13 Ocak 2016 Çarşamba

HERKESİ BAŞKA TÜRLÜ SAVURUR RÜZGÂR

Adı rüzgâr işte; ne yönden eseceği, nasıl eseceği hiç belli olmaz. Kimi zaman şarkıdaki gibi usul usul havalandırır pencerenin perdesini, kimi zaman da dağıtır ne var ne yoksa. İyi niyetli dokunuşlar yapsa da çoğu zaman, kırılır gerçekliğimiz. Perde havalanır, cam açılır; flu bir ekrandan seyre koyuluruz hayatı. Serkan TÜRK’ün öykülerinde olduğu gibi. 

Yitik Ülke Yayınlarından çıkan kitap, “soluyorsun” şiiriyle başlıyor. Her ne kadar öykü formatında olsa da aslında kitap baştan sona lirik bir şiiri yazıyor. Hayatın insanın önüne koyduğu bilmeceyi şiirsel bir duyarlılıkla anlatıyor yazar tüm öykülerinde.”Gözlerim yorgun bir bulut. Ağlasam, yağsam sesime üşüşür bütün ölü kuşlar.” , “Su da ağladı gidemeyiş öyküsüne.”ya da “Boşluğa bakacak yüzüm yüzüne dururken. Hep göz dolacak içim.”Bu şiirsel seslere çokça rastlıyoruz kitapta. Ve yazarın ruhundan sızdırdığı şiir, okuyucuyu da içine çekiyor.
            
                            “ Camlar, Rüzgârlar, Bulutlar

              Geçmişin şimdiyle kesiştiği ya da ayrıştığı görüntülere bakarız camlardan. Sanki bir başkası gibi izleriz içimizde olup bitenleri. Anıların ne zaman canlanacağı, ne zaman bizimle konuşacağı hiç belli olmaz. Çağrışımın coğrafyası sonsuz, sokakları karışıktır. Hafıza labirentinin hangi bölümlerinde gezindiğimizi bilemeyiz çoğu zaman.”Sokağınızı değiştirmekle dünyanızı değiştireceğinizi düşünüyorsunuz belki de.” diyor yazar bir öyküsünde. Ama değişmiyor ruhumuzun yükü. Herkes, ne düşmüşse hayattan payına yanında taşıyor bir ömür boyu. Her mekâna sızıyor yaşanmışlıklarımız. Ve alnımızı dayadığımız camların serinliği de yetmiyor ruhumuzun ateşini düşürmeye.
              “Günlerce korunaklı hale getirmek için çaba harcadığın, üzerine titrediğin ne varsa, bir kısa an, hepsini silip götürecek.” Tam da bu cümledeki gibi oluyor her şey. Bir rüzgâr tozunu kaldırıyor içimizin. İçimiz ne kadar kalabalık, ne kadar çoğul. Bunca şeyi nasıl taşıyor insan diye şaşırmıyoruz bile. Öyle gölgeler taşıyoruz ki içimizde, kımıldanmadıkları sürece varlıklarından bile haberdar olmadığımız. Ve yaşadığımız günlerin sayısı arttıkça o gölgelerle olan bağlarımız daha da sağlamlaşıyor. Mekânlar değiştiriyoruz, yeni yüzlere gülümsüyoruz, kokular deniyoruz, hayatın sesine katıyoruz sesimizi. Büyük bir gürültü oluşturuyoruz belki de duymamak için. Oysa bu gürültü bile bastıramıyor içimizdeki sesi. Bu kadar uzak ve ayrı yaşanmışlıklar nasıl oluyor da aynı anda kesişiyor? Yazar da soru cümlelerini sıkça kullanarak sorguluyor bu kesişmeyi. Her okuyucu kendi sorularıyla içindeki sesi çözmek için yeni yolculuklar başlatıyor.

              En sonunda bulutlar kümeleniyor göğümüzde. Her yaşanmışlıktan bir bulut. Onları dağıtıp dağıtıp topluyoruz. Bulut aralıklarından bakıyoruz resimlere, bulutların arkasından dinliyoruz sesleri. Hayat herkese aynı senaryoyu oynatan bir yönetmen gibi. Herkes kendince oynuyor son sahneyi. Kimi bol bulutlu uzatmalı sahnelerde ruhunu avutacak görüntülere sarılırken kimi öylece bırakıveriyor tüm bulutları.”Ruhu bir ipten geçirip altındaki sandalyeyi iteleyip sallandırmak geçmişi.” kolay olmasa da tek seçenek oluyor bazıları için. Ve herkesin bulutu kendi göğüne düşüyor. Kimse bilmiyor bir başkasının bulutunu. Bulutları gezdiren rüzgâr her cama başka şekilde dokunuyor. Bazılarına tıkırtılar bırakıp geçip giderken bazılarının sırça saraylarını tuzla buz ediyor.

               Hayatın süzgecini iyi gözlemleyen Serkan TÜRK, bir iç âlemden konuşuyor “Rüzgârlı Camlar”da. Üst üste yığılan düşünceler soru cümlelerine dönüşüyor. Farklı bir söz dizimi var yazarın. Alışılmış okuma tarzını zorlasa da okuyucuya ayrı bir tad sunuyor cümleleri. Okudukça tanışıyor kendi rüzgârıyla herkes. Ve her okuyucu senaryosuna yeni sahneler ekliyor.

Fatma Esti
(Hece Öykü Dergisinde yer almıştır.)

Ömer Kaya yazdı: ÇIKIŞI ARAYANLAR İÇİN BİR ROMAN: AUSGANG

Romanın Konusu: Alışılmış düzende olaya yaslanan, kolay özetlenebilir pek çok metin okumuşuzdur. Bu minvalde çoğu metin, toplumsal bir mesel...