ama çaldık zili. Yaşlıca bir kadın camdan uzattı başını.
“Kimi arıyorsunuz evladım?” dedi.
Murat, “Kiralık daire yazısını görmüştük onun için gelmiştik...” dedi.
“Bekleyin kapıyı açıyorum,” dedi kadıncağız.
O gün tanıştık dünya tatlısı Melahat Hanım’la. Gözleri pek iyi görmezmiş. Çocukluğunda güneşe bakamazmış. Ama inatla şişeleri kırar ve parçalarını tutup camın arkasından bakmaya çalışırmış. Ağaçlar camın arkasından gölgelik yerlerde duruyor gibi görünürmüş anlattığına göre. Murat’la bakıştık. “Böyle olur mu abicik?!” diye sordu. Dirseğine vurdum: “Kadın duyacak!” dedim alçak sesle.
Eve bakmamız için anahtarı bize verdi. En üst katta geniş bir balkonu vardı. İki büyük odası ve güzel bir mutfağı… Şehri tepeden gören bir semtti. Özellikle yaz akşamları buranın nefis olacağı üzerine konuştuk Murat’la. Beş dakika sonra merdivende bizi beklerken bulduk kadını. Kira konusunda onunla anlaşmamız zor olmadı. Yalnızlıktan çok sıkıldığını, çocuklarının yurt dışından üç senede bir yalnızca iki haftalığına geldiğini söyledi. Bu sırada ben, evinin içindeki eşyaları inceliyordum. Sanki daha yeni alınmış hissi veren koltuklarının arasında, büyük saksılardan sarmaşıklar yükseliyor, odayı dört dönüyordu. Dördüncü köşenin sonundaki ucuysa, aşağıya doğru sarkıyor, yeniden saksısına dönecekmiş gibi bir izlenim veriyordu. Çevreyi incelemeyi sürdürürken bizim için hazırladığı, içinde buz parçaları olan oraleti içmiştik. Melahat Hanım yalnızlığını bozacak her şeye açıktı. Oraya taşındıktan sonra, iki günde bir mutlaka kapısını çalıp hatırını sordum. Ben kapısını çalmasam bile o pencereden dışarı bakarken karşılaşırdık, gülümserdi oğlunu görmüş gibi. Apartmanda yaşayanlardan bir de Salim Bey vardı, ara sıra sohbet ettiğim. Öğretmen emeklisi candan birisidir. Bahçedeki çiçeklerle oyalanır çoğu zaman. Sevgiyle kurumuş dalları, yaprakları koparır çiçeklerden.

Öyle kolay sinirlenen biri değilimdir. Yataktan fırladığım gibi alt kata inince biraz panik yapmış olabilirim, kabul. Durduk yere niye bağırıp çağırayım insanlara canım. Melahat Hanım’ın çığlığını iki üç dakika evvel duymuş olmalıydım en çok. Ayakkabılarımı giyemedim o telaşla. Kadıncağızın kapısı açıktı. İçerisi karanlık. Kapıyı elimle hafifçe ittirdim. İçeriden ses gelmiyordu. Tam o sırada apartman otomatiği pat diye söndü. Elim o karanlıkta Melahat Hanım’ın duvarındaki lambayı aradı. Karanlıkta bir köre dönüştüm. Bulup yaktım lambayı. Dedim ya, arada bir gelirdim yanına. Her zaman oturduğu odaya baktım. Birkaç koltuğun üzerinde beyaz çarşaflar vardı. Daha önce bu çarşafları gördüğümü hatırlamıyordum. Yatak odasına baktım hemen sonra. Balkona da baktım, orada da değildi. Yaşlı kadıncağız uçmadı ya? Başına bir iş gelmiş olabileceği hususunda daha çok endişelendim o vakit. Yan dairenin zilini çalmak üzere kapıdan adımımı atmıştım ki iç çamaşırlarıyla Ahmet Bey açtı kapıyı. Ne yapıyorsun bu saatte burada der gibi yüzüme baktı. Bir şeyler de söyledi sonra, ama benim endişem onun söylediklerini bastırıyordu. Yaşlı kadının sesini duyduğumu, yardıma ihtiyacı olabileceğini düşündüğümü filan söyledim.
“Git işine, delirdin mi be adam, gece gece belanı arama!”
“Siz ne bencil adamlarsınız, yan dairenizde kadın kaçırılıyor, kadının sesini ben duyuyorum beşinci kattan. Sizi uykunuzdan uyandırdığımı söyleyip bana deli muamelesi yapıyorsunuz!” dedim.

“… Ahmet Bey bunun üzerine yaşlı kadının iki ay kadar önce öldüğünü, bağırmasının mümkün olmadığını, Bahçecik Mezarlığı’na gömüldüğünü söylediği sırada boğazına sarıldım. Aramızda biraz arbede yaşanmış olacak ki, sonradan fark ettiğimde onun gözünde ve suratının belli noktalarında şişlikler vardı. Benim ise ne halde olduğumu bilmiyordum, ama yüzümde bir yanma hissediyordum. Kavgayı duyan üst kattaki komşular gelip bizi ayırdı. Sonra da kendimi burada buldum Komiser Bey,” dedim.
Komiser, iyi olmadığımı düşünmüş olacak ki karşımdaki koltukta düşünceli oturuyordu. Sanki o değil de koltukta Hulusi Kentmen varmış ve bıyıklarının uçlarını buruyormuş gibi hissettim bir an. Bıyıklarının altında dudakları bir homurtuyla açılıp bir şeyler söyledi.
“Evden bir şey de çalınmadığına göre, şikâyetçi olmazsanız daha iyi olacak,” dedi.
Yan dairedeki Ahmet Bey benim tıkırtılarımı duyunca kapıyı açmış. Hırsız girmiştir daireye, diye düşünmüş. Beni karşısında öyle görünce şaşırmış tabii. Ben hırsızlık olayını duyunca daha çok sinirlenip üzerine yürüdüm. O esnada Murat, karakola gelip olan biteni öğrenmek istemiş. Genç memurlar da pek bir şey söylemeyince Komiser Bey’in odasına ansızın dalmış. Arkasından iki memur… Komiser onu görünce ‘Sen de kimsin be adam!’ der gibi bakındı.
“Özür dilerim Komserim, abicik ilaçlarını almayınca her şeyi unutur. Unutma hastalığı var,” dedi. Belleğimin giderek zayıfladığından, bunun nasıl ortaya çıktığından bahsetti. “Yarın siz, burada olan konuşmaları sorsanız, hatırlamayacak inanın.”
Belleğimin zayıf olması ya da hiçbir şeyi hatırlamayacak olmamla ilgilenmiyordum o anda: “Komiser Bey, ben Melahat Hanım’ın evini soymaya girmedim! Hırsız değilim!” deyip duruyordum.
Apartman sakinleri şikâyetçi olmadılar da oradan çıkıp buraya geldik. Komiser, “Kaç senedir bu adada görev yaparım böyle şey görmedim hayatımda,” diye söylendi durdu arkamızdan.
Olayın olduğu gece, Melahat Hanım’ın kırkı çıkmış. Öldüğünü, onu evde benim bulduğumu, cenazesinde tabutunu mezara taşıyanlardan birinin ben olduğumu, annemin ölümünde bile bu kadar çok ağlamadığımı Murat hatırlattı bana.

19 Eylül 2010 Pazar

Uzaklık Cehennemi-Serkan Türk

Bütün gece rüzgârın sesini duydum. İleride bir yerde, büyük ağaçların arasından eğilip geçiyor ve hemen şurada göreceğiniz taşlığın orada duruyor sanki. Taşlar, yaşlı insanlar gibi her şeyi bilip susuyor. Kırmızı ağaçlar yine görünüyor baharla birlikte aralarında. Uzaktan görsem bile tanırım bu ağaçları yapraklarından. Sonra, buğday başaklarına benzer bir görüntü gözlerimin önünde. Öyle inanılmaz bir yeşil. Serinlik duygusunu hissediyorum o yeşille birlikte. Sağa sola doğru yatıyor başaklar. Arasından yavaşça geçiyorum uzun otların. Gökyüzü aydınlık mı, farkında değilim. Gece mi yoksa? Onu da bilemiyorum. Yalnızca uzun otlara sürtünerek geçiyorum. Orada bir yerlerdesin. Sana doğru mu ilerliyorum? Kaç gün olmuş yüzünü görmeyeli. Elli bir gün, diyor içimdeki o küskün ses. Elli bir. Bunca zaman nasıl seni aramaz. Nasıl görmeden durabilir seni. Mutlaka gizlice neler yaptığını kontrol ediyordur. Hep aynı sokaktan geçiyorsun, aynı lokantada yemek yiyorsun. Otobüs durağının oradaki parkta bir yere sinmiş görüyordur mutlaka seni. Yoksa bunca söz yalan olabilir mi? Yalan işte, hepsini unuttu gördüğün gibi. En son ne zaman göğsüne başını yaslamıştın. İçeride biriken hıçkırıklar aniden çıkıverecek ortaya diye endişelenmiştin içten içe. Gözlerini yummuş ve sadece o an olması gerekeni yaşamıştın. Sessizlik aranızdaki en tanıdık şeydi. Uzunca süre susuyor ve sonra bir türlü tamamlayamadığınız konuya geri dönüyordunuz.

