3 Şubat 2016 Çarşamba

Şeref Bilsel'den TANRI’NIN YALNIZ KIRLARI üzerine bir değerlendirme yazısı

Serkan Türk’ün üçüncü öykü kitabı Tanrı’nın Yalnız Kırları, Yitik Ülke yayınlarından çıktı. Yazarın daha önce Uzak Yaz ve Rüzgârlı Camlar adlı öykü kitapları yayımlanmıştı.

Öykü kitaplarının her birinin adı, bize bir şairle muhatap olduğumuzu yoğun biçimde hissettiriyor. Her Şeyin Güzel Olma Nedenleri ve İçimiz Çölse Birisi Geçmiştir adlı şiir kitapları da daha önce okurla buluşmuştu Türk’ün.
 
Düzyazıda da şiirden feragat etmiyor; neyin yokuştan, neyin düzden karşılanacağını, yazının içinde nerede ağırlanacağını, bir öyküye varan yolda nelerin öykünün dışında kalacağını, öykünün sonunda yarısı yanmış bir fotoğrafı okurun önüne bırakır gibi, merak duygusunun yazı bittikten sonra da nasıl devam edeceğini biliyor Serkan Türk. Sözü göreve çağırırken sesi de göz ardı etmiyor. Sözcükler aynı yöne, aynı hikâyeye samimiyetle doğruluyor; duyduğunu, retorik bundan faydalansın diye bozmuyor, bulanıklaştırmıyor; duygunun da bir realitesinin olabileceği hissi bırakıyor bizde.
 
Ne demiş oluyoruz bunu ifade etmekle? Öznel olanı, şair/yazarın hâtıratından, sezgisinden süzülmüş olanı ‘samimiyetle’ (aynı samimiyeti kitabı tamam eden bütün metinlere yayarak) bir çeşit adı konmamış ama yazarın tutarlılığından neş’et etmiş doğallığa çeviriyor. Yani Serkan Türk’ün öyküleri kurmacanın imkânlarını, yol açıcılığını üslûbun samimiyeti, inandırıcılığı içinde eritiyor. Nasıl söylediğinin bizde bıraktığı yakınlık ‘ne söylediğinin’ önüne geçiyor. Bu durum ona ve dolayısıyla yazdıklarına bir şahsiyet kazandırıyor. Bir taraftan geçmişin bilgisi ve deneyimi, öte taraftan içinde bulunulan ânın sıcaklığı metinde buluşuyor ve bize geleceğe dair ip uçları bırakıyor. “Metnin devamı senin içinde ey okur!” der gibi bitiriyor öykülerini.

Serkan Türk’ün kendine mahsus bir dilinin olmasından bahis açmıyorum; kendinde demlenmiş ve öznel hayatını (yıllardır sürdürdüğü radyo programcılığı da buna dahil elbet) çepeçevre kuşatan bir dilin, yazarken ve yaşarken aradaki mesafeyi küçültmesinden bahsediyorum; konuşma (gündelik hayat dili diyelim) dili ile yazı dili arasındaki mesafeyi öykünmelerle, kolajlarla açmıyor; bilakis samimiyetle, iyi niyetle kapatıyor. Yazarın hırsı, öfkesi, şiddeti olur… Olmaz mı? Yazar da insan değil mi? Serkan Türk, yazıya, metne halel getirir diye değil; insanın sesine, kulağına yapışıp kötü bir iz bırakmasın diye sanki müthiş bir öfkeyle yazılacak ve nihayetlendirilecek olay ve olguları bile üzerine kadife geçirilmiş (buna üslûp diyelim artık!) demir bir yumrukla muhatabına devrediyor. Acılı, kederli, melâl denizine dökülen kelimeler eşliğinde, ama ölmeden, ‘ölmeyecek kadar yaralı kalarak’, umutsuz bırakmadan, “suların beni yavaş yavaş kapadığından habersiz kanıyordum” diye bitiriyor ilk öyküsünü. Çok güzel… Bir de kitaba adını veren Tanrının Yalnız Kırları adlı öykünün sonuna inelim: “Bu fotoğrafı sen görmeyeceksin. Özellikle hangisinin olduğunu anlatmayacağım sana. Elinle bulmuş gibi, her aradığında ulaşamayacağın bir iki şey olsun istiyorum…”
Serkan Türk’ün öykülerindeki kahramanlar acı çekiyor, üzülüyor, yaralanıyor; ama bir nehrin karşısına geçecekleri anda, ormanların kardeş, rüzgârın sırdaş, suların gelenek olduğunu unutmuyor. “Minnetle andım güzel bakanları” demekten uzak düşmüyor. Yani demem o ki, herkese kadim bir tarafından yanaşan duygulara, temalara söz geçireceğim diye slogan atmıyor; bağırmadan, etrafı gürültüye teslim etmeden, ama kendinde kabaran (insanı bağırtması gereken)duyguların da tazyikini koruyarak- ‘dinlendirerek’ diyelim- alıcıya, okura kesintisiz devreden bir yazar. Bütün kederine, hüznüne rağmen, konuşmanın, Her Şeyin Güzel Olma Nedenleri üzerine düşünmenin zaman almayacağını biliyor. Pişmanlığın hikâyesini bile ‘nasıl pişman olunmaz’ diye yazabilecek, hayattan, sözcüklerden, inandıklarından yana bir yazar. Güzel şeyler hissettim, onun yazdıklarını okurken. Güzel ve iddiasız.