Her şeyiyle onu kabullendiğini söylemenin bir işe yaramadığını öğrenmek mi üzüyor şimdi seni diye soruyorum kendime. Trenin kalkmasına az zaman var. Yan yana oturmuş başka yönlere bakıyoruz. Sözcüklerin anlamını yitirdiği bir zaman daha yaşanıyor. Birazdan o da trene binecek. Asla bir daha her şeyin aynı olmayacağından endişe duyuyor olmakla açıklanabilir mi bu durum? Oysa birlikte biniliyor trene. O evine gidecek. Kararıyor görüntü. Filmin sonuna geldik. Yaşadığımız her ânı bir filmin sahneleri gibi yorumluyorduk. Otlar diyordum ya, işte onların arasından ona doğru gidiyordum. Günlerce, sanki orada denizi ikiye ayırmış Musa gibi ilerliyordum. Her adımımda önümdeki su çekiliyordu. Sen daha uzaktaydın. Sana yaklaşmama çok vardı.
Pencerene baktım. Kapalıydı. Perdeleri sıkıca çekmiştin. İçeri güneş girsin istemiyordun. Bense her gece güneşliği de aralıyorum. Sabah güneş içeri herkesten önce giriyor. Çıplak bacağıma düşüyor ışığı. Bir süre sonra yüzüme vuruyor. Böyle zamanlarda mutlu oluyorum. Uyandığım ve gözlerinle karşılaştığım birkaç sabahı anımsıyorum böyle zamanlarda. Yattığım yerden biliyorum dışarıda güzel bir hava var. Gökyüzü sevdiğim kadar mavi. Bir şeylerin yeniden başlayabileceğini düşünüyorum. Sokakta beni karşında görsen ne düşünürdün sabah sabah? Elli bir gün olduğunu biliyor musun acaba? Hiç bana gelmeyi düşünmüş müydün? Bazı şeylerin yanıtını bilememek değil mi birlikte yaşatan. En büyük düş gücü acabalar. Ansızın hiç ummadığınız bir yerden çıkıveren gölgelerin insana yaşattığı heyecanı başka nasıl açıklayabilir insan.

Penceren, diyorum, kapalıydı. Özellikle o sokaktan geçmedim. Dolmuşa yaşlı bir kadın bindi. “Evladım, beni filanca sokakta bırakır mısın?” dedi. Şoför nedense “Ben o yöne gitmiyorum,” demedi. Saat on biri geçti. Belki iyilik yapacağı tuttu. Arka koltukta oturduğumu unuttu bir an. İtiraz etmedim geç kalacağım filan diye. Bütün gece şehrin ara sokaklarını birlikte gezsek de bir şey demeyecektim. Gitmek istediğim bir yer yoktu sonuçta. Her şeyin sana çıktığı bu şehirden kaçmak mümkün değildi. Kaçmadım. Alıştım bu duyguyla yaşamaya. Yaşlı kadın evinin birkaç bina uzağında indi. Bu gece seninle karşılaşmamı isteyen bir melek olmalı bu kadın dedim kendime.

Hayır, seni göremedim. Işığın sönüktü. Orada inip zilini çalabilir miydim? Otların arasından geçtiğim gecede olduğu gibi bunu yapmamak için kendimi zorladım. “Madem bu kadar çok istiyorsun onu görmeyi, neden yapmıyorsun?” dedi içimdeki ses. Sus, dedim ona. Kapa çeneni! O esnada balkon kapısını açık bırakmışım, rüzgârdan çarptı. Üşenmeme rağmen kalktım kapısını kapadım. Karşı tepelerde her şey yeşermişti. Orada da kırmızı ağaçları görebiliyordum. Balkonumdaki çiçeklerden birkaçı susuzluktan ya da soğuktan kurumuştu. “Günlerdir neye bakıyorsun sen, çiçekleri kurutacak kadar geçmişsin kendinden,” dedi içimdeki ses bana. Ayçiçekleri gibi güneşe yüzümü döndüm. Onun dışında bir şey göremeyecek kadar körüm dedim.
“Geçen bahar hiç böyle değildin,” diye devam edecek oldu ses. Geçen bahar her şeyin başka olması için çok çaba harcadım. Gözümün önünde olmandan inanılmaz bir mutluluk duydum. Yeni bir eve taşınmıştım. Başka sokaklara bakıyordum artık seninle. Kıyı boyunca yürüyorduk. Dağlara bakıyorduk. Torosların yükseklerinde henüz kar erimemişti. Bir şeye bakmanın en güzel haliydi yüzün, hep karşımdaydı.
Kalın bir kitabı okumaya başlamıştım seninle. En heyecanlı sayfalarında olmalıydım hikâyenin. Bir sayfayı bitiriyor, diğer sayfaya geçeceğim an heyecanlanıyordum. Sonra öyle bir an geliyor ki kötülük sızıyordu hikâyeye. Kılıçlarımızı çekmiş, bekliyorduk. Düşman askerleri dağın yamacından koşarak üzerimize doğru geliyordu. Her yönden geliyorlardı. Bize kaçacak yer bırakmıyorlardı. Ağızlarından salyalar akıyordu. Öyle yüksek sesle bağırıyorlardı ki sağır olmamak için biz de onların üzerine üzerine koşuyor ve bağırıyorduk. Sonra demirin sesi… Kılıçların çarpışması. Kim kimi öldürüyordu? Neden yapıyorduk bunu birbirimize? O soğuk demiri en derinine kadar sokuyordum. Acıtıyordum o sevdiğim tenini. Gözlerinde umutsuz bir bakış beliriyordu. Sonra aniden elindeki kılıcı hatırlıyor ve saplıyordun onu bana. Sırtımdan çıkıyordu diğer ucu. Sonraki sahnede hepimiz dört bir yanda uzanmış yatıyoruz. Ölü müyüz? Değiliz sanırım. Gözlerimiz açık. Gökyüzünde siyah bulutların arasından görülen mavilik… Yağmur yağacak ve her şey eskisi gibi olacak diye geçiriyorum içimden. O sırada sen nerede yatıyorsun? Sonsuza kadar orada uyuyacağımı sanıyorum. Beni öldürenler arasında yüzün belirecek. Kaldırıp bir çukura atacaksınız beni. Öyle olmuyor. Sonsuza kadar kendi cehennemimi yaratıyorum. ‘Uzaklık cehennemi’ diyorum adına. Her gün biraz daha yakıyorum kendimi. Anılarsa her geçen gün daha çok belirginleşiyor. Çiviyle yazıyorlar anıları derime. Denizin ortasına kadar ilerleyip orada kalmış bir Musa kadar inançla bakıyordum yaşantımıza. Suların beni yavaş yavaş kapadığından habersiz kanıyordum.

hece öykü 40.sayıda yer almıştır.

Yalnızlığın Göğsü-Serkan Türk

insanlar baksın, tepeyi de şuracığa
kondurmuşlar yalnızlığın göğsüne

benim sırtım kime dönük,
tanrı bilir, o değil mi içime dolduran ağaçları
susayan nehirleri kalbimden geçiren

ben mi bir mağara ağzındayım
yoksa bir mağara mı bakıyor
açmış göğe ağzını kuşları yutuyor

ordaydı gök, çam ağaçları, yoksulluk
canı çıksın terk edenlerin, diyen
söylenen ordaydı taşların arasında
çıplak bir dal gibi salınan boşlukta
tanrı’nın günü varla yok arası

sırtında çağla ağaçlarının bittiği tepe,
gök de ordaydı, başımızın hemen üstünde
o çayırların içinde uzanmışken eski bir ot gibi
yalancı postacılar geçiyordu gözlerimden

insanlar çıksındı insindi tepeyi de şuracığa
kondurmuşlar yalnızlığın göğsüne




Serkan Türk

yeniyazı dergisinde yer almıştır.

Karıncalar-Serkan Türk

bu gece de yalnız uyuyacak
ayaklarımda sallanan rüzgâr
karışacak ayın gölgesi dal sesine
ışığı sönecek o evin
saatin tıkırtısına takacağım
sabahlar zor olacak bazı zamanlarda

battaniyemi çekecek aydınlık üzerimden
göğsüm alçalıp yükselirken
gün girecek içeri
kınından çıkmış güneş

kırarım kanatlarımı uçmam bir daha yalnızlığa
sana geldim ıslak kalabalık orman ağzında
hepsi bir dolu marangoz karınca,
çürümüş dalları çekiyorlar ölü ağaçlara
şeker tozlarından yolları
çocukluğumdan aklımda
acısı da içinde insanın mutluluğu da

sana geldim,
yalnız senin bahçenin çiçekleri kokar bana



Serkan Türk

muaf dergisinde yer almıştır.

15 Eylül 2010 Çarşamba

Geçen Kış-Serkan Türk

Geçen Kış

babamı bahçeye gömdük geçen kış
en güzel yerlere bakıyor şimdi dedim
tepeleri göstererek arkadaşlarına

öyle birden bire uçtu
kuşlarımdı, yolunmuştu göğüm
alçaktı, tavandı ve yalnızlıktı sonra
gökkuşağı yağmurundu
açılmış bir zarftı sözün saflığı: ölüm

iki kiraz da güzelleştirebilirdi
yetinmekti kurtaran bizi yalnızlıktan
çok ağlama diyordum kendime
sen de çok ağlama boşalttığın odalarda

o gün içimi nereye bıraktım
yıkasınlar götürsünler bütün gölgelikleri
her yerde aynı zamansızlık
dökülür perdeler akşamlara

babamı bahçeye gömdük geçen kış
en güzel yerlere bakıyor şimdi dedim
ağlayan soran arkadaşlarına



Serkan Türk

Türk Edebiyatı dergisinin ekim 2009 sayısında yer almıştır.

Sizi Unutmadım-Serkan Türk

Sizi Unutmadım

hayır, hayır sizi unutmadım
mümkün mü siz yokken sizi düşünmemek
açtığınız yerleri kapamakla gün dolduruyorum
kesilmiş bileklerimden sızan kanı
dindiriyorum ağlayan yanlarını gecenin

hayır, hayır sizi unutmadım
mümkün mü siz yokken sizi düşünmemek
kaçtığınız yerleri yokluyorum ellerimle
bir gölgeniz düşmüşse o ağaçların altına
kokunuzu bulup çıkarıyorum

özlüyorum sizi gündüz vakitlerinde
öpüyorum gözlerinizi tuzlu dudaklarımla
fotoğraflarınız hep başka yerlere bakıyor
unutmuyorum sizi bakıyorum geçtiğiniz yollara

yine gelen sonbaharda sözcükleriniz
emanet bulutlar, dağlar
yaban kırlangıçları gidiyor
hayır, hayır sizi unutmuyorum


Serkan Türk
koridor dergisinin bahar sayısında yayımlanmıştır.

Döngü-Serkan Türk

döngü

”vurulduğum anlar oldu; umduğum içindi.
vurduğum anlar oldu; umduğum içindi..
bu doğru değil... korktuğum içindi"
Özdemir Asaf


sessizlik girmiş çalıma çırpıma
kumuma derinime,
yolları geçelim
akşam aksın bütün evlere, damlara
yalnızlıklara taşırım karanlıkları
yoksullukları

ipekten bir gök düşündüm,
buluttu yağıyordu dağlara,
rengi bozarmış ağaçlara

baktım
sabır beni terk etmiş kuşlar
gittin mi orman dağılıyorrrr
kurt susmuş,
böcek ölmüş kelebek

dağılalım
bağırmasın ağları atan balıkçılar
puldur birikmişe ağlar
gözyaşlarını tutalım

nasırı geçmiş zamandan emanet sabah
yaklaşsın limana,
taşırım aydınlıkları yalnızlıkları

adın kaybolmaktır bende
bırak çoğalayımmm


Serkan Türk

Eliz Dergisinde yayımlanmıştır.

10 Eylül 2010 Cuma

YOLLARINA BAKA BAKA

Geçen yıl bugün ne yazıyordu gazeteler? Kaç evin tüten ocağı sönmüş, kaçının penceresinden soğuk giriyordu içeri acaba? Zaman çabuk akıp gittiği kadar siliyor geçtiği yerleri. En çok hafızamıza uğruyor o silici. Birkaç gün önce yüreğimizi bulandırmış, içimize dokunmuş şeyleri siliyor. Sonra daha çok boğazımızda yumru oluşturmuş şeyleri. Yaşıyoruz unutarak, kurtularak. O acı dediğimiz de geçiyor. Gülmekten karnımızı tuttuğumuz zamanlarda birer eski anıya dönüşüyor. Özlediğimizi düşündüğümüz yalnız geceler derin nefeslerle eskiyor. Güneşin yükseldiği ve yitip gittiği o mor dağlar kartpostal manzarasına dönüşüyor.



Kararmış bulutlar aniden bastıracak yağmurun işareti gibi belirecek pencerenin dışında. Hep aynı görüntüymüş sandığımız ama sürekli bir devinimle değişen bizi dönüştüren zaman değişik gölgeleri düşürecek üzerimize. Köprünün üzerinden geçen arabalar, kırmızı ışığa yakalanmış aceleci bir şoför ağzındaki sakızı çiğneyecek sinirle ve söylenecek dikiz aynasından bakarak.



“Birine yakalanınca hepsine yakalanıyorsun.“

Oturduğunuz koltuktan çok uzakta bir yerlerde olup biteni düşünüyorsunuz. Duyduğun cümle bir yerinden yakalıyor sizi. Birine yakalanınca…



Hani geçenlerde bir akşam aynı pastanede oturmuştunuz kalabalık bir grup. Sen içeri girip bir masaya oturdun diğerlerinden önce. Çantanı, anahtarlığını, çakmağını bırakıp, yüzünü yıkamak için kalktın masadan. Döndüğünde oturduğun yerde onu buldun. Arkadaşlarının karşısında hararetli bir şeyler anlatıyordu. Yalnız onun yanı boştu. Oturup oturmamak arası kaldın bir an. Sonra gidip sessizce yanına oturdun. İşaretlere inanırdın eskiden beri. Kaç ay geçmişti birbirinizin yüzüne eskisi gibi bakmayalı? O konuştukça, anlattıkça daha çok yalnız kaldın. Oysa her şey eskiden olduğu gibiydi. İkiniz yan yana. Yüzüğünle oynadın. Sıkıldığını belli etmek için en güzel yöntem buydu. Çok neşeli olmaman oradakilerin dikkatinden kaçmadı elbette ama üzerine gelmenin doğru olmadığını düşünecek olmalılar ki, umursamaz davrandılar. Büyük ekran televizyonda kanalları değiştirdi müşterilerden biri. Sonra bir şarkıyı yarıdan yakaladı ve öylece bıraktı görüntüyü.



“Yollarına baka baka kaldı gözlerim / Sene çattı yüreğimde sözlerin / Söyle söyle sana böyle ne oldu yar / Yalvarıram / Çağırıram gel gel gel aralarda kalırsan / Beni incitme yalvarıram yar beni atma terk etme.”



Yan yana duruyordunuz. Varlığının bir zamanlar en büyük anlamı olan kişi değilmiş gibi gözleri çok uzakta başka bir noktadaydı. Acı verir böyle sessizlikler. Biraz abartarak söylemeli belki derisinin yüzüldüğünü hisseder insan. Derinlerden bir yerden içini kazıyordu bu yabancılık. Başka zaman olsa orada bir dakika durmaz kalkar giderdin. Umursamazdın arkandan ne söyleyeceklerini. Erken gidenlerin arkalarından konuşulan şeyleri duyunca şimdilerde bu tür kalabalık ortamlardan en son kalkmayı tercih eder duruma geldin. İçlerinden birileri kıpırdanmaya başlayınca hep birlikte kalkıp arabalarına binip gittiler. Başka zaman olsa çoktan birlikte aynı araca biner uzaklaşırdınız o insanlardan.



Ben ne söylemiştim diyor şoför, birine yakalanınca hepsine yakalanıyorsun diye devam ediyor konuşmasına. Ağzından sakızını çıkarıp attığını göremeyecek kadar başka bir dünyadasın. Nereye gitseniz sizi bırakmayan bir gölge gibi anılarında takip edeceğini biliyorsunuz.

BEKÂR EVİ

Karşı pencereden başını aniden çeken bir kadın başıyla irkiliyorum. Sokaktaki çocukların oyunlarıyla o kadar ilgiliyken dalıp gitmişim ki içimde, orada ne zaman belirdiğini bilemiyorum. Buranın kadınları hep kendilerine bakıldığını düşünür. Benim dalgın dalgın etrafa bakmamı yanlış anlıyor. Aniden içeri kaçıyor. Gülümsüyorum istem dışı. Sinirimi bugün hiçbir şeyin bozmasına izin vermeyeceğim.



Bekâr evimin kirli pencerelerinden az sonra bastıracak yağmurun işaretçisi kararmış deniz görülüyor. Her yöne sevimsiz şekilde uçuşan martılar. Zaman zaman küçük bir çocuğun çığlığına dönüşen sesleri beni tedirgin etmiyor. Evin arka odalarına saklanarak, her şeyin bir felakete dönüşeceğini bekleyerek günü geçirmek insanı yaşlandırıyor olmalı. Henüz bunların ayrımında değilim sanırım. Önümdeki boşluğa, ilerideki denize bakıyorum. Futbol sahasını boşaltan çocukların yerini martılar alıyor. Belli aralıklarla tekrarlanan aynı görüntü…



Orada perdenin arkasından dünyayı görmeye çalışan kadının yüzleşemediği korkularını düşünüyorum. Bir fotoğrafçı nasıl bakıyorsa önündeki resme, öyle bakıyorum rüzgârda oynaşan perdesine. Balkon kapısı açık, perdenin bir ucu içeri, dışarı… İçeride eskimiş bir kanepede oturuyor. Bazen elindeki örgüyü dizlerinin üzerine koyup hayaller kuruyor gelecekle ilgili. Televizyonda görmekten bıktığı yüzleri görünce kanalı değiştiriyor. Belgesellere bayılıyor böyle anlarda. Su aygırları nehrin kıyısında yavrularıyla yüzüyor. Kocaman ağızları ürkünç gelmiyor nedense. Kocasının yalanlarını geçiriyor aklından.

-İki günlük iş gezisine gitmem gerekiyor hayatım. Toplantı uzun sürecek. Haber vermek için aradım. Beni merak etme, geç döneceğim.



Ben bunları her gün sayısız kere görüyorum ekranda. Artık bana yalan söylemeyi kes. Mutlu edemiyorsam seni ayrılalım. Çocuğumuz olmasını da istemedin zaten. Bu boş odalarda ömrümü tükettim demeyi ne çok istiyor. Yapamıyor. Elinde her eve gelişinde suçlarını örten hediyeler. Bu yaşantısından kolay vazgeçememesinin nedenleri arasında kocasının elinin bolluğunun olması... İnsan çoğu kez kendini kandırıyor. Kırıp dizlerini oturuyor eski kanepesinde.



Markete uzattığı sepetini göreceğim az sonra. İki yumurta ve bir paket vanilya diye seslenecek çırağa. Şişmeyen kekini kocası görmeden çöpe gönderecek. Sokağın başındaki ayvaz pastanesine bir koşu gitmek için yola çıkacak. Diz kapaklarını örtmeyen eteğini çekiştiren bir genç kızın arkasından bakacak kapıdan çıkarken. O eteğin altına düz bir çift rugan ayakkabı. Topuklu ayakkabı giymekten nefret ettiğini geçirecek içinden. Daima önüne baka baka tırmanacak sokağın başındaki merdivenleri kızın arkasından bakarken.

Aradan on dakika geçmeden aynı hızla girecek binaya elindeki paketle kadın.



Bir alışkanlık gibi sayacağım o sırada arabaları. Kırmızıları, beyazları. Plakaları yabancı olanları… Sokağın orta yerinde duran soğancı etrafa bağırıyor. Yan apartmandan sokağa doğru sarkıtılan sepete doğru ilerliyor sonra. Gökyüzünü bir şimşek çizip geçiyor. Futbol sahasının zeminindeki martıları göremiyorum. Bekâr evimin açık penceresi başka ve yalnız dünyalara uzanırken yağmur damlaları birbiri ardına vuruyor pervazlara.