Serkan, sözcük kadrosunu oluştururken bil eş anlamlı sözcüklerden, açık yaraları acıtmayacak bir lirizme sahip olanları; öfkeyi, şiddeti yatıştıracak olanları seçmiş. Örnek mi? “Siz olmasaydınız kendimi öldürürdüm. Demiyorum size bunu. Dalgakıranın ucundan beni alıp evinize getirdiğiniz beş yıl öncesini hatırlıyorum son görüşmemizde. Üzerime battaniyenizi örttüğünüzü… Uyuduğumu.” Az da olsa bazen de okurları hiç ilgilendirmeyeceğini düşündüğüm -günlük hayattan sökülüp alınmış izlenimi veren -ayrıntılara yer veriyor. Üzerine söz açtığımız Tanrının Yalnız Kırları adlı kitapta yer alan öykülerin çoğu bir şiire girer gibi başlıyor: “gökyüzü çocukluğumda bir salıncaktı” (s.45); “yalnızca haziranın sessizliğine karışmış güneşi” (s. 93); “ölüleri nereye gömüyoruz biz” (s.45);”gece boyunca rüzgârın sesini duydum”; “Bu fotoğrafı sen görmeyeceksin” (s. 115); “Sabahın kuşları bunlar”(s. 77)…Bence, “zamanım olsaydı daha kısa yazardım” diyen yakınımızın sesine kulak verip bunca malzemeyi düzyazıya devretmeyebilir Serkan Türk. 

Birden çocukluk yıllarına, oradan bedenin, dünyanın gidişi karşısında yetemediği imkânsızlıklara uzanan, parantez açıp eve, ablasına, kucakta taşınıp taraçaya getirildiği, “gökyüzünün başımın üzerinde uçsuz bucaksız bir kapıyla aralandığını…”dediği iklimlere varıldığı zamanlara eğilince önümüzde, elle tutup yolun kenarına çekeceğimiz katılıkta bir samimiyet bulabiliriz ancak. Serkan Türk, yerel (içinde yaşadığı ortamı) olanı, bazen yersiz olanla, bazen de metafizik bir dünyayla, gördüklerimizin ötesini anlatıyor; ama bizi dünyaya yuvarlamış ‘Güneşli Bayır’la çatışmaya davet ediyor. Serkan Türk’ün yazdıklarında şiddet, hırs, iddia, slogan yok; ama hesaplaşma, kendi öznel tarihi üzerinden ‘buraya niye bakmıyorsunuz’ deme hamlesi var. Öykülerin tamamını okudum; bazı öyküleri tekrar… Çoğunu mektup gibi okudum. İçeriden, samimi yazılmış; “Her insanın küçük bir toplum olduğu” unutulmamış. Ama “benim ilk evden uzaklaşma şansım...” gibi örnekler de var. Olmasın, bunca güzel hikâyeyi, güzel bir dille derdest eden için dışarıda kalması gerekenlere de dikkat etmek gerekir.

Serkan Türk, 1977’de Trabzon’da doğdu; kendisinden yaklaşık 15yıl önce aynı topraklarda doğan, dokunduğu zamana, nesneye, duygulara mert patikalar bırakan; uykusuna aldığı sözcüğe unutulmaz ürperişler devreden Çiğdem Sezer’in de kitabın girizgâhında söyledikleri var, kitaba dahil, onunla bitirelim: “emrindeyim komutanım iç savaş bitti/kalbin bütün burçlarına siyah bayrak çekildi”

Ömer Kaya yazdı: ÇIKIŞI ARAYANLAR İÇİN BİR ROMAN: AUSGANG

Romanın Konusu: Alışılmış düzende olaya yaslanan, kolay özetlenebilir pek çok metin okumuşuzdur. Bu minvalde çoğu metin, toplumsal bir mesel...