İKİ KISA GECE

Bir fotoğrafımız var seninle. Bir dükkânın önünde oturmuş gülümsemişiz. Yan yana olmak bizi keyiflendirmiş. Sağ kolumu omzuna atmışım ve karşımızdaki iki kişiye bakıyoruz. Arkamız sanki çiçek bahçesi. Fotoğrafı gören suluboya ile yapıldığını sanacak. Renklerin en güzelleri o dakikalarda içimizi boyayıp gitti. Tanrı’nın en kısa iki günüydü. Rüzgâr kuşların göğüslerinde taşıdığı sıcaklık kadar doldurdu içimizdeki boşluğu. İki kuş gibiydik o yolda. Kuşların ömürleri kısa olurdu. Yollarda her şeye rastlanabilirdi. Bir avcıyla karşılaşmaya görsün, kanadından vurulup düşecekti bir ağacın, taşın dibine. Oysa ölüler Tanrı’nın rafında bekliyorlar sonsuz göğü. Kuşlara ne oluyordu ki, göğsümüzde kopan çığlık geceye karışacak, muhtemelen bir uğursuz poyraz susturacaktı o çığlımızı da ondan ürktüler. Bizim de kanatlarımızdaki tüyleri yolacaktı zaman. Bazı sesler yan yana duyulmaz sevgili. Uzun köprülerden geçmek gerekir fırtınalarda.



Bazen bir rüyanın içinde görürsün kendini. Atlara binmiş kırlara doğru uçar gibi gidiyorsundur. Sonra beşinci kattan zemindeki havuza çakılmak üzereyken uyandığın da olur. Her şeyi böylesine güzel gösteren ve aniden değiştiren nedir o anda? Yeleleri rüzgârda savrulup çayırların ilerisindeki ormanda kaybolan atların arkasından bakıyorum. O, ağaçların arasında güneşin dokunduğu yaprakların yeşiline karışmış örümcek ağlarını dağıtıp gidiyor. Senden önce yüzyıllardır devam eden manzara hemen hemen budur. Uğultusunu duyduğun ormanın derinliklerinde kaybolacak birazdan o kuşlar. Kulak kesilip, gözünü dört açtığını sandığın zamanda her şeyin aslında ne kadar tuhaf durduğunu ve geç kalındığını anlayıp geri dönmek isteyeceksin. Az önce geçtiğini sandığın tüm vadiler birer tümseğe dönüşmeye başlayacak önünde. Çiçeklerini eğilip kokladığın, dalları birbirine geçmiş ağaçlar kapayacak yollarını.



Günlerce korunaklı hale getirmek için çaba harcadığın, üzerine titrediğin ne varsa, bir kısa an, hepsini silip götürecek. Kayalar üzerlerindeki kumlardan soyunur, bir elbiseyi çıkarıp kenara atar gibi. Tek rüzgâr, bazen çıplak parıldayan bir kayaya dönüştürür. Kumlarla örtülüyken duymuşsundur o güçlü rüzgârlarla ilgili hikâyeyi. Bir gün üzerinden geçip gitme ihtimalini düşünmez miydin? Bir ağaç kökü ayakucuyla en sert yerlerine doğru dokunur. Milyonlarca kum tanesi sıkı sıkıya birbirine bağlı olduğunu düşündüğün o bir tanesi, an gelir ağaç kökünün gözüyle karşılaşır ve bırakır diğerlerinin ellerini. Dağılıp gider teninin içine doğru o ilk çözülmenin ardından.



Biz insanlar da o sert kayalar gibiydik. Önümüze yığdığımız bentleri aşmasını bilen olursa bırakıyorduk gövdemizi suyuna. Bir fırça darbesiyle yüzünü çizdi ressam. Bakıyordum ama net değildi yüzün. Palmiye ağacının gölgesi vuruyordu üzerimize.-Papulya ağacı demek istiyorum şimdi buna. Nasıl açardı o ağaçlar hatırlıyorum.- Belki o yüzden biraz karanlıkta kaldı yüzlerimiz. Arkada içinde çiçekler olan bir vazo. Belli belirsiz bir cam duruyor orada. Pembe, yeşil ve gri tonları sürmüş sanki ressam camın arkasına. Yorgun muyduk? Önünde oturduk bu manzaranın?-Hayır değildik demek istiyorum senin yerine.- Zaten sen başkasının yerine düşündüğünden o köprünün üzerinde durup uzaklara baktın.- Bulutlar henüz güneşin önünü açamayacak kadar sarhoştu, salındı senin gibi birkaçı. Ellerin nerde? Karanlıkta el yordamıyla arayıp buldum mu onları? Az önce olmalı kopardın dalından bir beyaz gülü. Koklamadan uzattın geceye doğru. Gece yapraklarının arasındaki sakladığı kokuyu gülden aldı.-Kurudu mu o gül, ince bir defterin arasında?- Rengi iyice eskimiş olarak bulacağım onu aylar sonra. Elinin izi olacak üzerinde. Parmaklarımın izleri tedirgin onlara değecek sonra.



Gece bir fısıltıya dönüştürecek konuşmamızı. Yan yana duran kayalar, asırlık ağaçların gölgeleri ve yaz’ın yağmuru geçecek içimizden o kısa iki gecede. Sonrası boşluktur bilirsin.



Bıraktım diğer kum tanelerinin ellerini. Çözüldü çöl’ümün sırrı. Güneşe günlerce sırtını dönmüş bir kertenkele gibi birden ani bir hareketle saklandım bir taşın altına. Oralarda bir yerlerde varlığımdan haberdar olmasını istemediğim gölgeler üşüşüverdiler içime. Ya da sendin gizlenen yarasalar gibi. Orada seni gördüğüm günün ertesi, ışıkla buluşmaktan çekinip iyice içerlerine girdin bir mağaranın ağzından.



Küçük çalılıkları geride bıraktım. Bir rüyadan uyanmıştım. Sanki sırtımda senin sıcaklığını duyumsuyordum. Günler önce gittiğinin bilinciyle yeniden pencereye, sonra balkona koştum. Geceydi, o yüzden sokaklardan gelen sesler başka türlü bir şeyler düşündürüyordu. Orada bir köşede oturuyorsun sanki iki kişi ile. Yok, o düpedüz bir karanlık. Daha önce böyle mi olmuştu? —Pencereden baktığında seni bekliyordum.- yapraklar iyice büyümüş rüzgâra kafa tutuyor. Rüzgârsa altını üstüne getiriyor dalın. İnsanlar da böyle birbirlerini ters düz ediyorlar.



Odanın tavanı zemine yaklaşıyor ve kollarınla itiyorsun duvarları. Benim odam da Tanrı’nın rafı. Odam benim mezarım. Duvarlarımdaki resimlerdeki çizgiler eğri büğrü. Kitaplar boş sayfalara dönüşüyor. —Senin gülün kurudu.- Eskiden de söylemiştim, defterim ölü çiçek mezarlığı. O gül bunun içindi. Önce solacak beyazı, sararacak ve kuruyup incelecek defterin arasında.



İnsan insanın avcısı… Kanıyorum bir taşın dibinde. Ben kanadıkça akıyorum başka tozlara doğru. Her biri başka tarafa dağılan kum tanecikleri iki kısa gece için ömür biçiyorlar bana. Bahçedeki çayırlara doğru bakıyorum, ötesindeki köprüye…

HAYAT VERDİĞİ YERDEN ÖLMEK

Kapının önündeki park etmiş otomobillerin üzerine güneş vuruyor. Hatta bazen o güneşe aldanıyorum ve sırtımı bir kertenkele gibi dönüyorum ışığına. Her gün ağaçlardaki canlanmayı gözlemleyebiliyorum. Birkaç haftaya hepsi çiçeklenecek biliyorum. Evimin yolunun üzerinde bulunan mimoza ağaçlarını gördüğümde anlayacağım yeniden başlıyor güzel şeyler.

Birkaç gün önce iki ayrı kitap Tezer Özlü`den Leyla Erbil`e Mektuplar’ı ve Her Şeyin Sonundayım’ı okudum. Bir insanın en kötü dönemi doğduğu yerlerden uzakta yaşamak olabilir mi? Ülkenden uzaktasın ve onca yabancılığın arasında yalnızsın. Böyle zamanlarda insan soluğu sandığı insanları, özlediklerini düşünür ve onlara kendi içsel dünyasının kapılarını açacak şeyler söyleme ihtiyacı hisseder. İnsanın en yakın bulduklarına karaladıkları arasında öyle cümleler çıkar karşınıza anlarsınız tüm kırılganlıklarını, mutluluklarını.

En üretken olabileceği yaşlarda sağlık sorunları yaşamış, çeşitli bunalımları atlatmayı çabalamış Tezer Özlü’yü öldüğü yıldan bir on sene sonra tanıdım. Geride bıraktığı öykülerini, güncelerini ve mektuplarını okuduğum anlarda hep var olanı, kalanlarını, dünyayı anlamak uğraşısıyla zamanını tükettiğini düşündüm. "Baktığım gördüğüm yaşlılardan, yollardan dükkânlardan zevk alıyorum" diyor kitabın bir yerinde. Her birinde gördüğü bitmek bilmeyen yaşam coşkusunu içinde duyumsamak istiyor. Ama yaşam karşı çıkmak değil mi? diye sormayı da ihmal etmiyor. Olanla yetinmek istemeyip, kendi dünyasını kurmaya çalışmış ömrü boyunca. Yazın diline kattığı yeni bir söylem var mıdır yok mudur bunu anlatmak derdinde değilim. O kendi dünyasından, kabuklarından dışarı çıkmak için sürekli gagalayarak hayatı yaşamayı denedi. Sürekli şoklar gören bedeni yenilmek için hazırdı çoktan. Yenildiğinde daha kırk üç yaşındaydı. Dostlarına yazdığı mektuplarda sürekli birlikte olmaktan, sahip olmaktan, özlemlerinden bahsediyordu. Yarına bırakmak istemediklerinden belki... Gittiği kentlerde aldığı kartpostalların arkasında karaladığı birkaç cümle ile hayatını özetliyordu. Yaşamın yalnızca birlikte olunabilecek insanlarla bir manası olabilirdi onun için.

En son kimden bir kart aldınız? En son yazdığınız kartpostalı kime göndermiştiniz? Mektuplar özel tarihlerimiz, gizli hazinelerimiz. Benimde bir dönem çeşitli dostlara gönderdiğim mektuplar oldu ama bir kitap olmalarını düşünmemiştim doğrusu. Bu kitapları okurken hissettiğim hüznü benim yazdıklarımda da biri görecekse mektuplarım bana kalsın.

Şöyle diyor bir mektubunun sonunda Tezer Özlü. "Aynı senin dediğin gibi, her şey burada, duygularda, sende, ölüler de... Ve yürünecek sokaklar da var. Bütün dünya benim, bunu algılıyorum".

Bu sabah telefon çaldı. Erken saatlerde çalan telefonların, kapı zillerinin içimde hep korkuya yol açtığını söylemeliyim. Çocukluğumda oturduğumuz mahalleden bir komşumuzun ölüm haberini veriyordu ablam. Acılar çeken bir kadındı ölen. Komşu annemde Tezer Özlü gibi aynı sarsıntıları birkaç yıldır yaşıyordu. Göğsündeki hayat kaynaklarından birini söküp almışlardı bedeninden. Hayat verdiği yerden ölmeye başlamıştı komşu annem. Çocukları büyümüş, ana baba olmuştu çoktan ama göğsündeki düzlük büyük bir boşluğa yol açmıştı bedeninde. Penceresinin önündeki sardunya saksılarını eşi suluyordu kaç senedir. Onun balkondan bakarken sokaktaki çocuklara gülümsediğini görüyorum şimdi. Bağırtılar arasında çocuklar yakartop oynuyor. İyice küçülmüş yüzü solup gidiyor. Artık fırtınaları dinlemeyecek geceleyin, yağmuru hissetmeyecek...

Gözlerime dolduracağım yeni bir hayata bakınıyorum şimdi hepsi bu.

SAİT AĞBİ

Hayatınız belli dönemlerinde sizinle olan insanlar vardır. Öğretmenleriniz, doktorunuz, bakkalınız, kapıcınız. Onlarla başka türlü bir bağ kurarsınız.

Hayatınızda varlıklarını, önemlerini çok fark ettiğiniz söylenemez. Ama öyle bir an gelir ki aslında yoklukları içinizi dağlar. Sait Ağbi bizim uzun yıllar kapıcılığımızı yaptı. Aileden biriydi. Ona ekmek ya da gazete aldırmazdık. Merdivenleri temizler, çöpleri boşaltır, günlük apartman işlerini yapardı.


Soğuk kış günlerinde kaloriferi üşenmeden sabahın dördünde yakardı. Daha uyanmadan odamız sıcacık olurdu. Ufak tefek bir adamdı. Onu oturduğumuz apartmana taşınmadan öncede tanıyordum. Babamın işyeri aynı apartmanlardan birinin alt katındaydı. O yüzden ne zaman babama uğrayacak olsam, orada durur selamlaşırdık. Apartmanların önünde bulunan çiçekleri sular, toprağı havalandırırdı. Dökülen ağaç yapraklarını, sigara izmaritlerini süpürürdü kapı önünden. Çatıda bir yer onarılacak Sait ağbi oraya çıkar. Duvarlar boyanacak, yine o elinde fırçasıyla görünür duvarın dibinde.



Apartmana kim taşınacaksa önce onu görür, sonra ev sahibini. Çocuklar onun gözlerinin önünde serpilir büyür. Bahçede oynayacak olsalar hep gözleri üzerlerinde olur. İşlerini bitirdiğinde bile sokaktan pek uzaklaşmazdı. Köseoğlu caddesinde Murat’ın Çay ocağının önünde oturup insanlarla konuşurdu. Konuşurdu diyorum çünkü iki bin dokuzun şubatında onu son gördüğüm günün gecesinde son nefesini verdi.



Ambulans kapının önüne geldiğinde biliyorduk onun götürüleceğini. Biliyorduk ölüyordu. Geciktirilemezdi ölümü. Uzayamazdı daha fazla ömrü. Giderek küçülen gövdesiyle ambulansın içine konuldu. Yüzünde her şeyi bilen gören insanların hali vardı. Acısını duyuyordu. Tenini yontarak onu yaşamdan uzaklaştıranın ne olduğunu görüyordu. Kısa sürede kansere yakalanmış ve ölüme teslim olmuştu.



Birkaç ay öncesinde apartman sakinlerinden birinin yakalandığı kanseri konuşuyorduk. İyileşeceksin diyordu ona. Ameliyatı başarılı geçmiş hayata dönmüştü komşumuz. Sait ağbinin başında büyüyen tümörlerden henüz haberi yoktu. Biraz zayıf düşmüş, güçsüz hissetmişti hepsi bu. Yoksa hala her şeye yetişiyordu. Sonra bir sabah ilaç yazdırmak için doktora gitti. O sabah evden çıkarken başka şekilde görüyordu sokağımızı. Belki Erdoğdu yokuşunu her zaman olduğu gibi yürüyerek inmişti şehre. Zağnos’u, Atapark’ı hemen binaların arkasındaki gri denizi görmüştü inerken.



Hepimiz hayatımızı sürdürüyorduk. Hastalandığını duyduk hepsi bu. Sürekli kontrollere gidiyor ve günden güne eriyordu. İstanbul’a ameliyat için götürüldü. Genç bir adamdı. İyileşir deniyordu. Bazı şeylere geç kalındığını daha sonra öğrendik. Yapılacak şey yalnızca özel ilgi göstermek, moralini güçlendirmek için ona yardım etmekti. Apartman sakinleri onun elden ayaktan kısa sürede düşmesine üzülüyordu. Onu gördüklerinde yüzünün giderek başka bir adamı andırmasından dolayı tedirgin olduklarını seziyordum.


O hasta halinde bile bir işe yaradığını hissetmeye ihtiyacı vardı. Bizim dükkânda önünde oturup insanlara bakıyordu. Yaşadığı son aylar onun ve ailesi için oldukça zorluklarla geçti. O sabah ambulans mahalleye geldiğinde onun bir sona doğru gittiğini biliyorduk. İşimi gücümü bırakıp yolun karşısına geçtim. Sedye o sırada araca konuluyordu. Birden bire yirmi yaş yaşlanmış gibi görünüyordu. Ambulans sokağımızdan ayrıldıktan sonra bir süre daha arkasından baktık. Birkaç mahalleli bir şeyler söyleyip havadaki olumsuz duyguyu dağıtmayı denediyse de bir işe yaramadı. Sustuk biz.



Ve o kış gecesinde öldü. Dışarıda soğuk bir hava vardı. Doğum günümdü ve evde yalnızdım. O akşam bir arada olmayı planladığımız arkadaşlarla yan yana gelemedik. Yeni kapıcımız cenazeyi haber verdi. Gelen haber bütün akşam daha da yalnızlaştırdı beni.



Babamın öldüğü sabah bir yandan ağlıyor bir yandan kendi evinden biri ölmüş gibi gelenlerle ilgileniyordu. Sonra bir başka hatırladığım şeyse mahallenin fırınlarından birinin çatısındaki daire gece yarısı yanmaya başladığında panik halinde zili çalıp beni uyandırmasıydı. Bir yandan yangını anlatırken diğer yandan arabanın hemen yanan binanın kenarında park edilmiş olduğunu ve acilen oradan çekilmesi gerektiğini söylüyordu. Uykulu halimde korkmuş ve ne yapacağımı şaşırmış vaziyette anahtarı eline sıkıştırmıştım. Şimdi nedense bu olayları hatırladığım ve yazıya aktardığım saatlerde Sait ağbinin evinin duvarında büyütülmüş bir fotoğrafının var olduğunu, oradan çok sevdiği bu sokağa bakmaya çalıştığını düşündüm.



Bizim sokağa ruh veren insanlardan biri daha erkenden ayrıldı aramızdan. Geriye dönüp baktığımızda ondan bize kalan birkaç sisli anı...

BİR SELÂM GÖNDER

Hava karardı biraz önce. Ben o sırada gökyüzünde yüzlerce metre yükseklikte elimdeki kitabı okumak için özel bir çaba harcıyordum. Bazı kitaplar şifreli kasalar gibidir. Doğru rakamları ya da sözcükleri yan yana getiremezseniz şifreyi açamazsınız. Buna rağmen yarıladım kitabın sayfalarını. Uçağım havalimanına indiğinde akşamdı. Seksen dakika kadar rötar yapmıştı uçak. Günün battığını İstanbul’da görecektim. Düşündüğüm gibi gelişmedi yolculuk planım. Uçağım da benim gibi bir karanlıktan geçerek indi.



Sonra bir otobüsle en yakın vilayete doğru hareket ettik. Benim dışımda altı sessiz yolcu… -Hakkını yemeyeyim bir yolcu otobüs hareket etmeden hararetle telefonda bir şeyler anlatıyordu.- Bu şehre son iki yıl içinde birkaç kez gelmiştim. Gündüz olduğundan mı nedir şu anda hissettiğim şeyi ne hissetmiş, ne düşünmüştüm. Belki de düpedüz bastırmış, yok saymıştım düşüncelerimi. Onun ölmüş olma ihtimalini görmezden geliyordum. Mutlaka iyiydi, bir yerlerde çocuklarını büyütüyor, birilerine arka çıkıyordu. Birilerinin eşi, çocuğu, arkadaşı olmaya devam ediyordu. Üzerinden bunca zaman geçmişken o deprem gününü, yerle bir olan binaların enkazlarını düşünmek neyin nesi şimdi emin değilim.



Depremden birkaç ay sonra Düzce’den, Sakarya’dan, Kocaeli’nden geçiyorum. Sakarya’da yıkılmış evlerin gölgesinde ve sessizliğinde bir eylül gecesi. Ayakta kalmış bir cami avlusunda yalnız bitli bir köpeğin arkadaşlığı… Bunu da hatırlıyorum. O zamanda yaşadığını bilmek istiyordum. İstasyondan ayrılırken etrafa tanıdık bir şeyler görmek için bakıyordum. Rüzgârın ılık esişi yatıştırıyor tedirginliğimi. Dolaşıyorum bütün gece.

Otobüsüm doğduğun şehre doğru yol alırken bir evin içinde televizyonun kanalları arasında gezinirken düşünüyorum seni. Ana muhalefet partisindeki değişim haberini geçiyorsun. Ve binlerce kurbağa aynı anda nehri terk ediyor diğer haber kanalında. Bir an duraklasan da bu haber sana kötü şeyleri düşündürüyor. Bir başka televizyonu açıyorsun. Eski bir şarkı çalıyor.



“Bu gece son biraz sonra/Bu kapıdan son kez çıkıp yine kendimi/Vuracağım yollara/Kim bilir kaç kere ıslanacak yüzüm/Elimi tut düşman olma/Ne olur parça parça olmasın içimiz…”



Senin Trabzon’daki en son radyo programında bu şarkıyı çaldığını ve uzun bir ayrılık konuşması yaptığını bunca yıl sonra hatırlıyorum. Zeytinlik’te bir cafede oturmuştuk yaz sonu. Özenli bir el yazısıyla yazmıştın söyleyeceklerini. Ne çok üzmüştü seni o konuşma. Gece yarısını geçiyordu o şarkıyı çaldığında.



Hayatımda bir şeyleri bitirmem gerektiğinde kısacık konuşmalar yaparak o anı geçiştirmeyi başaramadım. Bocaladım durdum cümle kurmaya çabalarken.

Ne çok sessizlik, kimsesizlik görmüştün o evde. Ölmek için çok gençtin C.P..

Ölmek üstü çizilmiş bir sözcük gibi anlamsızlaştırıyor her şeyi.

Öldün mü sahi? O kentte miydin o gece?



Sarsıntı, uğultu ve çocukların seslerinin geçtiği o sokaklardaysan eğer, bir selâm gönder. Yaşıyorsan, buradayım de. Çocuklarımı büyütüyorum. Bu sene büyüğü okula başladı

ANNEMİN BAHÇESİ VE EVLİLİK ÜZERİNE

Annemin bahçesi. Elime aldığım incecik bir kitap geçmiş bütün yazları, ısırganları, su dolan misket çukurlarını, karayemiş ağaçlarında sallandığım ikindi saatlerini, her dalın yere doğru eğilip gökyüzüne doğru döndüğü anlarda savurduğum sözcükleri, savuramadıklarımı, sakladıklarımı ve sakınımsız döktüğüm gözyaşlarını hepsini yeniden hatırlattığını söyleyemem. Hatırladıklarım vardı elbette. Ellerimi bir poşete geçirip evin yanındaki ağaçların altında ısırganları kestiğimi… Bir süre sonra poşetin arasından ısırganın iğnelerinin ellerimi yaktığını da… Yazları benzer görüntülerle geçmiş birkaç mutlu zaman geçmişin sandığından çıkarılabilir şimdi. İçine beni çekecek bir kitabı okuyacağımı daha ilk sayfalardan biliyorum.
Bir roman kahramanı, ya da karakteri olarak bir yer arıyorum kendime bu sayfalarda. Giderek daha çok ses zihnimde onlarca sözcükle yer ediyor.

Nedense çok suçlu hissediyorum. Sürekli bir şeyleri erteliyor muyum yoksa diye düşünüyorum. O sırada Duru bir gün önce yarım kalan konuşmasını sürdürerek “merhaba” diyor bilgisayar ekranında. Son günlerde onunla paylaşmadığım ne varsa birbiri ardına sıralıyorum.

Yitirişin Öyküsünü okuyorum aynı anda. Tuhaf biçimde okuduğum metin bulunduğum ortamın dışında bir yere beni çekmeyi başarıyor. Mola vermiş olsam dahi hiçbir sözcüğü unutmuyorum. Telefon çalıyor hikâyede. Eski sevgilisinin öldüğü haberini alacak adamın az sonra önce kapıyı kilitleyerek masasına döneceğini ve ağlayacağını henüz bilmiyorum. İnsan ağlamak için kapıyı neden kilitler diye düşünüyorum. Duru, aynı kitabı kendisine alan ortak arkadaşımızdan bahsediyor. Konuşmanın bir yerinde bu kitabı okuduğumu söylüyorum. “Yeşil bir kitaptı, henüz okumadım, bulup bende okuyayım“diyor. O an kitabın renginin yeşil olduğunu fark ediyorum.

Kendi kişisel geçmişimizi de yeniden yazıyoruz geceyle birlikte.
İnsanlara inandım. Günlerin birbiri ardına geçtiğine… Bir an gelip bütün sözcüklerimi gizlediğimi ve sonra yerlerini unuttuğumu düşünüyorum. Karşınızda sizden birkaç cümle beklediklerinde söyleyeceğiniz hiçbir şeyin kalmadığı zamanlardan söz ediyorum. Susuyoruz aylarca. Sonra şunu hatırlıyorum. Eski bir şubat saçlarımı kestimdi. Akşamdı. Soğuk odalara doğru solgun bir ışık vuruyordu. Sana alınan çiçekler soluyor dolapta. Yine bir cumartesi günü olmalı. Nedense o kış günü kokularını sevdiğim çiçekleri ulaştıramıyorum sana.
“Ne bileyim sen vereceksin sanıyordum çiçekleri” diyor Selçuk.
Ama o saatte burada olamam diye söze başlasam da bir şeyin değişmeyeceğini biliyorum. Dolabın kapağını açıyorum. Mutfak çiçek kokuyor bütün akşam. Mutsuz kokuyor çiçekler, solgunlar.

Bir sürü başka şey giriyor araya. Her sabah kaza haberleri okuyorum. Yeni kurulmuş bir parti lideri ülkenin selameti için ilk seçimde kendine oy verilmesi gerektiğini, terörün kökünü kazıyacaklarını sıralıyor. Trafik düzenlemesi konusunda birkaç şoförün görüşünü paylaşıyoruz daha sonra programda. Şimdi okuduğum bu kitabın içinde bunları bana hatırlatan ne var ki? Zihnimizi nerelere götürüyor her cümle. Kitabın kapağındaki salıncak fotoğrafı benim kitabımdakine benzemiyor. Rıza’nın kitap kapağı belirsiz şeyler anımsatıyor.

Okura burada Rıza Kıraç’tan bahsetmelisin yazar!
Daha önce birkaç kitabını da okumuştum. Komşumun Uzun Kızıl Saçlı Sevgilisi adlı öykü kitabının üzerine sahilde oturup saatlerce düşünmüştüm mesela. Sonra Taksim’de bir öğle sonrası ara bir sokakta karşılaşmış çay içmiştik. Pek sevmiştim sohbetini. Kısa filmlerden, öykülerden, dergicilikten… Bir sürü yapmaya karar verilmiş ve sonra vazgeçilmiş şeylerden de…
Çok kişisel şeylere giriyorsun yazar!

Ama tam onun kitabını okurken evlenmek üzerine konuşuyoruz Duru’yla. Daha özelini size açarken bir romancı, öykücüden bahsetmenin ne sakıncası olacak? İnsan evlenmeye karar verdiğinde ne şekilde teklifini yapmalı? Reklam panolarında yapılan evlenme teklifleri son dönemde moda. Benden en çok bekleneni galiba radyo programım esnasında böyle bir teklifi yapabileceğim olmalı. Klasik diğer biçimlerini düşünmüyorum. İnsan böyle bir durumda bütün sözcüklerini yitirecek gibi mi oluyor dersiniz?
-Uzun uzun anlatıp kendini de okuyucuda yoracağına basitçe sorsana sorunu.
Bu teklifin ne şekilde olması gerektiğini düşündüğüm sabah uzaklara bakıyorum. Açılmayan kapılar bakıyorlar bana. Merdivenleri siliyor kapıcı ağzında o yarım şarkı. "Neyleyim köşkü..." Yanım öyle boş, önüm sıra balkonlara bakıyorum.

DÜNYA DÖNERKEN

Uzun seneler boyunca başka kentlerde yaşamını sürdürmüş kişiler için doğdukları, yaşamlarının belli bölümlerini geçirdikleri mekânların büyülü bir yanı vardır. Onlarca yıl sonra size o günleri anlatırken öyle ayrıntılar verirler ki sanki siz o anlatılan yerleri hayatınızda hiç görmemiş gibi hissedersiniz. Badanaları iyice dökülmüş bir ev, onun on metre uzağında gövdesini iki elinizle saramadığınız bir ağaç değildir anlattığım. Yoldan geçerken bahçesinden yükselen limon çiçeklerinin kokuları arasında kalmış çocukluk koşuşturmaları. Kadınların bir araya toplanarak ramazan ayı için önceden açtıkları yufkalarla birlikte anlattıkları hikâyeler. Hepsi bu büyülü anların bir parçasıdır. Oysa o anları hafızamızda büyütüp geliştirirken, seneler boyunca korumak için belki özel gayret gösterirken her şey yitmiş gitmiştir. Geri döndüğünüzde sokağınız oradadır. Yine üst geçidi geçtikten sonra köşedeki fırını, solundaki iki kahvehaneyi ve önündeki dut ağacını aynı bulabilirsiniz. Birkaç adım daha attığınızda gördüğün manzara sizi şaşkına çevirebileceği gibi yalnızlık duygusuyla boğuşturabilir. Dünya dönmüş sokağın sakinleri insanlığın giderek kirlendiği gibi kendi geçmişlerini de kirletmişlerdir.

Kahvehanenin yanında iki katlı evler vardı. Evin alt katındaki küçücük dükkânlardan biri lokanta, diğeri berberdi. Dükkânların ikisine de girerken adımınızı boşluğa atıyormuş hissi veren merdivenlerle giriliyor içeri. Berberin duvarları ayna doluydu. Koltuğa oturduğunuzda önlüğünüzü bağlamaya çalışırken berberin çırağı, gözünüz dergilerden kesilmiş saç modellerinden örneklere takılırdı. Senenin modasına uygun saç modellerinden birini kendinizde görmeye cesaret edemezdiniz. Gününe göre tıraş esnasında konuşmalar şekillenir, eğer keyifli bir olay olmuşsa mahallede ilk duyanlardan biri olurdunuz. Şimdi yerine kocaman bir bina dikilmiş o berberin. Yüzünüzün bütün kıvrımlarını bilen o berber nerededir?

Bir adım daha atmaya çalışırken o iki katlı evin üzerinde ağaçlarla oluşturulmuş bahçeyi anımsarsınız. Hiç çıkmadığınız o teras, yakından dokunmadığınız dallarıyla ağaçlar yok olmuş sanki. O güzelim sokağa doğru sarkan çiçekler kuruyup gitmiş mi anılarınız gibi şimdi? Belki de evin sahibi ölmüş, çocuklara kalan iki katlı bu eski ev aralarının bozulmasına neden olmuştur. İçlerinden birinin ısrarla kat karşılığı büyük bir inşaat firmasına vermek istediği bu birkaç odalı ev öyle bir gerekçeyle kısa sürede yıkılıp yerine bu büyük bina dikilmişti.

Eğer sokak sizin zihninizde bir anı bırakmamışsa oradan geçerken değişen hiçbir şeyi anımsamazsınız. Yıkılmış bir fırın, kasabın önünde toplaşan kediler hiçbir şey ifade etmez sizin için. Her şeyi hatırlıyorsanız ve değişen çehre içinizdekilerin daha belirginleşmesine olanak sağlıyorsa belki siz de “Seksen beş- seksen altı yılları burada iki katlı bir ev vardı. İkindi çiçekleri, sardunyalar ve terastaki ağaçlar… Yaz ortalarında meyveleri öyle güzel görülürdü ki sokaktan hepimizin iştahı kabarırdı” diyerek başladığınız konuşmaya evin yıkılışını, yerine dikilen binaların miras yedileri mutlu etmediğine kadar daha uzun bir hikâye anlatırken bulabilirsiniz kendinizi. Esas zenginliğiniz geçmiş yılların hafızanızda bıraktığı o hoş kokuyu hâlâ alıyor olmanızdır.

Yaşınızın öyle çok ilerlemesine bile gerek kalmadan birkaç on yılda neler değişmiyor ki bu sokaklarda. Trabzon kartpostallarına çokça konu edilmemiş bir semt Erdoğdu. Birkaç eski zaman fotoğrafında görülen yeşil alanlar, müstakil evler şimdilerde nostalji oldular.

KUŞLAR, BÖCEKLER VE KARANLIKLAR

Aklımda bir kuyu var. Bir tarlanın orta yerinde seneler evvel kazılmış. Öyle çok derin olmayan bir kuyu. İçine zamanla toprak atılmış. Sonra toprağın içinden çayırlar bitmiş, uzanmışlar göğe doğru. Çocukken o kuyuya inip saklanırdım. Güneşten kaçardım çoğu kere. Oyun arkadaşımdı güneş. Kuyunun serinliğinde, çayırların arasına oturur, sırtımı taş duvara dayardım. Öylece uyumazdım, dinlerdim seslerini kuşların, ağaçların ve her zaman böcekleri... İnsanlar hep birbirleriyle ilgili olumsuz şeyler konuşurlardı. İyilik, güzellik sözcüğü yan yana olduklarında vardı aralarında. Bu yüzden belki içinde insan olmayana ilgi duydum.

Oldum olası böcekleri sevmişimdir. Görünce tiksinmek ne kelime, elimi uzatırdım onlara. Parmaklarımda yürüyen bir örümceği gördüklerinde yüzüme tuhaf tuhaf bakan insanlara gülümserdim. Ağıyla yere doğru sallandırırdım bir süre örümceği. Kuklaymış hissi verirdi bana parmaklarımdan aşağıya doğru sarkmış halde örümcek. Bazen örümceğin yerine konuşur güldürürdüm çevremdekileri. Ispanak yiyen bir örümcek hayal etmelerini sağlardım çocukların. Bu kadar çok ağ örebildiklerine göre mutlaka özel bir yiyecekle besleniyor olmalıydılar. Ağ parmaklarımın arasından kopup düşmezse bir süre sonra sıkılırdım bu oyundan. Çok erken sıkıldığımı, beklemekten usandığımı burada size açıklamakla bir şey kaybetmeyeceğim. Daha tırtılları, uğur böceklerini, peygamber böceğini nasıl sevdiğimi anlatmadım farkındaysanız. Ateş böcekleri bütün yazlarıma ışık tutardı. Karanlıktan korkmaz peşlerinden giderdik arkadaşımla.

Arılara karşı hep özel ilgim olmuştur mesela. Elimdeki kavanozla peşlerinden koşuştururdum. Hangi çiçeklere konacaklarını, nereden bal toplayacaklarını iyi bilirdim. Eskiden bu konuda uzmanlaşabilirim diye düşünürdüm. Kuyunun içinde çayırlara uzanmış yatarken, böceklerden oluşan bir bahçe kurmayı ve bunu tiksinti duyan büyüklere inat çocuklarla paylaşılacak bir zamanın parçası yapmayı hayal ederdim. Arılar diyordum onlara karşı hep özel bir ilgim olmuştur. Kraliçe arıyı, işçileri ve eşek arısını… Erkek arıların yalnız belli bir sıcaklıkta kovandan çıktıklarını öğrenmiştim. Dayımın kovanlarının arasından rahatlıkla geçerdim. Körüğün içinden duman püskürterek arıları sakinleştirip kovanları açardı. Hepsi yorgunluktan bir tarafa yığılmış halde dururlardı sanki. Hep çevresinde olurdum dayımın. O işini bitirip kovanın kapağını kapatıp gittikten sonra bile hep nasıl davrandıklarını anlamaya çalışırdım. Beni sokacaklarından endişe duymazdım.

İlla arıları çiçeklerin üzerindeyken yakalayacak ve kavanozdaki diğer arıların yanına gönderecektim. Bir süre sonra sayıları bence yeterli olduğunda, kırlardan topladığım hoşuma giden ve en çok bal yapabilecekleri çiçekleri toplar aralarına atardım. Hep o vızıldayan sesleri kulaklarımda. Yakından onları görme ve tanıma fırsatı verirdi bu kapatma işlemi. Diğer böceklerin sonları gibi bu arılarda sabah uyandığımda kavanozda uçamayacak kadar yorulmuş, kurumuş çiçeklerin arasında yatıyor olurlardı. Yapacak bir şey yok derdim öyle sabahlarda. Gidip onları en güzel çayırlara dökerdim. Saksının dibine olmaz derdim kardeşime, mutlaka çayırlara dökmeli böcek ölülerini. Zamanla arılardan da vazgeçtim.

Kuyunun dibinde uzanmış yatarken düşünürdüm. Kelebeklerin peşinde koştuğum yaz öğlelerinin sayısı giderek artıyordu. Boyum uzuyor, ellerimin üzerlerindeki sarı tüyler kararıyordu. Bir süre sonra taşlara basarak çıktığım kuyunun ağzına rahatlıkla boyum yetişecekti. Hiçbir böceği yanımda tutmayı başaramıyordum. Kuşlara baktım. Güvercinleri hiç düşünmek istemedim.- İlk ölüsünü elime aldığımda başı yana düşmüştü birinin. -Yalnızca serçeler avucumun içinde sıcacık atan yürekleriyle, belki de korkarak durabilirdi bir süre. Hayır, onları da düşünme dedim kendime. Kuşlar da giderler, onları da boş ver. Çiçekler öyle mi sahi. Suyunu verdiğin sürece, kurumadıkları sürece yanında dururlar. Saksıları dilediğin yere döndürebilir, yerini değiştirebilirsin rahatlıkla. Tenekenin içinde büyüyemem diye itiraz etmezler. Sarılırlar bir avuç toprağa kökleriyle. Nereye gidersen git onları götürebilirsin yanında. Kışın bir oda sıcaklığı, yazın bir pencere önü, balkon pervazı yeterlidir yapraklılarına.

Çiçekleri hep tercih ettim. Böcekleri ve kuşları yok saymadım elbette. Bildim. Yalnız insan kökleriyle var olabilir. Kanatların ve ayakların sayısı öğrenilebilir, kuyunun derinliği zamanla tersine çevrilirmiş. O eski taşlar ve kuruyan otlar yaşanmakta olanı işareti olarak orta yerinde duruyor tarlanın. Sular çekilir, ses değişir ve karanlık çöker anıların üzerine.

27 Nisan 2010 Salı

Düş Fanzin Söyleşisi


'Her Şeyin Güzel Olma Nedenleri' Üzerine
her duyduğum ölüm kamburum
olurdu. sonsuz gökleri sarsardı yağmur
ellerinde kir birikmiş günahkar bir kadın
beyaz bir çarşafı gererdi bahçesinde
(notre dame'ın küskünü)
Bu şiirlerin bir evi var, dönüp dolaşıp sığındıkları. Atların, avluların, rüzgârın, göğün ve ayrılığın yanıbaşında bir ev.- Deyişi şiire varıncaya dek ince duyarlıklarla örmek. Bunun ardında kazanım ve yitirmelerin doğurduğu çığlığın yansısı, yaşanmışlıklarla bezeli bir zaman dilimi var, ' ağlayınca boşluk oluyor, gidince yokluk'.
Şiirlerin yazılma sürecinde neler yaşarsınız. Hangi 'şey'ler o düşsel yazı odasında size eşlik eder?
Serkan Türk: Çocukluk dönemlerimde her yıl çıkan ajandalardan edinmeye özen gösterirdim. Her günün karşısına mutlaka yazılacak birkaç cümle. Sonraki dönemlerde günü gününe olmasa da haftada bir, ayda iki kere yazmaya özen gösterir olduğumu anımsıyorum. Sürekli yazma alışkanlığı kazandıktan sonra bu gün kavramı değişti tabii. Yazabildiğim her anın öncesinde çok büyük sessizlikler ya da büyük gürültüler gelir yakalar beni. Penceremin dışındakini, odamı, bahçemi, uzaklardaki dağların fısıltılarını duymaya çalışırım. Sanki içimdekine bir şey söylemek ister her biri. Giderek duyumsadığım o uğultu dinlediğim müziğin de etkisiyle sözcüklere, mısralara dönüşür. Bittiğini düşündüğüm bir metnin, şiirin sonrasında inanılmaz bir gönül rahatlığı yaşarım. Kendimi üzerek, kanatarak, kışkırtarak ve bilmediklerimi keşfettirerek yaşamayı öğretiyor bana yazın odası.''
"Mutluluk bir çeşit dengesizlik işi… ''
- Bir şeyleri söylememek, o boşluğun imlediği aslında söylenilmeyenin bahsini açmıyor mu dolaylı olarak. Her Şeyin Güzel Olma Nedenleri'nde yazıya geçmeyen ama suskuda ifade bulan coşkular, kırıklıklar yok mu? Bunlardan bahsedebilir misiniz?
S.T.: ‘Zaman acı yontucum’ derken sanırım tam bunu demeye çalışmıştım. Yaşam deneyimlerimiz bizi diğerlerine karşı hazırlar. Nerden, nasıl yaralanacağımızı biliriz. Bilinçli olarak bazen izin verdiğimiz de olur kanatılmaya. Yalnız bir şeyi kendimize yön seçer ve seçtiğimiz yöne doğru koşarız. Düştüğümüz de olur, her şey güzel giderken vazgeçmişliğimiz de. Mutluluk bir çeşit dengesizlik işi… Tam olarak yakalamanın mümkün olmadığını anladığınız anda size doğru gelmeyen şeyleri yapar bulabiliyorsunuz kendinizi. ‘allah biliyor gönlümüz bazen şen/bulduğumuza şükrediyorum birbirimizi’ dedirten gerçekte böyle bir şey. ‘ah yalnız tanrım, sana da dokunuyor mu/benim tek başınalığım’ ı söyleten de. Kitabın büyük bölümü iki mevsimde yazıldı. Elbette yaz’ın ve güz’ün seslerinin daha çok sindiği bir kitap oldu. Kapaktaki şeytan tüyü çiçeğinin seçilmesi de bir şeyi imliyor. Gerçekleşemeyen dileklerimizi benimser olduk.
- Birçok yazarın yazın yaşamında ürünlerinin şiir, öykü ve roman sırası dikkat çekmiştir.'Şiirle başlanılmış sonrasında öykü ve en nihayetinde romana ulaşılmış' mıdır? İki öykü kitabınızın olduğunu da gözönüne alırsak sizin yazma serüveninizde türler arası kurduğunuz diyalog ve yazma ediminizi yönlendiren savlar nelerdir?
S.T.: Esas olan yazabilmek olsa gerek. Şiirle bağım öyküden daha eski. Zaman zaman insan iyi arkadaşlarını kaybedebiliyor ya da nedensiz uzaklaşabiliyor. Belli aralardan sonra yeniden yan yana geldiklerinde her şeyin aynı kaldığını, devam edebildiğini görüyor. Benim düz yazıya yakınlığımdan sonra şiirle yeniden buluşmamı bu arkadaşlığa benzetiyorum. Aradan ne kadar süre geçerse geçsin hep aynı dosttan bahsetmekten haz alır gibi şiirim yazılarımın içinde oldu. Şiirime de öyküsel ifadeler yerleştirmeyi belki bu yüzden seviyorum. Büyülü olan sözcükler ve söylenebiliyor olmaları. Ben romana ulaşır mıyım, şimdilik kuşkularım var. Biraz daha şiir ve öyküyle devam edecek serüven.
''Hiçbir şair yüzüstü bırakmadı beni.''
- “ Her Şeyin Güzel Olma Nedenleri ”' nde Meriç'in Suyu adlı bir şiiriniz de var. Edirne sizin için özel bir şehir olmalı.
S.T.: Bazı kentlere hiç gitmeseniz de o kentin sizin belleğinizde başka türlü bir yeri olabiliyor. Duyduklarınız, okuduklarınız ve dinlediklerinizle oluşan bu fikir size farklı kapılar açabiliyor. Seksenli yılların sonunda ülkemize bir şekilde kaçak yollarla girmeye çalışan insan hikâyelerini, suyun fazlasının nasıl bizi acılara boğduğuna dair haberleri duyarak, yaşadığım kentten kilometrelerce ötede bu kentle bir bağ kurduğumu hissettim. Sonra bir gece ansızın kendini yazdırdı şiir. Tunca’yı, Meriç’i yalnız o zaman haber bülteninde görmüşlüğüm vardı. Edirne’yi sonraki yıllarda görme fırsatını yakaladığımda daha iyi anladım nedenini. Meriç’i akıp gittiği nehir yatağı, çevresindeki o büyük ağaçlar ve üzerindeki gökyüzü tanıdıktı benim için. Nehrin üzerindeki köprüde durup yeniden soluklanma şansım olsun istiyorum.
- ''Yazarlardan çok şairlerden beslendiğim doğru. Bir dizenin sizi alıp götürdüğü yer bir öyküye sığamayacak kadar geniş olabiliyor. Şairlerim, sözcükleri paylaştığım akrabalarım hepsi. Ruh akrabalığımız yıllardır sürüyor. Büyükbabam sigarası için ‘tek arkadaşım’ derdi. Hiçbir şair yüzüstü bırakmadı beni.'' demişsiniz bir röportajınızda. 'Her Şeyin Güzel Olma Nedenleri'nde Gülten Akın, Ahmet Oktay, Haydar Ergülen, Birhan Keskin, gibi şairlerden alıntılar yapmışsınız. Şiirinize yön veren, sizde sarsıcı bir etki bırakmış şiirler şairler söyleyebilir misiniz?
S.T: Bahsettiğiniz şairlere ilave birkaç isim verebilirim. İlhan Berk, Hilmi Yavuz, Kenan Sarıalioğlu, Behçet Aysan, Çiğdem Sezer, İbrahim Tenekeci, Derya Önder gibi. Farklı şiir anlayışlarına sahip bu şairlerin benim duygu ve düşünce dünyama yansıma biçimini tam olarak kestiremesem bile, her şair yeni gözler demek benim için. Ve edindiğim yeni gözlerle soluk alan çalıyı, taşın sesini, güneşin sevecenliğini duyumsayabiliyorum. Bu da az şey değil sanırım.
- Son olarak 'Düş' okurlarına neler söylemek istersiniz ?
S.T.: Şiir okumak için yalnız aşık olmak gerekmez. Günde vitamin niyetine bir şiir bütün uyuşmuş yerlerinizi fark etmenize yeterli gelir. Ülkemizde olup bitenleri anlayabilmek için birbirimize bakmayı başarmamız gerekiyor. Bunu yapabilirsek kolaylaşacak başkalarına sarılmamız, bir arada yaşamamız. Serkan Türk, Her Şeyin Güzel Olma Nedenleri, Şiir, Kül Sanat Yayınları , Şubat 2009

Selçuk Altun'dan "Kitap İçin 2"


Selçuk Altun'dan "Kitap İçin 2"

Selçuk Altun’un uzun süredir Cumhuriyet Kitap dergisindeki köşesinde kaleme aldığı değini yazılarından, edebiyat gözlemlerinden ve kritiklerinden oluşan yeni kitabı “Kitap İçin 2″, Sel Yayınları’nca yayımlandı. Edebiyatseverleri keyifli bir yolculuğa çıkaran Altun, madde madde sırıladığı yazılarında sanat-kitap-yazar ekseninde dolanıyor. Aforistik onlarca alıntının gömülü olduğu maddelerde yazarın kendi yazı hayatı da günyüzüne çıkıyor. Günümüz Türk ve dünya edebiyatı hakkında bilinmeyen pek çok detaya “Kitap İçin 2″nin sayfalarında rastlayabilirsiniz.

***

Kapak arkasından:

Edebiyat ile güzel sanatlar (veya onlarsızlık) için aforizma, alıntı ve kıs(s) a notlardan mürekkep bin madde daha…

Cumhuriyet Kitap’ta ayda bir yayımlanan ‘Kitap İçin’lerin tiryakileri oluştu. Selçuk Altun, birikimi ve edebiyat aşkıyla yazdığı; cesaret ve nükte ile dağladığı notlarını, kitaplaşma sürecinde gözden geçirdi.

“Yaşadığı topraklarda herkes kitap sevsin diye kat etmeyeceği yol yok. Selçuk Altun: Nefes aldığı ‘Kitap İçin’dir.” Birhan Keskin




Selçuk Altun 1950’de Şavşat-Artvin’de doğdu. 1973 yılında Boğaziçi Üniversitesi İşletmecilik Bölümü’nü bitirdi. Aynı bölümde 1974 yılında master’ını tamamladı. Özel sektörde, genellikle finans kesiminde yöneticilik yaptı. Dergi ve gazetelerde, kitap ve kitabevleri üzerine kılavuz denemeler kaleme aldı, derleme ve seçkilerde çevirmenlik yaptı. Romanları, Yalnızlık Gittiğin Yoldan Gelir, Bir Sen Yakınsın Uzakta Kalınca, Ku(r)şun Lezzeti ve Annemin Öğretmediği Şarkılar ilgiyle karşılandı.

Ömer Kaya yazdı: ÇIKIŞI ARAYANLAR İÇİN BİR ROMAN: AUSGANG

Romanın Konusu: Alışılmış düzende olaya yaslanan, kolay özetlenebilir pek çok metin okumuşuzdur. Bu minvalde çoğu metin, toplumsal bir mesel...